”Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” Hakkında Etik Kurul Görüşü

Özgecan Aslan’ın 2015 yılında katledilmesi, gittikçe yaygınlaşan ve eril söylemler eşliğinde yaşama geçirilen kadının kamusal alandan uzaklaştırılmasına yönelik cinsiyetçi politikalar ile kadına yönelik taciz ve şiddetin her geçen gün artarak devam ettiği ülkemizde toplumsal tepki yaratmıştır. Söz konusu tepkilerin de etkisiyle 2016 yılında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle yapılan toplantıda Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı tarafından “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” yayımlanmıştır. YÖK’ün 28.05.2015 tarihli Genel Kurul kararına dayanılarak hazırlanan belgede, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temel bir problem olarak mevcut olduğu belirtilerek YÖK’ün bütün bileşenlerinde toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hareket edileceği taahhüt edilmektedir. Konuyla ilgili farkındalık çalışmaları kapsamında YÖK’te, 26 Nisan 2018’de “Yükseköğretimde Toplumsal Cinsiyet Eğitimi Çalıştayı” düzenlenmiştir. Ancak toplumun muhafazakârlaştırılması, kutuplaştırılması, yaşamın dinselleştirilmesi üzerinden sürdürülen politikaların ve söylemlerin etkisiyle Şubat 2019’da, bu sefer toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının “farklı algılara yol açtığı, toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediği” gerekçeleriyle tutum belgesi geri çekilmiş ve YÖK’ün web sayfasından kaldırılmıştır.

Sürecin bilimin merkezi olarak kabul edilen üniversite ortamında yaşanması ve üniversitelerden konuyla ilgili herhangi bir açıklamanın yapılmaması yanı sıra söz konusu tutum belgesinin onu yayımlayan YÖK Başkanınca kaldırılmış olması, kabul edilemez ironik bir durumdur. Tıp mesleğinin en temel ahlaki ödevi olan ayrımcılık yapmadan herkese eşit olarak sağlık hizmeti sunmanın ancak toplumsal cinsiyete duyarlı bir tıp eğitimi ve mesleki uygulama ile sağlanabilecek olması, konunun TTB Etik Kurulunca ele alınmasının önemini ve gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Toplumsal cinsiyet kavramı

İnsana dair birçok özellik konusunda topluma egemen olan düşünme biçimi, farklı tarihsel dönemler ve farklı kültürler dikkate alınmadığında, evrensel ve insanın özüne aitmiş gibi bir yanılsamaya neden olabilmektedir. Oysa, herhangi bir yapının nasıl kavranabileceği ile ilgili düşünce biçimi kişinin zihinsel gelişimini sürdürdüğü sosyal bağlamdan etkilenmektedir. Cinselliğin temel ve yegane işlevinin üreme olduğu varsayıldığından, cinsiyetle ilgili temel belirleyenin üreme ile ilgili bedensel özellikler olduğu kabul edilir ve cinsiyet birçok toplumda kadın ve erkek olarak ikili bir düzen içinde değerlendirilir. Cinsiyet ikili bir düzende kurulduğunda; insanlar, sınırların belirgin, ayrımların mutlak olduğu cinsiyet kategorileri içinde ele alınır. Bu anlayışın diğer bir öğesi de, cinsiyetin sadece iki kategoriden ibaret olduğudur. Ancak cinsiyetle ilgili bu iki temel yaklaşım, ne tüm toplumlarda ne de tüm tarihsel dönemlerde geçerlidir. Üstelik uzun süredir birçok farklı disiplinde yürütülen bilimsel çalışmalar, bu yaklaşımların aksi yönde bulgular vermektedir.

İkili cinsiyet yaklaşımı, erkek ve kadının doğalarından kaynaklanan özellikleri temel alınarak bedensel, ruhsal, ve toplumsal olarak farklı kategoriler içinde değerlendirilmesini gerektirir. Doğumda insanın sahip olduğu üreme organları temel alınarak kişilerin iki cinsiyetten birine dahil oldukları belirlemesi yapılır. Oysa, bedenin cinsiyetle ilişkilendirilen özellikleri üreme organlarıyla sınırlı değildir; üreme organlarının gelişimini belirleyen kromozom bileşimi, doğum öncesi üreme organlarında, ergenlikle birlikte bedenin diğer özelliklerinde farklılaşmaya neden olan hormonlar ve bu etkilerle şekillenen anatomik yapılar, bedensel cinsiyet olarak değerlendirilir. Bugün bu özellikler açısından, insanların tüm üyelerinin, mutlak bir şekilde birbirine benzeyen ve diğer grup üyelerinden farklı olan kategoriler halinde var oldukları varsayımının doğru olmadığı; insanların cinsiyetle ilişkilendirilen bedensel özellikleri açısından geniş bir aralıkta gözlenebilen bir devamlılık içinde yer aldıkları ve çeşitlilik sergiledikleri bilinmektedir. Büyük gruplar arasında anlamlı farklılıkların saptanabildiği birçok biyolojik özellik açısından, her bireyin farklı cinsiyetlerle ilişkilendirilebilen özellikleri bir arada sergileyebildiği bilinmektedir. Bu cinsiyet kategorilerine dahil edilen kişilerin bedensel olarak mutlak bir şekilde benzerlik gösterdiği varsayımı, bu iki grup içinde beklenenin dışında özellikler sergileyen bireylerin zorlanmalarına neden olmaktadır. Bunun da ötesinde, cinsiyet kategorileri arasında grup düzeyinde saptanan bedensel farklılıklar, üstünlük ve zayıflık olarak değerlendirmelere zemin hazırlamaktadır.

Cinsiyet kategorileri sadece bedensel özellikler üzerinden tanımlanmamaktadır. Toplumsal hayat içinde sergilenen giyim, görünüm, toplumsal ödev ve davranış özellikleri de cinsiyetle ilişkilendirilmektedir. Cinsiyetin bu özelliklerle toplum içinde kurulan, şekillenen yönüne “toplumsal cinsiyet” denilmektedir. Toplumsal cinsiyet ile ilişkilendirilen özelliklerin tümünün bedensel özelliklerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. İçinde geliştikleri kültüre özgü bir şekilde, bu özellikler gruplandırılarak “erkek” ve “kadın” cinsiyetleri inşa edilmektedir. Kültürle ilişkili ve toplumsal yönleri olsa da, bu özellikler aynı kültür ve toplumda yaşayan tüm bireyler için benzerlik taşımayabilir. Aynı toplumda farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, hatta aynı mekan ve zamanda farklı bireylerde, dahası aynı bireyin farklı yaşam dönemlerinde, kişiler bu özellikleri açısından geniş bir çeşitlilik sergilerler. Bununla birlikte, toplumların cinsiyetle ilgili egemen düşünce biçimi doğrultusunda olmasını bekledikleri bireylerin cinsiyet ifadeleri ile ilgili özellikler kümesi, “cinsiyet rolü” olarak adlandırılır. Cinsiyetle ilgili egemen düşünceye göre, değişen derecelerde, farklı cinsiyet kategorilerinin sergilemesi beklenen özellikleri arasındaki sınır, az ya da çok belirgin olabilmektedir. Kişilerin dahil oldukları cinsiyet kategorisinin tüm özelliklerini tam zamanlı olarak sergilemeleri, bunun da yaşam boyu tutarlı şekilde devam etmesi beklenmektedir. Oysa insanların toplumsal cinsiyet özellikleri, yaygın bir şekilde bu kategorileri ve belirlenen sınırları ihlal etmektedir. Beklenen toplumsal cinsiyet özellikleriyle uyumlu olmayan cinsiyet ifadesi olan bireyler, ikili cinsiyet düzeninin katı bir şekilde benimsendiği toplumlarda önemli güçlükler yaşamaktadırlar.

Toplumsal cinsiyet özellikleri, bedensel özelliklerle doğrudan ilişkili olmamalarının yanı sıra ruhsal özelliklerle de bağlantılı değildir. Belirli bir cinsiyetin, özü gereği, belirli duygusal ve bilişsel yönleri olduğu iddiası pek çok durumda geçerli değildir. Gruplar arasında saptanabilen farkların ne ölçüde cinsiyetle ne ölçüde toplumda kurulan cinsiyet kategorileriyle ilişkili olduğu bilinmemektedir. Belirli bir cinsiyet kategorisinde değerlendirilen bireylerin, ruhsal ve sosyal özellikler açısından, her iki cinsiyetle ilişkilendirilen özellikleri farklı ölçülerde bünyelerinde barındırdıkları gözlenmektedir.

Cinsiyetle ilgili toplumsal düzeyde kurulan bu kategoriler, özellikle aralarında bir eşitsizlik olduğu öne sürüldüğünde ciddi sorunlara neden olmaktadır. Bu eşitsizlikler, sadece cinsiyetler arasında varsayılan farklılıklarla değil, bu farklılıklara dayandırılarak meşrulaştırılan hak ve sorumluluklarla da kendini göstermektedir. Bir başka deyişle, toplumsal cinsiyet, cinsler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerini de gösterir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, bedensel ve ruhsal farklılıkların değil, topluma egemen olan güç odaklarının, erkek egemen ideolojilerin ve dinlerin, üretim ilişkileri ve ekonomik düzenin üzerine kuruludur. Bir cins olarak kadınların ezilmesine yol açan kurumsal ve kültürel düzenlemeler ile bir uygulamalar bütünü olan ataerkil sistem, aynı zamanda kadınların bedenini, cinselliğini, doğurganlığını ve emeğini denetim altına almaktadır. Yüzyıllar içinde toplumların geniş kesimlerince benimsenen ve içselleştirilen, mülkiyet ilişkileriyle meşrulaştırılan ataerkil sistem, cinsiyet kimlikleri ve rolleri konusundaki bir dizi önkabulün yerleşmesine de yol açmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temel dayanaklarını oluşturan başlıca önkabuller, kadınlar ve erkeklerin gereksinimler, yetenekler ve işlevler bakımından farklı oldukları; erkeklerin “doğal” olarak güçlü ve akılcı oldukları, siyasal olanı ve devleti temsil etme, dünyayı yorumlama ve düzene sokma, devlet kurma ve uygarlık ürünleri yaratma yeteneklerine, kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakkına sahip oldukları; kadınların “doğal” olarak zayıf, akıl ve yetenekler bakımından erkeklerden aşağı,  duygusal ve dengesiz oldukları, bu nedenle siyasal ve kamusal alanın dışında kalmalarının uygun olduğu, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri nedeniyle günlük yaşamın ve türün yeniden üretilmesi işlevini taşıdıkları şeklinde özetlenebilir. Bu bağlamda eşitsizliğin toplumsal/yapısal kökenlerinin ötesinde gerekçelendirilmesi yönündeki çabalar, mevcut durumun meşru ve adil olduğunu kabul ettirmek için kullanılan en yaygın stratejidir. Sıklıkla bu eşitsizliğin biyoloji, yaratılış ve doğayla ilgili olduğunun öne sürülmesi, bu nedenledir.

Daha kişinin doğum anında dilde kurulan toplumsal cinsiyet kavramı üzerinden iktidar üretilmekte ve bunun üzerinden yaratılan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri eğitim, çalışma, sağlık ve barınma başta olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında etkili olmaktadır.

Hak bağlamında toplumsal cinsiyet

İnsan hakları kavramı, herkesin insan olmak bakımından sahip olduğu, dokunulamaz, değiştirilemez, devredilemez hakları olduğu kabulüne dayanır. Yapabilirliğin sınırını belirleyen diğer tüm hak bakış açılarını aşan ve onlardan farklı olan insan hakları rejiminin kurucu ilkesi, toplumsal talebin ifadesi olan eşitlik kavramıdır.

İnsan tarihinin en büyük kötülüklerinin yaşandığı, uygarlığın merkezinde insanın insan tarafından onuru yok edilerek kıyıma uğratıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası, böylesi insan hakları ihlallerinin tekrar yaşanmaması için rejimin düzenlenmesi amacıyla normatif bir yapı oluşturulmuştur. Bu yapı devletlerarası ancak devletler üstü bir yapıdır ve temel olarak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB)’nde ifade edilmiştir. Söz konusu Beyanname, ilk maddesinde “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” ve ikinci maddesinde ise “Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.” ifadeleriyle eşitliğe ve ayrımcılığa uğramamaya vurgu yapar. Görüldüğü gibi insan hakları rejiminin hem kurucu hem de düzenleyici ilkelerinin temelini, farklı bir algıya neden olmadan eşitlik kavramı oluşturmaktadır.

Bu bağlamda eşitliğe vurgu yapan “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi”nin üniversite ortamından kaldırılması, günümüzde yaşanmakta olan insan hakları rejiminin krizini de derinleştirecek yaklaşımdır ve etik açıdan temellendirilmesi olanaksızdır.