25 Kasım Kadına yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü

Türk Tabipleri Birliği Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu, 25 Kasım 'Kadına Yönelik Şİddete Karşı Uluslarararası Dayanışma ve Mücadele Günü' dolayısıyla bir yazılı açıklama yaptı.
24.11.2008
 

BASIN AÇIKLAMASI

'Küresel krizin ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları en fazla kadınları etkileyecek'  

Yarın 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü. Türkiye'de 2008 yılında da kadınlar şiddetle yaşamaya devam ediyor. Şiddeti uygulayanların buldukları yollar o kadar çeşitli ki, her gün kendini başka başka biçimlerde gösteriyor. Kız çocuklara anne sütü vermemek ve doktora götürmeye değer görmemek, okula göndermemek, erken yaşta ya da zorla evlendirmek ve gebe bırakmak, kaçırmak, tecavüz, karanlıkta aç hapsetmek, ensest girdabında yalnız bırakmak, ebeveyn rızası ile cinsel taciz ve tecavüz, kadın ticareti ağlarına düşürmek, öldürüp parçaladıktan sonra şehir çöplüklerine atmak bu yıl kadınların şiddet ajandasının öne çıkan başlıkları. Önümüzdeki yıla dair bilimsel tahminlerimiz korkutucu, ancak umutlarımız var. Küresel krizin ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçlarının en fazla kadınları etkileyeceğini, ülkedeki kadın erkek eşitsizliğini artıracağını, toplumsal şiddetin kadınları daha ağır etkileyeceğini ve doğrudan kadınlara yönelen şiddetin ağırlaşacağını söylemek bir kehanet değil.

Türkiye'de 2007 yılı itibarıyla 15 yaş ve üzeri 26.138.104 kadın yaşamaktadır. Bu kadınların yaklaşık %75'i evlidir. TÜBİTAK araştırmasına göre evli kadınların %34,5'i hayatları boyunca en az bir kez dayak yemektedir. Türkiye'de neredeyse tamamı kabul edilemez bulsa da, aile içinde dayak yemek her on kadından üçünün günlük yaşamının bir parçasıdır. Bu veriye dayanarak Türkiye'de yaşayan yaklaşık 7 milyon kadının eşinden dayak yemiş olma gerçeği ile hayatına devam ettiğini söylüyoruz. Gerçek boyutu böyleyken, buzdağının su yüzüne çıkan kısmı çok çok küçüktür. T.C. Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı'nın 2006-2007-2008 asayiş raporuna göre polis sorumluluk alanında güvenlik güçlerine yansıyan 2006 yılında 17 bin 64; 2007 yılında 22 bin 330; 2008 yılının ilk sekiz ayında ise 13 bin 421 ?aile fertlerine kötü muamele' vakası vardır. Her birinin ayrı vakalar olduğu varsayımı ile toplamı 52 bin 815 olan vaka sayısına bakıldığında, güvenlik güçlerinin evlerde yuvalanmış şiddetin %1'inden daha azına ulaştığı anlaşılmaktadır, geriye kalan 6 buçuk milyon kadın ve çocukları yalnızdır. Devlet ve toplum treni kadınların bağırışlarına, ağıtlarına, kanlarına, ölümlerine, çocuklarının korunmasızlıklarına rağmen pencerelerinden el sallayarak yoluna devam etmektedir.

Kadınlara şiddet uygulanması bir insan hakkı ihlalidir. Bu nedenle, İnsan Hakları Sözleşmesine, Çocuk Hakları ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmelerine taraf olmuş Devlet, her bir kadının ve kız çocuğunun can güvenliğini, beden dokunulmazlığını, haklarını, ve sağlığını korumak yükümlülüğü altındadır. Bu yükümlülük, Devletin asli görevidir.

 

Ancak kadına yönelik şiddet sorununun esas nedeni olan kadın ve erkekler arasındaki eşitsizliği ve dolayısıyla ayrımcılığı görmezden gelerek kadınların şiddetle karşı karşıya kalması gerçeğini değiştirmek mümkün değildir. Eşitsizlik ve ayrımcılık Türkiye'de hala en ileri boyutlarıyla sürmektedir. Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Raporlarında yer alan ve 1997 yılından bu yana hesaplanan Toplumsal Cinsiyet Geliştirme Eksenli Gelişme Endeksi (Gender Related Development Index; GDI) ve Toplumsal Cinsiyet Güçlendirme Endeksine (Gender Empowerment Index; GEM) göre Türkiye'de kadın erkek eşitliği alanında gerçek bir ilerleme yoktur. Toplumsal Cinsiyet Geliştirme Eksenli Gelişme Endeksi hesaplanırken bakılan doğuşta beklenen yaşam süresi, yetişkin okuryazarlık yüzdesi, tahmini gelir düzeyine bakılmaktadır. Toplumsal Cinsiyet Güçlendirme Endeksi hesaplanırken ise parlamentodaki kadın parlamenterlerin sayısı, kamu ve özel sektördeki kadın yöneticilerin yüzdesi, serbest mesleklerde ve teknik alanlarda çalışan kadınların yüzdesi ve erkeklere göre kadınların aldıkları ücret düzeyine bakılmaktadır. Dünya Ekonomik Forumunun Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksine göre ise Türkiye Avrupa'nın en geri ülkesi ve Dünya ülkeleri arasında 122. sıradadır.

Türkiye'de kadın erkek eşitliği adına sağlanan gelişmelerin yetersizliği ve diğer ülkelerdeki gelişmeler nedeniyle, Türkiye ülkeler sıralamasında giderek daha da geriye düşmektedir.

Bu nedenlerle kadına yönelik şiddete son verilmesi için Devletin bütün ilgili kurum ve kuruluşlarını gerçekten sorunu çözmek için göreve çağırıyoruz. Konuyu bir merhamet ve şefkat meselesine indirgeyerek kadınlara yönelik şiddeti ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bugün, şiddet gören kadınlara ve çocuklara sığınak ve rehabilitasyon sağlama görevini devlet tam olarak yerine getirmemektedir. Kadınlar, iyiliksever insanların ya da belediye yönetimlerinin insafına terkedilmiştir. Devleti yönetenlerin şiddet konusundaki yaklaşımlarını şapkalarını önlerine koyarak yeniden değerlendirmeleri gerekmektedir. Başta Başbakan olmak üzere karar veren ve yönetenlerin sözleri ve yaklaşımları kadınları şiddet atmosferinden çıkarmaya hizmet etmemektedir. 

Sayın Başbakan'ın 'Üç çocuk yapın' sloganıyla, 'Çocukları yaşlı anne babalarına bakmıyor, bir bakıcı tutup baktırıyormuş' ifadelerinin aslında ne anlama geldiğini çözümleyecek olursak; kadınların yaşamdaki esas işlevinin çocuk doğurmak ve onlara bakmak olduğunu, artan yaşlı nüfusun bakımından da kadınların sorumlu olduğunu söylediğini görürüz. Bir başka deyişle, Başbakana göre kadınların evlerinden çıkıp, okuyup, çalışmaya başlamaları yüzünden ailelerin çocuk sayıları azalmış, yaşlıların bakımı sorun olmaya başlamıştır. Ancak burada unutulan temel bir gerçeği hatırlatmak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Anayasasına göre sosyal bir devlettir. Nüfusun planlanması ve yaşlıların bakımı ile ilgili sorunları çözmekle görevli olanlar kadınlar değil, Devletin yönetiminden sorumlu kişiler, sosyal devletin ta kendisidir. Sayın Başbakan yukarıdaki sözleri ile kadınların doğurganlıkları üzerinden ulusal stratejik planlar yapıp üst düzey şiddet uygulamakta, ve bireysel özerkliği, hatta namus cinayetlerinde olduğu gibi hayatı, kocası ve aile büyükleri tarafından ipotek altına alınabilen kadınların maruz kaldığı baskıyı pekiştirmektedir.

Kadına yönelik şiddet olgusu tam da Başbakanın ifadelerinde kendini gösteren anlayıştan beslenmektedir. Kadına yönelik şiddetin şekli ve yoğunluğu ne olursa olsun, özünde kadının kendisine tanınmış olan sosyal rolün dışına çıkmasını önleme isteği yatmaktadır. Kadının 'hayır' demesi, kadının 'ben varım' demesi, çalışmak istemesi, camdan dışarı bakması, sevdiği erkekle buluşması, kocasına karşı gelmesi hep şiddet nedenidir. Bütün bu durumlarda kadına yönelik şiddetin verdiği mesaj aslında hep tek bir anlama gelmektedir: 'Sana tanınmış olan kadınlık rolünün dışına çıkmamalısın, çıkamazsın'.

Bu yaklaşımla, kadına yönelik şiddetin önlenmesi mücadelesi bütün alanlarda cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması için mücadele etmekle olanaklıdır. Bu iki meseleyi birbirinden ayırıp, sorunun çözümünü göstermelik proje ve kampanyatif çalışmalara havale ederek hiç bir yere varılamaz. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için oluşturulan yasal çerçeve önemlidir. Ancak sorunun hiç ortaya çıkmadan önlenmesi şiddetin hiç yaşanmaması çok daha büyük önem arz etmektedir.

Kadına yönelik toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kaldırılması için, kadına yönelik pozitif ayrımcılık ilkesi temelinde ve 'şiddete sıfır tolerans' yaklaşımı ile kararlı politikalar izlenmelidir.

Aynı zaman da bir halk sağlığı sorunu olarak gördüğümüz şiddetin önlenmesinde sağlık alanın önemli bir köprü olduğunu düşünüyoruz. Sağlık Bakanlığının bu konuda aktif tutum almasını öneriyor; kadına yönelik şiddetle mücadelede sosyal devletin görevleri olarak tanımlanan ve aşağıda sadece birkaçını