’Ölüm Orucu ve Açlık Grevi Eylemleri’ Üzerine Yine, Yeniden Zorunlu Bir Değerlendirme
Yazının gerekçesi
Kamu Hastaneleri Genel Müdürlüğü’nün 15.05.2020 tarih ve E.869 sayılı yazısıyla Sağlık Bakanlığı’ndan açlık grevlerine tıbbi müdahalenin hukuki değerlendirmesine ilişkin görüş sorulmuştur. Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü de 22.05.2020 tarih, 14500235/419 sayılı ve ‘Ölüm Orucu ve Süresiz Açlık Grevleri’ konulu yazısı ile “hayati tehlikeye girdiği veya bilincinin bozulduğu hekim tarafından belirlenenler hakkında, isteklerine bakılmaksızın derhal hastaneye kaldırılmak suretiyle muayene ve teşhise yönelik tıbbi araştırma, tedavi beslenme gibi tedbirlerin uygulanması işlemlerinin” değerlendirildiği belirtilmektedir. Yapılan değerlendirme sonucunda da işlemlerin söz konusu kişilerin hayatları için tehlike oluşturmamak şartıyla uygulanması gerektiği düşünülmekte ve uygulamaların bu doğrultuda gerçekleştirilmesi istenmektedir.
Sağlık Bakanlığında görevli bir bürokrat tarafından hazırlanan yazıda mevzuatta yer alan hükümler ve etik ilkelerle ilgili değerlendirmede bulunurken; hukuki çerçeve eksik ve hatalı yorumlanmakta ve mesleğin evrensel kabul gören, uluslararası sözleşmelerin dayanağı etik ilkeleri tanımlayan Dünya Tabipler Birliği (DTB) Bildirgeleri’nin değerlendirmede dikkate alınmasının olanaklı olmadığı ifade edilmektedir.
Hekimlik mesleğinin sorumluluğu ve yetkisi
Hukuksal düzenlemelerce de kabul edildiği gibi hekimlik, tıp eğitimi almış kişiler tarafından sağlık hakkının gerçekleştirilmesi amacıyla ve ilgili kişinin aydınlatılmış onamı alınması durumunda mesleğin bilimsel bilgisi ve meslek etiği ilkelerine uygun olarak icra edilebilir. Mesleklerini uygularken hekimlerden hem yasa ve yönetmeliklerin verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesine hem de kendi mesleklerinin gerektirdiği tıbbi kurallar ile ulusal/uluslararası tıbbi etik ilkelere uymaları beklenir. Hekimler öncelikli olarak mesleğin evrensel yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadırlar. Tıbbi ölçütler dışında hiçbir özellik ya da ölçüte göre ayrım yapmadan hizmet sunma, hekimlik mesleğinin temel değerlerindendir. Ne şekilde ifade edilirse edilsin, sağlık hizmeti verilirken ana kural, kısıtlamalar, baskılar ve yasal sözleşmelere bağlı yükümlülüklerden bağımsız olarak, sağlık hizmeti veren kişinin daima hastanın iyiliğini gözeterek ve yararını düşünerek davranmakla görevli olduğudur. Hekimlik için geçerli olan temel yasa “Salus aegroti suprema lex!”dir (Hastanın sağlığı en yüksek kanundur). Hekimin öncelikli görevi, hastalıkları önlemeye ve bilimsel gerekleri yerine getirerek hastaları iyileştirmeye çalışarak insanın sağlığını ve böylece yaşamını korumaktır. Bu nedenle de hekimlikle ilgili tüm bildirgelerde hekimin, muayene olan ya da tedavi gören kişinin çıkarlarına göre davranma yükümlülüğü vurgulanmıştır. Hekimin hastasının yararına hareket etmesi hastasına ve onun özerkliğine, onuruna, haklarına öncelikli olarak saygı ve özen gösterme ödevini gerektirir ve bu ödevler birbirlerinden ayrı ele alınamaz. Çünkü “yaşam hakkının vazgeçilmezliği ve devredilemezliği ilkeleri, ancak ‘insanca bir yaşam’ adına savunulabilir.” Aksi yönde hekimlik uygulamalarından söz edilemez. Görüldüğü gibi hekimlerin meslekleriyle ilgili bilimsel ve etik kuralların dışına çıkarak hareket etmesi bilim dışı bir uygulama olduğu gibi, hukuksal olarak da kabul edilemez.
Hekimin etik ödevleri
Hekimliğin ilk kuralı “önce zarar verme”dir. Bu durumda karar verme yeterliliği olan bir hastanın muayenesi, tedavisi sırasında hekimin herhangi bir biçimde zora başvurması, zor uygulanan bir hastayı değerlendirmesi hekimlik uygulaması ile bağdaşmamakta, evrensel tıbbi etik ilkelerden “zarar vermeme ilkesine” de aykırılık oluşturmaktadır.
Tıp etiğinin kadim ilkelerinden olan “yarar sağlama” mutlak yararı ifade eden bir kavram değildir. Bu ilke ile ifade edilenin, bir eylemlilikte yarar söz konusu olduğunda hastanın önceliği olduğunun vurgulanmasıdır. Bu nedenle yararın ne olduğunun kararının paternalist yaklaşımla verilemeyeceği açıktır. Bu kararın hastanın değerleriyle örtüşmesi ve hastanın özerk kararıyla uyumlu olması gerekir.
Hastanın aydınlatılmış onamının alınması hukuksal düzenlemelerde de hekimin tıbbi uygulamalardaki eylemlerinin hukuka uygunluğunun ana unsurlarından biri olarak benimsenmektedir. Böylece kişi özerkliğinin sağlık alanına yansıması sağlanabilmektedir. İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin 5. Maddesinde de“sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili kişinin bu müdahaleye özgürce ve bilgilendirilmiş bir şekilde muvafakat etmesinden sonra yapılabileceği, bu kişiye, önceden, müdahalenin amacı ve niteliği ile sonuçları ve tehlikeleri hakkında uygun bilgiler verileceği, ilgili kişinin muvafakatini her zaman serbestçe geri alabileceği” ifadesi yer almaktadır. Bu nedenlerle günümüz tıbbı, hastaya rağmen değil hastayla birlikte anlayışına sahiptir. Bu anlayışın sonucu olarak DTB Hasta Hakları Bildirgesi’nde de “Her ne kadar hekimler her zaman kendi vicdanlarına ve hastalarının çıkarı açısından en uygun olana göre hareket etmek zorundaysalar da, hasta özerkliği ve adaletin sağlanması için de eşit çaba sarf edilmelidir.” ifadesine yer verilmiştir.
Tıbbi işlemler kişiye bağlı kavramlar, haklar olarak vücut dokunulmazlığını, vücut bütünlüğünü, sağlığını, özerkliğini, mahremiyetini ve onurunu ilgilendirdiğinden, bu sorumluluk hekimler veya başkaları tarafından üstlenilemez. Hekimlerin sorumluluğu, hastalarına tıbbi tedaviyi kabul veya reddetmeleri halinde ortaya çıkabilecek durumların neler olabileceğini yönlendirmeden, açık, doğru ve anlayacakları bir dille aktarmaktır. Baskı altında ya da yanlış bilgilendirme sonucu alınan onam geçerli değildir ve bu onama dayanarak hareket eden doktorlar tıp etiğine ve hukuki düzenlemelere aykırı davranmış olmaktadır. Kendi hakkında karar verme hakkını tanımayarak özerkliğin ihlaliyle bir hastayı zorla muayene etmeye çalışmak, zorla müdahalede bulunmak yarar sağlama ödevini engelleyecektir. Ayrıca hastanın beden ve ruh sağlığı açısından ciddi tehlikelere, yaşam hakkını tehdit edebilecek boyutlarda tıbbi ve hukuki yönden onarılması güç sorunlara yol açarak ve güvene dayalı olan hasta hekim ilişkisini zedeleyerek travmaya yol açıp mesleğin en kadim ilkesi “öncelikle zarar verme” ilkesinin yok sayılmasına neden olacaktır.
Kişi ve mahpus kişi
İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi kavramları yaratma, daha sonra bu kavramlar üzerinden kendisini, başkasını ve eylemlerini değerlendirme kapasitesine sahip olarak değer üreten tek varlık insandır ve bu nedenle de insan araçsallaştırılamaz. İnsanın araçsallaştırılması, insan olmaktan çıkarılması, insanın değerinin ortadan kaldırılmasına yol açacaktır. Bu kavramsallaştırma kişiyi hak taşıyıcı özne, yurttaşı da haklarla donatılmış kişi yapar. İnsanın hak öznesi olabilmesi de özerk olabilmesine bağlıdır. Görüldüğü gibi hak, özgürlüğün ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Alıkonulma yerine kapatılmış kişi ise herhangi bir nedenle serbestliği kısıtlanmış kişidir. Bir kişinin hukuk önünde cezalandırılmış olması onun insan olarak varlığını sona erdirmez; tam tersine onun hukuk önünde bir özne olarak kabulünü gerektirir.
Açlık grevleri
Açlık grevleri, özgürlüğünden yoksun bırakılan mahpusların yaşanan sorunlar nedeniyle taleplerinin siyasi iktidarlar tarafından dikkate alınmadığı, diğer yöntemlerin sonuçsuz kaldığı durumlarda, kamuoyunun dikkatini çekerek olanlardan haberdar olmalarını sağlamayı amaçlayan, ama esas olarak da sonuç alma olasılığının olduğu gözetilerek başvurulan bir yöntemdir. DTB, Malta Bildirgesinde açlık grevi “genellikle taleplerini başka yollardan ortaya koyma imkânları bulunmayan kişilerin başvurdukları bir protesto biçimidir. Hükümlüler ve tutuklular önemli bir süre için besin almayı reddederek, yetkililerin kamuoyundaki görünümüne olumsuz bir yön katarak belirli hedeflere ulaşmak isteyebilirler.” diyerek tanımlanmaktadır. Açlık grevleri, iktidarın tahakkümünün yoğunlaştığı, meşru protesto olanaklarının var olamadığı, özgürlüklerin sınırlandırıldığı, kişinin onurunun zedelendiği, yurttaş olmaktan bile çıkarıldığı durumlarda bireyin, bedenini kontrol altına almaya çalışan iktidar gücüne karşı yine bedenini araçsallaştırarak yaşananları ve talepleri görünür hale getirmek istemesidir. Açlık grevlerinin amacı, intihar ve ötenaziden farklı olarak ölmek değil, daha iyi bir yaşam için gerekli olduğuna inandığı taleplerin kabul edilmesini sağlamaktır.
Hekimlerin açlık grevlerinde sorumluluğu
Hekimliğin ve etiğin ana amacının yaşam hakkını savunmak olduğu şüphesizdir. Açlık grevlerinde yaşamın tehdit altında olması ve tehdidin ortadan kaldırılması için hekimlerden zorla da olsa müdahalesinin istenmesi, konunun tıp etiği ile bağlantısını oluşturmaktadır. Açlık grevleri ile karşı karşıya kalan hekim için temel etik ikilem kaçınılmaz olarak; mesleğin evrensel değerleri ve sorumlulukları açısından yaşamın değerine/kutsallığına saygı gösterilmesi ve hastanın yaşamını mutlak olarak sürdürmesi için gereklerin yerine getirilmesi ile hastasının özerkliğinin gerçekleşebilmesi bağlamında onun aldığı kararlara saygı gösterilmesi arasında olacaktır. Bu durumda meşru protesto kanallarının var olmadığı baskıcı düzenlerde, özgürlüğünden yoksun bırakılanlar açısından son aşamada başvurulan bir protesto biçimi olan açlık grevlerinde hekimler, insani bir girişim olarak yaşamı kurtarma ile özgürlüğünden yoksun bırakılanlara siyasi iktidarın iradesini zorla kabul ettirme ikilemine zorlanmaktadırlar.
Hekimler, kişinin açlık grevi nedeniyle karşı karşıya kalacağı sağlık sorunları hakkında bilgilendirilmesi, sağlığının takip edilmesi ve eylemin sonlandığı durumlarda doğru ve etkili bakım alabilmesi için sorumluluk almalı ve bu kişilerle güven ilişkisi kurmalıdırlar. Sadece açlık grevi kararının bireyin sağlığına ilişkin etkilerinin bilgisini alma hakkı bağlamında ele alınsa bile, temelde açlık grevcisi ile hekim arasında olan iletişim tüm bileşenleri içeren bir hasta-hekim ilişkisinin kurulmasını gerekli kılar. Hekimliğin evrensel değerleri, tıp etiği ilkelerinin, herhangi bir tıbbi uygulama gerçekleşmese bile söz konusu ilişkide ön planda olmasını gerekli kılar. Hekimler temas ettiği insanları anlamaya çalışmalı ve kararlarına saygı göstermelidirler.
Sağlık hakkı, kişinin kendisi ve bedeni hakkında özgürce karar alabilmesi ve hekimin de kişinin almış olduğu bu karara saygı göstermesiyle korunabilir. Açlık grevi ya da farklı nedenlerle kişinin özerk kararlarına uyulmaması, aksi yönde müdahalelerde bulunulması bu hakkın ortadan kaldırılması anlamına gelecektir.
Hekimin zorla tedavi girişimi bir hak ihlalidir
Açlık grevi veya ölüm orucuna katılan kişinin bilincinin açık olduğu durumlarda, kişinin sözlü ve yazılı beyanına aykırı bir müdahalede bulunulamayacağı, hukuken tartışılamayacak açıklıkta olup hayatî tehlikenin varlığı öne sürülerek, hükümlülerin kendi istemi dışında, zorla beslenmesi ya da tedavi edilmesi “insanlık dışı veya onur kırıcı nitelikte muamele” anlamına gelecektir. İşkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muameleye tabi olmama hakkı mutlak bir haktır ve hiçbir koşulda ihlal edilemez.
DTB Malta Bildirgesi’nin 21. maddesinde de “Kişinin yararına olduğu düşünülse bile; tehdit, zorlama, güç kullanımı veya fiziksel kısıtlamalarla beslemenin insanlık dışı ve onur kırıcı bir tedavi biçimi” olduğu belirtilmektedir. Bir hekimin böyle bir müdahalenin parçası olması halinde hem meslek etik kuralları hem de hukuki düzenlemeler yönünden hatalı/kusurlu kabul edilecektir.
İşkencenin belgelenmesi ve değerlendirilmesinde Birleşmiş Milletler’in temel metni olan ve AİHM’in kararlarına dayanak teşkil eden İstanbul Protokolü, zorla muayene ve güvenlik güçlerinin yardımıyla rıza dışı örnek alınmasını etik dışı bir tutum olarak değerlendirmektedir.
Türkiye'de konunun hukuki çerçevesi
İnsanlığın evrensel değerleri ve toplum vicdanı, herkesin gereksiz acı ve mağduriyetten korunmasını, sağlık hizmetlerine ayrımcılık yaşamadan eşit şartlarda ulaşmasını gerektirmektedir. Bu gereklilik Anayasa’da, “kanun önünde eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinde, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” ifadesi ile ayrımcılık yasağı olarak düzenlemiştir. Bu genel yasağın yanı sıra pek çok yasada özel kategorilere ilişkin ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler yer almaktadır.
Sağlık hizmetinden yararlanma hakkının kullanılmasında ayırım gözetilmemesi kuralı uluslararası hukukça da güvence altına alınmış ve pek çok düzenlemeye konu olmuştur. Türkiye tarafından onaylanmış ve yürürlüğe girmiş olan Biyotıp Sözleşmesi’nin 1. maddesinde, taraf devletlerin yükümlülükleri ve ayırım yapmama sorumluluğu yer almaktadır: “Bu Sözleşmenin Tarafları, tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak ve biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacaklardır.”
Yasa, yönetmelik ve tüzüklerde yer alan hükümler, özgürlüğünden yoksun kişiler arasında bir ayırım yapılamayacağını düzenlemektedir. Tıbbi Deontoloji Tüzüğü ile Hasta Hakları Yönetmeliği hekimlerin mesleki faaliyetlerini hangi esaslara göre yerine getireceklerini ve hastalar arasında ayırım yapamayacaklarını düzenlemektedir.
Ayrıca Anayasa’nın 17. Maddesinde ”Herkes fiziksel ve ahlaki varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Bir insanın vücut bütünlüğü tıbbi ihtiyaçlar dışında bozulamaz. Kişi bilimsel ve tıbbi deneylerde izinsiz kullanılamaz.” ifadesi yer almaktadır. Kişiye yönelik müdahalelerin meşru olarak kabul edilebilmesi için gerekli olan “hukuksal bir düzenlemenin var olması, yapılan müdahalenin gerekli ve orantılı olması, işkence ve insan hakkı ihlali anlamına gelecek şekilde uygulanmaması” ölçütü, sağlık alanında alınacak önlemler ve yapılan müdahaleler için de geçerlidir.
Her ne kadar Sağlık Bakanlığı yazısında AİHM içtihadına göndermelerde bulunmuşsa da; AİHM Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) uluslararası hukukun diğer kuralları ve evrensel etik kuralları ile uyumlu okunmasını sürekli olarak vurgulamaktadır. Bu nedenle, vücut bütünlüğüne çok ciddi bir ihlal potansiyeli taşıyan açlık grevlerine müdahale eyleminin tıp etiği ve uluslararası hukukun genel ilkeleri çerçevesinde okunması ve değerlendirilmesi gerekir. Aksinin kabulü AİHS’nin de ruhuna ve amacına aykırı olacaktır.
Bakanlığın yazısıyla ilgili yorum
Yukarıda ifade edilen kavramsallaştırma sonrası Bakanlığın konu ile ilgili yazısı bütün olarak, genel yapısı açısından ele alındığında konunun temellendirmesinde tek boyutlu, dar bir çerçeveden bakıldığı, sıçramalar yaparak değerlendirme yapıldığı görülmektedir.
Devletler her türlü yasal düzenlemelerinde ve tüm etkinliklerinde insan haklarının özünü göz önünde tutmak ve buna zarar vermemek zorundadırlar. Bu yükümlülük insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve demokratik hukuk kurallarına, düzenlemelerde yer alan ilkelere ve bu ilkelerin kaynağı olarak tanımlanan bildirgelere uymayı, saygı duymayı gerekli kılar. Bakanlığın değerlendirmesinde hekimliğin evrensel ilkelerini oluşturma, mesleğin değerlerini koruma ve geliştirme çabalarını sürdüren DTB’nin bildirgelerinin göz ardı edilmesi kabul edilemez. DTB’nin etik bildirgeleri insan haklarının ve onurunun korunması amacıyla tıp mesleğinin tarih boyunca üretmiş olduğu evrensel bilgilerden damıtılmış deneyimler olup dünyada tıp mesleğinin sürdürülebilmesi için benimsenen ortak kurallar ve ilkeler bütünüdür. Tüm hekimler DTB’nin bildirgelerinde açıkladığı kurallara uymakla yükümlüdürler. DTB’nin Yasa ve Etik İlişkisi Üzerine Bildirgesi’nde yer alan “Bir hekimin yasaya uygun davranmış olması, etik davrandığı anlamına her zaman gelmeyebilir. Yasa tıp etiği ile çelişki içindeyse, hekimler yasayı değiştirmek için çalışmalıdır. Bu çelişkinin var olduğu koşullarda, etik sorumluluklar yasal gerekliliklerin yerini alır.” ilkesi uyarınca da hekimlerin temel sorumluluğunun tıp mesleğinin evrensel etik ilkelerine uygun davranmak olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca hukuki anlamda da mesleğin icra edilebilmesinin koşulu bilimsel standartlara ve meslek etiğine uyma yükümlülüğüdür. Etik ilkelere bağlı, etik duyarlılığa sahip hekimlerden sağlık hizmeti almak; mevzuatta da hasta hakkı olarak belirtilmektedir. Son olarak “Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: (İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi)”nin (Sözleşmenin Onaylanmasına Dair Kanun 09.12.2003 tarih ve 25311 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir) başlangıç bölümünde sözleşmenin:
- temel insan hakları sözleşme ve bildirgelerine atıf yaparak,
- insana hem birey hem de insan türünün bir üyesi olarak saygı gösterilmesi ihtiyacına inanarak ve
- insan onurunu güvence altına almanın önemini kabul ederek
hazırlandığı belirtilmiştir. Bu nedenle bu sözleşme tıbbi bildirgeleri ve bildirgelerde yer alan düzenlemeleri de dikkate alarak yorumlanmalıdır. İlgili Sözleşmenin kabulü bu sözleşmeye temel olan sözleşme ve bildirgelerin de kabulü anlamına gelmektedir. Bu gerekçelerle açlık grevlerine ilişkin tüm hekimlerin esas aldığı DTB Malta Bildirgesi’nin tüm diğer bildirgelerle birlikte mesleğin evrensel etik ilkelerini oluşturduğu, hekimlere rehberlik ettiği ve insanın, haklarıyla bütünleşerek insan olduğu ve hakların temel ilkesinin de eşitlik olduğu unutulmamalıdır.
Yaşam hakkı ve sağlık hakkının temeli kişinin bedensel bütünlüğü ve bedenin dokunulmazlığı düşüncesine dayanır. Devlet toplumu oluşturan bireylere insan onuruna yaraşan bir yaşam sağlamakla yükümlüdür. Devlet bu pozitif yükümlülüğü gereği üçüncü kişilerin/toplumun zarar görmesi durumları dışında kişinin özerkliği üzerinden temellendirmelidir. Devlet yurttaş olarak tanımladığı kişilerin tedaviyi reddetme, durdurma hakkını, hatta tıbbi müdahale sırasında isteğini açıklayabilecek durumda bulunmayan hastalar için önceden açıklamış olduğu isteklerin göz önüne alınması gerekliliğini benimsediği gibi, aynı hakları mahpuslara da tanımalıdır. Aksi bir yaklaşım cezalandırma aşamasına kadar hukuk önünde eşit kabul edilen kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılmasıyla ötekileştirilmesi, hak taşıyıcı özelliğinin yok sayılarak insan olmaktan çıkarılması anlamına gelmektedir. Devletin mahpusu insan olmaktan çıkarma, yok edilmesi gereken düşman olarak tanımlama yetkisini kendinde görmesi; insanların ötekileştirilmesi, onurunun zedelenmesi anlamına gelecek ve insan olmanın değerine saldırıyla birlikte kişiyi araçsallaştıracaktır. Siyasi iktidarların tutumu ve hakim ideolojinin ötekileştirilen, düşmanlaştırılan insanların toplumdan uzak tutulmaları gerekliliğini sürekli olarak vurgulaması, toplumu kayıtsızlığa sürükleme ve toplumsal çatışmaları körükleyebilme potansiyeli taşımaktadır. Tüm bunlarla kişinin ötekileştirilmesi, ayrımcılık yapılması eşitsizliği körükleyecek ve kurucu ilkesi eşitlik olan insan hakları ve modern toplum kavramlarının tümden göz ardı edilmesini getirecektir. İnsan hakları temelli bakış, insanı ötekileştirmeye izin vermez.
Zorla müdahale ya da beslemenin, özerk kararın reddi olarak hak ihlali oluşturacağı açıktır. Hak ihlallerinin de tahakküm üzerinden yürüdüğü göz önüne alındığında söz konusu uygulamayla ceza gereği alıkonulma ile gerçekleşen tahakkümün derinleşmesi kaçınılmazdır. Tahakküm, özne olmaktan çıkartarak kendi amacının, isteminin nesnesi haline getirerek, değersizleştirerek kişi üzerinde egemenlik kurmadır.
Devlet söz konusu değerlendirmedeki yaklaşımıyla, bir yurttaş olarak grevcinin haklarının gerçekleştirilmesi olanağını sağlama ödevinin yerine, ilahi bağlamla yaşamın kutsallığı temellendirmesine dayanarak, bir taraftan hekimleri araçsallaştırırken diğer taraftan hem açlık grevcisinin onurunu bir kez daha zedeleyerek cezalandırmakta, onu yurttaş olarak görmediğini göstermekte hem de kendi gücünün sorgulanmasına engel olmayı istemektedir. Böylece yaratılan yeni hak ihlalleri ile şiddet ortaya çıkmakta, bu durum da bize tahakkümün güçlendirilmesinin amaçlandığını düşündürmektedir. Siyasi iktidarlar açlık grevleri ve ölüm oruçlarında “talepleri dinlemek, müzakere etmek ve temel haklarla ilgili sorumluluklarını yerine getirmek” yerine yaşam tehdidi ve sağlığın bozulması tehdidini öne çıkararak konuyu tıbbileştirmekte ve hekimleri de işkence veya kötü muamele anlamına gelecek zorla müdahale uygulamalarının bir parçası olmaya zorlamaktadırlar.
İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi zorla müdahaleyi ve kişinin onurunun, beden dokunulmazlığının ve bütünlüğünün hiçbir durumda ihlal edilemeyeceği düşüncesiyle hazırlanmıştır. Bakanlığın yazısında uyulması gerekli olduğu belirtilerek atıf yapılan İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin “müdahale sırasında isteğini açıklayabilecek durumda olmayan kişinin önceden açıklamış olduğu isteklerin göz önüne alınacağı” ilkesine yer verilmeyerek adeta Sözleşmenin müdahaleyi meşru kıldığı izlenimi yaratılmıştır. İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin 8. maddesi ancak ve ancak, acil bir durum nedeniyle muvafakatin alınamaması halinde, ilgili bireyin sağlığı için tıbbi bakımdan gerekli olan herhangi bir müdahalenin yapılabileceğinden söz etmektedir. Açlık grevi ve ölüm oruçlarına katılan kişilerin durumu ise “acil” olarak nitelenemez. Tam aksine sağlık tablosu, gün gün ilerleyerek belirli bir sürenin sonunda ağırlaşmaktadır. Bakanlığın değerlendirmesinde de açıkça görüldüğü gibi açlık grevi veya ölüm orucu kararı veren kişinin alıkonulma yerlerinde ilk günden itibaren hekim kontrolünde olmasının sağlanması gereklidir ve bu devletin ödevidir. Söz konusu eylemlilik süreci yapısı gereği uzun erimlidir. Bu nedenle eylemcinin tüm süreç boyunca bilimsel ve etik ilkeler doğrultusunda sağlık hizmeti alması gerekliliği kişinin açlık grevi kararını özerk bir biçimde alıp almadığının değerlendirilmesine olanak tanımaktadır. Hekiminin, aydınlatılmış onam ve muvafakat alma konusundaki sorumluluğunu yerine getirmeksizin, “acil durum” veya “hayati tehlike” veya “bilinç kaybı” gerekçeleriyle müdahale etmesi kusurlu bir davranış olacaktır. Müdahale sırasında isteğini açıklayabilecek durumda olmayan kişinin önceden açıklamış olduğu isteklerinin göz önüne alınması gerekir. Ayrıca kurum hekimi dışında açlık grevcisiyle karşılaşan hekimin, öncelikle aydınlatılmış onamının ve/veya “önceden açıklamış olduğu isteklerin neler olduğunu” araştırması, sözlü ve yazılı onamının bulunmaması halinde gerekirse hekimi, avukatı, ailesi, arkadaşları ile görüşüp isteğinin/talimatının ortaya çıkarılmasına çabalaması ve kanuni temsilcisinin iznini alması gerekecektir. Ancak ve ancak bunların hiçbirinin olmadığı, kişinin iradesinin/isteğinin açıklığa kavuşturulmadığı durumda Malta Bildirgesi’nin 18. Maddesi’nde yer alan “Kişiyle görüşme hiçbir şekilde mümkün olmamışsa ve önceden verilen hiçbir talimat yoksa hekimler kişinin çıkarlarına en uygun olanın ne olduğu yönündeki yargılarına uygun olarak hareket etmelidirler. Bu, fiziksel sağlığının yanı sıra açlık grevcisinin önceden ifade ettiği isteklerinin, kişisel ve kültürel değerlerinin dikkate alınması anlamına gelir. Açlık grevcilerinin önceki isteklerinin ne olduğuna dair hiçbir kanıt yoksa hekimler, üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın, besleyip beslememeye karar vermelidir.” hükmü işletilebilir.
TTB Özgürlüğünden Yoksun Bırakılan Bireylere İlişkin Bildirge’de de hak bakış açısı gereği eşitliğin gerçekleştirilebilmesi açısından hekimin öncelikli ödevinin her durumda insan sağlık ve onurunu korumak, ayrımcılık yapmamak, hekimlerin mesleklerini etik duyarlılık, mesleki özerklik ve klinik bağımsızlıkla yürütmek zorunda olduğu belirtilmiştir. Ayrıca hekimlerin insan haklarının korunmasındaki özel konumları ve hak ihlallerinin ilk tanıkları olmaları nedeniyle ihlallerin kayıt altına alınması, işkenceye ve diğer kötü muamelelere katılmaması, onaylamaması, hoş görmemesi, göz yummaması, hakikatin ortaya çıkarılmasına destek vermesi ödevlerine de vurgu yapılmıştır. Yine aynı bildirgede açlık grevleri ile ilgili olarak da “Bir mahpusun beslenmeyi reddetmesi durumunda, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varabilecek durumda olduğu kanaatine sahipse, kişinin özerkliği ve tedaviyi ret hakkı korunarak bu kişiyi başka yoldan beslemeyecek ve herhangi bir tıbbi müdahalede bulunmayacaktır. Mahpusun böyle bir yargıya varma yeterliliğiyle ilgili karar, en azından başka bir bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Karar verme yeterliliği olan kişilere zorla tedavi uygulanmamalı ve onları zorla açlık grevinden vazgeçirmeye çalışılmamalıdır. Karar verme yeterliğinin kaybı durumunda, kişinin yeterliliğe sahipken yapay besleme dahil olmak üzere tedaviye yönelik verdiği beyan ve istemleri dikkate alınır. Hekimlerin kişinin isteğinin ne olduğu konusunda ciddi kuşkular beslediği durumlarda, herhangi bir beyana büyük bir dikkatle yaklaşılmalıdır.” ifadelerine yer verilerek mesleğin evrensel ilkeleriyle bütünlük sağlamıştır.
Sonuç
Zorla müdahale; uygulama sırasında kullanılan yöntemler, kişinin fiziksel ve ruhsal sağlığının bozmakta, yaşama ve sağlık hakkını ortadan kaldırmaktadır. Kaldı ki Türkiye’de ve dünyada doğrudan zorla müdahale kapsamındaki girişimler sonucu insanların yaşamını yitirdiği ya da sağlıklarının zarar gördüğü durumlara çokça tanık olunmuştur. Hekimler tüm bu nedenlerle zorla müdahalenin aslında yaşamı kurtarmadığını, aksine yaşam hakkını tehdit ettiğini, hekimle hastası arasında var olan tüm ilişki ve diyalog olanaklarını tükettiğini, açlık grevi yapan kişinin belki de hayata tutunduğu son bağı kopardığının farkında olmalıdırlar.