İZMİR TABİP ODASI KADIN KOMİSYONU ETKİNLİĞİ

8 MART 2009, İZMİR TABİP ODASI KADIN KOMİSYONU ETKİNLİĞİ

"İzmir'li Kadın Hekimler Anlatıyor-1"

Geçmişten Günümüze Kadın Hekimlik

Reyhan Akçay:

- Şu masanın üstüne çıkmak biraz sevimsiz geldi bize. Onun için hep beraber böyle yuvarlak bir masa etrafında sohbet edelim dedik, zaten bugün biz sohbet toplantısı yapacağız. Bu toplantının öyküsünü bize Zehra Hanım bize kısaca anlatacak, ben isterseniz sözü ona vereyim.

Zehra Mete:

        - Arkadaşlarım hepiniz hoş geldiniz. Değerli hocalarımızda bizi kırmadılar geldiler. Umarım onları tedirgin etmemişizdir. Çünkü ne yaptığımızı bizde aslında yaparken anlayacağız. Biz kadın komisyonunu kurduğumuzda, bunu niye kurduk, niye ihtiyaç duyuldudan başlarken aslında biz de ne kadar gerektiğini çok farketmemiştik ama içine girince gördük ki, kadına ait süreç biraz daha farklı işliyor Türkiye'de, diğer ülkelerde de. Ama biz kendi gerçeklerimizi görmeye çalışırken, oralarda, kendi gücümüz içinde kendi olanaklarımız içinde neler yapabilirizi görmeye çalıştık.

      Ve bu süreçte, 6 ay kadar bir zaman oldu, onun içinde bir arkadaşlarımızın bir emeği varsa onları değerlendirelim, önümüzde 8 Mart dünya kadınlar günü vardı, hemen akabinde 14 Mart dünya tıp bayramı vardı. Bu 2 arka arkaya gelen süreçte ressam, minyatür, seramik ve diğer sanat eserlerini yapan arkadaşlarımızın aslında çok fazla olduğunu ve aslında sergileyebilecek kadar çok sanat eserleri olduğunu gördüğümüzde bu biz heyecanlandırdı. Ardından çağrı yaptığımızda, birçoğu gelmemesine ve bu çağrıyı duymamasına rağmen, gerçekten, çok hoş bir sergileme süreci bize yaşattı. Şu anda sergi hala devam ediyor görmeyen arkadaşlar varsa gerçekten görülmeye değer.

      Ve onun arkasındaki zamanı da, 14 Mart ile bağlantıyı kurarken; biz tıp fakültelerine girdiğimizden neler yaşamıştık, şu anda neler yaşıyoruz diye sohbet ederken, bizim hocalarımız Cumhuriyet döneminin ilk kadın hekimleri kimlerdi, neylerdi, hem onların bi hatırlarını soralım, hem onlarla köklerimizi kuralım, bir çoğuyla okuldan sonra hiç görüşmemiş arkadaşlarımız var, aynı kentte olduğumuz halde. Ve bu süreci hem onlardan dinleyelim, hem bizler ne kadar yol katettik ve bizden sonraki kuşaklara da neler bırakabiliriz diye sohbet sırası bir gidiş oldu. Ve bunu değerlendirelim diye konuşurken, konuşma konuşmayı açtı ve biz en büyük hocalarımızdan başlayarak bunu ayda bir iki ayda bir becerebilirsek yapalım, hem köprüleri yeniden onaralım, hem onlarla sohbetimizi sağlamlayalım, hem de bize bir dayanak, hem daha ilerisi için de bir yok gösterici niteliği olsun istedik. Umarım bunu başarabiliriz ve devamını getirebiliriz. Daha fazla sözü uzatmanın gereği yok ben Reyhan hanıma bırakıyorum, teşekkürler.

Reyhan Akçay:

        - Benim rolüm nedir derseniz kolaylaştıracağım ben. Hep beraber göreceğiz bu rolü nasıl yapacağız ve bundan sonra neler olacak. Daha önce konuklarımızla konuştum. Onlarla konuştuğumuz çerçevede nasıl gideceğiz onu aktaracağım. İki tane değerli konuğumuz var. Zorlu bir meslek seçmiş, başarıyla bu süreyi tamamlamış, doktor Bedriye Kot ve doktor Güzin Aksu.  Öncelikle soruyu, bu mesleği seçmenizde rol oynayan etmenler ne oldu, tıp hayatına nasıl atıldınız, nerede atıldınız, bu soruyu ben sorarak başlayayım diye görüştüm. Kendileri yanıtlarken, ara ara soru sorulabilir tabii ki dediler, konuyu açabiliriz. Onun için bu şekilde götürelim diye düşündük. Konuklarımızı çok da yormayalım dedik, 1 saatlik bir süreçte bu söyleşimizi tamamlayalım diye planladık. Onlarda bizi kırmadılar buraya geldiler. İsterseniz sırayla ben söz vereyim Bedriye hanımdan başlayarak. Kendisinin ricası; arada soru sorulabilir, konuyu ben daha derinlemesine açarım dedi. Sırayla devam edeceğiz, buyrun hocam.

Bedriye Kot:

        - Efendim evvela ben size hoş geldiniz diyorum çünkü burayı kendi evimiz gibi kabul ettiğimizden,  hepinize hoş geldiniz diyorum. Tanımadığımız bazı arkadaşlarımız var. Bir kısmı, arada gördüğümüz aynı yerde çalıştıklarımız ama bir kısmı fakülteden mezun olurken ayrılmış gitmişiz, sonra bir dönem birbirimizi kolay kolay görememişiz. Onun için ben dedim arkadaşlarımızı ne zamandır görmedik. Öyle eli boş gitmek ayıp olur. Buraya kadar yağmurda boşuna yorulup gelmiş olmasınlar istedim. Eğer sıkılmazsanız ben size getirdiğim iki küçük hediye, iki küçük projedir bu iki hediye eğer kabul ederseniz sunmak istiyorum. Bizim için kolay değil bu yaştan sonra her şeye koşmak, o kuvveti de ancak sizde bulabiliriz, bizlerde olmasına artık imkan yok. Ne kadar örtmek istesek de , bakmak istemesek de bir yerden açık veriyor. Ama buna da çok şükür tabii neler var daha dünyada neler var. Biz de tabi geriatri bölümleri, özel yerlerimiz var fakat benim soracağım bunla alakalı değil de, ben iki şeyi size sormak istiyorum. Bugün biraz aceleye geldi, aslında dediler sen bir şeyler söyleyeceksin ama ben ne söyleyeceğimi pek bilmiyorum. Böyle boş konuşacak olduktan sonra bunun pek kıymeti yok değil mi? Onun için Şakir Bey'den rica ettim, alelacele bir şeyler karaladım ve o karaladığım şeyleri de kendisinden arkadaşlarımıza sunmasını istedim. Daha sonra onlar üzerinden tartışmamızı hep beraber yapabiliriz. Eğer onda başarılı olursak eminim ki bu akşam çok değerli bir iş yapmış olacağız. Evet Şakir Bey, acaba siz bize biraz bilgi verebilir misiniz?

Reyhan Akçay:

-      Hocam siz söz alacak mısınız yoksa ben sorumu yineleyeyim mi?

Şakir Bey:

-      Ben size hoca hanımın projelerini takdim edeceğim yazılı olarak.

Reyhan Akçay:

-      Şakir Bey sizin o projelerinizi bize yazılı olarak sunacak. İsterseniz sorumu yineleyeyim. Tıp mesleğini seçmenizde rol oynayan etmenler nelerdi? O zamanlar herhalde kadın hekimlerin çok fazla olduğu bir dönem değildir. Tıp eğitiminde kadınların çok ağırlıklı bir oranı yoktu diye düşünüyorum o yıllarda. Yanlış mı düşünüyorum?

Bedriye Kot:

-      Efendim bunda tabi ailenin çok büyük tesiri var. Mesela ben bir hekim kızıyım. Tabii hekim kızı olduğunuz zaman çevrenizde hep onun arkadaşları hocalarınız akrabalarınız hiç yabancı olmuyorlar. Yani gittiğiniz zaman kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz. Evinizde gibi hissedersiniz. Onun dışında tabi bazı yarım kalmış yapılması gereken, işler var tabi her tarafta olduğu gibi. Vakit yetmemiştir maddi imkan bulunamamıştır. Ve böyle askıda kalmıştır. Onlara bir çözüm getirme isteği var hepimizde. Ama bu çözüm yolunu getirmek için de, gene bazı şeyler yapmak lazım. Ben bütün bunlardan sonra yalnız iki tanesini seçtim aralarından. Yani sıkıldığınız zaman lütfen bırakın ama bi söyleyeyim dedim. Nasıl başladı dediğiniz zaman, biz çok özel bir devreye gelmiştik. Bizim mezunlarımız mesela burada Yavuz beyin kızı var, Şakir Bey var ve gene genç olan ama bunları görmüş arkadaşlarım var. Bunları tanıtmak için şöyle bir şey yapalım. Bizim ekskliklerimizden bir tanesi şu efendim, tabii böyle bir toplantıya gittiğimiz zaman, bazı arzularımız var. Yurtdışında, herkes zaman içinde gidip görmüştür, gittiğim vakit, bahçesinden girerken, salonundan girerken, hemen başında ne görünür?  Ya büyük bir resim vardır, ya büyük bir heykel vardır, bir büst vardır. Sizler görmediniz ve biz buraya ayak bastığımız zaman, bir nevi çöldü diyelim. Bomboştu, hiçbir şey yoktu. Ama bir hocamız bunu ele aldı ve kendi ailesini ikinci planda bırakmak şartıyla bile yaptı. Bu bizim Muhittin Erel hocamızdı, ordinaryus profesör. O zamanlar ordinaryus profesörlerimiz vardı. Ama şimdi artık çok hocalarmız profesölerimiz olduğu için ordinaryusları kaldırdılar ortadan, yok. Tek tük böyle ordinaryuslarımız var. O zamanlar çok vardı. Bu ordinaryus profesörlerimizden, bizim yanımızda olanlar çok hakikatlı hocalardı, yani ideal hoca diyebilirim.

    

      Bizimle, her şeyimizle ilgilenen, eksiklerimizle ilgilenen kimselerdi. Ve bir de o dönem çok garip bir dönemdi. Savaşların olduğu, Almanya'da karışıklıkların olduğu dönemlere rastlıyordu. Ve böyle olduğu içinde tabii ki her şeyi bir araya getirmek mümkün olmuyordu. Sonra ele alınıp bir şeyler yapılmak istendi, ondan sonra ele alındı tabi her tarafta bir şeyler yapılmak istendi ama gönlün istediği kadar sonuca ulaşmak pek kolay olamadı. Bunun maddi tarafı da var başka tarafları da var.

Seyirci:

-      Hocam tıbbı seçerken hiç zorlandınız mı? Size olumsuz etkide bulunan hiç oldu mu?

Bedriye Kot:

-      Hayır. Efendim şimdi biz tıbbı seçerken rahmetli babamı, 3 kızı vardı, hepsinin de böyle bir muvaffakiyette olmasını çok istiyordu. babam bu işte o kadar çalışkan ve meraklıydı ki şöyle de bir şey yapardı, sabah 3 de bizi kaldırırlardı, biz ders çalışacağız dersek , bizi uyandırır babam kahve yapardı, Türk kahvesi, bize getirirdi. Ondan sonra biz otururduk bize anlatırdı. Bizim kesinlikle arkamızı bırakmazlardı, biz çok sıkı kontrol altındaydık her şeyde. Bu hazırlanma işleminde de kontrol altındaydık. Bırakmazdı, öyleydi ve  bir de babam bu işi yaparken biz onların etkisi altında kaldık. Arkadaşları doktor arkadaşları, o zamanlar onlar biliyorsunuz, fakülte şehir içinde değil de, Haydarpaşa'daydı. Haydarpaşa Lisesi olan yer eskiden tıp fakültesiydi. Sonra orasını tıp fakültesinden ayırdılar bu şekle dönüştürdüler. Bundan bir önceki yüksek düzey memurlarımız, rektörlerimize ben bahsetmiştim bu eksiğimizden. Yani bizim burasını bu hale getiren yaşlı bir insan olduğu halde, kendi ailesini burada bırakan, İstanbul'a gitmeyen, yani bu büyük fedakarlık herkes yapamaz. Bilirsiniz Muhittin Erel hocayı, tanıyanlarınız vardır. İnsanları çok iyi anlar, kendi kızı viyolinisttir. Hatta İstanbul'da birinci kemancıdır değil mi? Yani arzu edilen şekil o şekle dönüştürmekti. Bizim askıda kalan yapamadığımız isteklerimizden bir tanesi de, burayı büyük fedakarlıkla, ailesine bile evine bile gitmeyerek, buralarda oturarak, hiç bir şey olmadığı halde, vaha çöl bir yerde oturarak yapan bir hocamızdı. Ben de hep kapıdan girerken onun heykelini büstünü ararım, bulamadığım zaman da çok üzülürüm. Çünkü başka bir devlete gittiğiniz zaman, onun bir üniversitesine girdiğiniz zaman, hemen göreceksiniz, kapıda resim; altında şu tarihte doğdu, şu tarihte vefat etti, işte şununla meşhur oldu, şunu yaptı gibi muhakkak bir miktar bilgi onun hakkında bulursunuz.

Reyhan Akçay:

-      Çok haklısınız gerçekten.

Bedriye Kot:

-      Evet, hiçbir şey bulamazsınız. Hatta ben bir ara sormuştum, heykeltıraşlıkla uğraşan dallarmız var üniversitelerimizde. Hocalarımız içn gerekli özeni göstereceklerdir.

Reyhan Akçay:

-      Bu taleplerinizi bizlere zaten bildirdiniz Şakir hocaya verdiğiniz bir yazıda. İsterseniz biraz da Güzin hocama dönelim. Sizin öğrencilik yıllarınızla ilgili bize biraz bilgi verirseniz sevinirim.

 

Güzin Aksu:

-      Ben tıp fakültesine girerken ortamı biraz anlatmak istiyorum size öncelikle. Biliyorsunuz 1923'te Cumhuriyet ilan oldu, 1939'da ikinci cihan savaşı patladı. Cumhuriyet 16 yaşındaydı daha. Daha kendini doğru dürüst toparlayamadan tekrar büyük bir kaosun içine sürüklenmişti. Ben savaş patladığı zaman lise 2 de idim. Lise son sınıftayken nisan ayında okulları tatil ettiler çünkü Almanlar Bulgaristan'a kadar sarmışlardı. Çok büyük şiddetli savaşlar oluyordu ve ne olacağımız belli değildi. Bir taraftan da Almanlara karşı savaşa girmemek için baskı uygulanıyordu. Tabi ben 17-18 yaşında bir insan olarak bunların idrakında değildim henüz. Ve benim babam bir emekli harp malülü bir subaydı. Savaş olunca seferberlik ilan edildi ve babamı tekrar askere aldılar. Ve ekonomik durumuz, tabii ki biraz daha çünkü özel bir şirkette çalışıyordu ben o koşullarda, İstanbul'da ki Türkiye'nin ilk tıp fakültesiydi İstanbul Tıp Fakültesi. Başka da tıp fakültesi yoktu ve benim de tek seçeneğim oydu, oraya başladım 1941 yılı ekim ayında. Her şey bana çok doğal geliyordu. Yani bir dekanın bir rektörün söylediği Allah kelamı gibi, çok doğru, şimdiki gibi eleştirmek aklımızın kıyısından bile geçmiyordu. 1941 yılında tıp fakültesine başladım. Tabii ikinci cihan harbi de devam ediyor bir yandan. Ve ben yurda girdim, tek parti dönemiydi. 12 kişilik bir koğuştu kaldığımız yer ve ben şu anda düşünüyorum da, bu 12 kişilik koğuş büyük bir hayat tahsiliydi benim için. O bütün insanlardan orda ki çocuklardan ev ortamında öğrenemediğim pek çok şey öğrendim. Bizim Foça da bir Rizeli kaptanımız vardı Kabak Niyazi diye. onun bir kardeşi lise öğretmeniydi bir kardeşi albaydı, kendisi okuyamamıştı. Benim hayat tahsilim var derdi. Benim için de o 12 kişilik koğuş bir hayat tahsili olmuştu.

Reyhan Akçay:

-      Hocam bir şey soracağım koğuş kelimesini bilerek mi kullandınız? :)

Güzin Aksu:

-      Hayır, koğuş, bilmiyorum öyle geldi. :)

Reyhan Akçay:

-      Koğuş deyince bende olumsuz bir ifade oluştu da. Siz de "koğuşta" diye birkaç kez tekrarladınız merak ettim.

Güzin Aksu:

-      12 kişilik bir yatakhane.

Reyhan Akçay:

-      Olumsuzluk yok yani.

Güzin Aksu:

-      Yurdumuz eski bir ahşap konaktı bahçe içinde. Şu anda İran sefaretinin olduğu yerde, sanıyorum cumhuriyetin şeyi de ordaymış şimdi, Cağaloğlu'n da. Bizde, okula giderken sabahları caminin içinden avlusundan geçip kapalıçarşının içinden geçer, oradan Beyazıt'a çıkar, biliyorsunuz işte orda fakülte vardı.

      Şakir Bey:

-      Korkmadan geçebiliyor muydunuz? Orda mezarlıklar vardı.

      Güzin Aksu:

-      Hayır hayır. Nuri Osmaniye Camisi'nin avlusundan geçiyorduk ve her sabah ezan sesiyle uyanıyorduk ve o zaman ezan Türkçe okunuyordu.  "Tanrı uludur Tanrı uludur, Tanrı'dan başka yoktur tapacak. Haydi namaza, haydi feraha." Böyle bir güzel bir ortamdı yani. Doğaldı İstanbul, yani savaşın etkilerini ancak şöyle hissediyorduk, mesela karartma oluyordu arada bir. Pencerelerimize mavi kağıtlar kaplanıyordu biz yaptğımız zaman dışardan ışık sızsın diye. Bazen karanlıkta oturup şarkı söylüyorduk. Çayla kuru üzüm veriyorlardı bir de, böyle bir üniversite.

      Seyirci:

-      Bir şey sorabilir miyim? Koğuştaki diğer 11 kişi de bu fakültede mi okuyordu?

      Güzin Aksu:

-      Tabii tabii. Çoğu tıp fakültesindendi. Hepsi değil karışıktı, çeşitli insanlar vardı. Yani Anadolu'nun çeşitli illerinden, hatta bir İran' lı arkadaşımız vardı. Ona da iltifat ettiğin zaman; "o senin gözünün güzelliği" derdi.

      Şakir Bey:

-      Sınıfta kaç bayan kaç erkek vardı?

      Güzin Aksu:

-      Sınıfta mı? Sınıfımız 1500 kişilikti. Düşünebiliyor musunuz? Ciddi söylüyorum size. Türkiye'nin yegane tıp fakültesiydi. Ben sınıf arkadaşlarımdan, mesela Bedriye hanım da sınıf arkadaşım imiş. Ben sınıftan tanımıyorum kendisini, sonradan öğrendim. Yeni mezun olduğunu, böyle olunca sınıf arkadaşım olduğunu anladım. Bizim pratik gruplarımız vardı, 25-30 kişilik gruplar. Birbirimizi ordan tanıyabiliyorduk. Sonra sınav grupları vardı sınav gruplarında da yine bir arada olunabiliyordu. Hastaneler deyince...

      Reyhan Akçay:

-      Hastanelere geçmeden önce bir şey sorabilir miyim? 1500 kişiyle ders nerde yapılıyordu?

 

      Güzin Aksu:

-      Hatırlar mısınız bilmiyorum yine bir ahşap konaktı Zeynep Hanım Konağı mıydı?

      Şakir Bey:

-      Zeynep Kamil?

      Güzin Aksu:

-      Yok değil. Zeynep Hanım Konağı Beyazıt'taydı, yandı o sonradan. Büyük bir yangında yandı ama o konağın büyük bir salonu vardı, amfi gibi bir şey yapılmıştı ve bilmiyorum 1500 kişi toplanıyor muydu ama çok kalabalık toplanıyordu orda. Ve fizik kimya biyoloji gibi dersleri, ilk senelerde, orda eğitim görüyorduk. Hastanelere gelince, ayrıca bir tıp fakültesi kampüsü yani tıp fakültesi hastanesi diye bir şey yoktu. Biz sonraki yıllarda anatomi gibi, histoloji gibi, biyokimya gibi temel şeyleri Beyazıt'taki ana binanın içinde, ufak barakalarda görürdük. Sonradan hastanelere gitmemiz gerekince; Haseki'de kadın doğum, Çapa'da dahiliye, Cerrahpaşa'da cerrahlık, Bakırköy'de nöroloji ve psikiyatri, Şişli Etfal' de çocuk. Öyle taşınıyorduk. Yani Bakırköy'de stajımız varsa, Sirkeci garına gidiyorduk, trenle Bakırköy'e. O zaman ulaşım; babamın ekonomik durumu çok iyi değildi, bana 100 lira yurt parası gönderiliyordu ancak. 5 lira da harçlığım vardı. Ben o 5 liradan tramvay paramı ve diğer ulaşım paramı ve 2 çorap alabiliyordum. O zaman tek çorap kaçtığı zaman çekilmesi gerekiyordu. :) Bir sinema parası falan kalmıyordu yani işin açıkçası, ama mutsuz da değildim. Tramvaylar tıpış tıpıştı. bir seferinde bitlendim yani o kadar sıkışıklıktan. Bir de yurtta, ahşap konak olduğu için, hamam yoktu ve bize haftada bir hamam karnesi veriyorlardı. Bu şekilde, ben, Osmanlı hamamlarını, hamam kültürünü öğrenmiş oldum. Çok hoştu yani işte böyle bir üniversite öğrenciliği.

      Reyhan Akçay:

        - Tıp fakültesine giriş sırasında, bir sınav bir eleme var mıydı? İsteyen girebiliyor muydu?

      Güzin Aksu:

        - Hayır her isteyen değil de,  bizim zamanımızda iki tane lise bitirme sınavımız vardı. Bir tanesi lise bitirme bir tanesi de olgunluk. Lise bitime ve olgunluk notu pekiyi olanlar girebiliyordu. Ondan sonraki yıllarda sınav açıldı sanıyorum. Bizim zamanımızda yoktu sınav. Bizim çok büyük bir şansımız vardı, ancak şimdi idrak ediyorum. Bu Alman Nazi nezaretinden kaçan, Atatürk'ün davet ederek bize gönderdiği hocalarımız vardı. Mesela Peterti (!) vardı bir Macar. O histolojideydi. Anatomi de Şıvarts (!) vardı. Anatomi de bir de hocamız, yazdırma servisi vardı. Çok monoton anlatırdı herhalde, ondan adı yazdırma servisiydi. Sonra Şıvarts çok güzel Türkçe öğrenmişti, patoloji hocamızdı. Ama tercüme ederdi tercümanla anlatırdı. Madam Rösley (!) diye bir tercümanı vardı. Arada bir madam rösley bitirince, istediğini tercüme etmediği takdirde, onu susturur kendisi Türkçe devam ederdi. Velhasıl o biri büyük kazançmış tabi sonradan idrakına vardık. O zamanlar bana her şey doğal geliyordu yani ben hocaların mevcudiyeti de doğalmış gibi geliyordu.

      Reyhan Akçay:

        - Tıp eğitimiyle ilgili o günlerde önemli bir sorun var mı aklınızda kalan? Dediniz o zamanlar rektörleri dekanları eleştirmiyorduk ama acaba şimdi bakınca o yıllardaki eğitimle ilgili olumlu olumsuz söyleyeceğiniz bir şeyler var mı?

      Güzin Aksu:

        - Eğitim kavramıyla bir eğitim yoktu. O zaman kürsüden anlatılıyordu. İşte pratiklerimiz güzeldi. Mesela histolojide olsun, anatomide olsun, biyokimyada olsun, ve yahut da patolojide olsun, onlar tabii öğreticiydi. Önceleri kürsüden ders anlatmak şeklindeydi ve de şimdiki modern kavrayışlarda, tartışma soru sorma... Bir de hocalarımız gayet şey; yanına yaklaşılmaz, ulaşılmaz konuşulmaz, soru sorulmaz ciddi insanlardı. Bizim gibi önemsiz kişilerle muhattap olmazlardı.

      Seyirci:

-      Pardon, ben kaçırmış olabilirim bu 1500 kişinin kaçı bayandı?

      Güzin Aksu:

-      Bu çok zor bir soru onu bilmiyorum. Çünkü ama şunu biliyorum, 1500 kişinin mezun olan 800 kişisidir. 800- 850 civarında mezun verdi 1500 kişiden.

      Seyirci:

-      %50 gibi mi bayan vardı yoksa daha mı az oran olarak?

      Güzin Aksu:

-      Oldukça, bayan demeyim, hanımlar, çok kız öğrencimiz vardı.

      Şakir Bey:

-      Tabi herhalde bu 1500'ün hepsi tıp değildi, bunun içinde eczacılık, dişçi falan vardı.

      Güzin Aksu:

-      Yok değildi, hepsi tıptı. Öyle biliyorum siz ne dersiniz?

      Bedriye Kot:

-      Tabii arada bir fark var. İlk zamanlar bizim çok sağduyulu hocalarımız varmış. Rektörleri, dekanları. Hep böyle bizim altyapımızın çok kuvvetli gelişmesini sağladı. O zamanlar Nazi Almanya'sı durumu var, harp var, karışıklık var. Musevi hocalar çok iyi yetişmiş oldukları halde onlara hiç bir şey verilmemiş bu vaziyetteyken. Onlar hemen hatırlarsınız sizde kadro ortaya çıkardılar ve bu kadroya hemen Almanya' dan çıkarılan ve Almanya!dan çıkmak isteyenleri dahil ettiler. Böylece biz daha bir şey bilmeyen, her şey eksik olduğu halde biz böyle bir hava içine girmedik . Biz çok güzel, çok iyi yetişmiş Avrupa düzeyindeki hocalarla karşı karşıya kaldık.

      Güzin Aksu:

-      Düşünecek zamanımız daha doğrusu gereksinimimiz de yoktu zaten.

      Bedriye Kot:

-      Hocalar akıllı hocalardı. Herkesi çok çabuk denetlerdi. Türkçe' yi hemen hemen hepsi az zamanda öğrendiler. Ve bu sayede, o dönemde... Kusura bakmasınlar ama o zamanki bütün hocalar temel düzeyleri sağlam yetişmişlerdi. Eşleri evlatlarını falan hepsini bilirler.  Onların ayrı bir özellikleri vardır ve diğer hocalarla eski zamandan kalma ve hatırladığımız üzere yani çok güzel bir şey. Yani onlar bu hocaları kurtarmamış olsalardı biz yine böyle bomboş bir vaziyette işimizi yapar duruma gelirdik.

      Reyhan Akçay:

-      Hastanelerdeki eğitimle ilgili bir şey merak ettim. Çeşitli hastanelere gidiyordunuz. Oradaki eğitici kadro kimdi? Orada çalışan hekimler mi?

      Güzin Aksu:

-      Orada çalışan hekim ve baş asistanlardı. Bize sınavda mesela bir hasta veriyorlardı, orada yatan hastalardan biri. Onun alıyorduk, muayenehanesini yapıyorduk, sonra onu takdim ediyorduk hocaya sınav olarak diyelim. Bir de büyük amfiye de sedyede hasta geliyordu ve o hasta üzerinde de ders anlatılıyordu. Bütün o kalabalık, amfide oturan öğrenciye.

     

      Ferah hanım:

-      Hastanın yerinde olmak istemezdim. :)

      Güzin Aksu:

-      Hastaların söz hakkı yoktu zaten.:)

      Seyirci:

-      Kadın hocanız var mıydı?

      Güzide Aksu:

-      Kadın hocamız... Kadın asistanlarımız vardı baş asistanlarımız falan ama kadın hoca hatırlamıyorum. Siz bana ne soruyorsunuz biliyor musunuz? Tam 70 yıllık bir laf soruyorsunuz.

     

      Şakir Bey:

-      Müfide Küley?

      Seyirci:

-      Onların hocası değildi o.

      Şakir Bey:

-      Hoca hanımındı. Benim hocam oldu Müfide hanım da biliyorum.

      Güzin Aksu:

-      Ama sanmayın ki o zaman kız öğrenciler öyle baskı altında falan, hayır. Herkes eşitti. Hiçbir farkı yoktu. Aynı şekilde çalışkan gözü açık ve ben şimdiyi daha bağnaz buluyorum. Benim üniversiteye gittiğim dönemde her şey çok daha avrupaiydi belki de. Çok daha Atatürk döneminin etkisindeydi. Gerçi 1938 de kaybettik Atatürk'ü ama bu devam ediyordu yani.

      Şakir Bey:

        - Kıyafetler nasıldı, bayan kıyafetleri falan?

      Güzin Aksu:

        - Gayet moderndi. Öyle sanmayın ki Osmanlı döneminden falan değil, çok daha Cumhuriyet döneminden söz ediyorum.

      Bedriye Kot:

        - İsterseniz bir parantez açalım. Atatürk'ü biz nasıl karşı karşıya gördük? Nasıl? Canlı olarak gördük mü nerede gördük? Çok önemli zannediyorum.

      Güzin Aksu:

        - Ben Atatürk'ü ilkokuldayken, Buca'ya gelmişti, arabasıyla geçti o zaman gördüm uzaktan. Yoksa 1938 de, öldü 1941 de ben tıp fakültesine gittim.

      Reyhan Akçay:

-         Siz ne zaman görmüştünüz?

      Güzin Aksu:

        - O zaman bizi bazı yerlere götürürlerdi biraz hava alalım diye trenle. Biliyorsunuz Atatürk treni çok severdi. Arkasına koyduğu büyük bir vagon vardı ona ait olurdu. O zamanlar ben dişlerim dökük, yaşımız o kadar işte. Bahçeye koştum dediler Atatürk geçecek. Şimdi düşünüyorum da nasılmış? Atatürk vagonun arkasına çıktı. Mesafemiz burasıyla duvar arasında işte. Ben hiç onun koruyucusunu falan da görmedim, selam verdi. Rahat rahat geziyorlarmış o zaman, her şeyi yapıyorlarmış. Sonra Atatürk'ü kaybettiğimiz zaman, sabah sınıfa girdim. O zaman lise sondaydım. Baktım bütün arkadaşlar bir beyaz mendil ellerinde, ağlıyor Atatürk'ü kaybettik diye. Hepimize mendil dağıtıldı. Haydarpaşa' daydı biliyorsunuz lise. Bize dedi buradan başlayacağız, Dolmabahçe'ye, herkes ona saygı duruşunda bulunuyordu. Oraya gideceğiz dedi ve ben de sizin başınızda bulunacağım, Biz o zaman mendillerimiz elimizde şıkır şıkır gözyaşlarımız akarak,  hıçkıra hıçkıra çıktık o önde bizler arkada, Dolmabahçe sarayına gittik. Orada vazifemizi yerine getirdik. Yani biz Cumhuriyet çocuğuyuz. Atatürk'ü her zaman çok sevdik ve bu sevgimiz her zaman devam etti. Onun için yani, çok özel bir kimsedir. Hatta benim bir sınıf arkadaşım vardı, "düşünüyorum da" dedi, "Atatürk o kadar mükemmel bir insan ki, ona peygamberlik yakışırdı ancak" derdi. Ama bunu söyleyen insan dinine o kadar bağlı ki, günde 5 vakit namaz kılar, 3 ayları bilir ama öyle ki, Atatürk'e kimseye laf söyletmez. Biz işte Atatürk'ü bu şekilde hiç unutmadık. Bir de, Atatürk'ün zarafeti hakkında size bir şey söyleyeyim, ne kadar ince bir insandı. Bizim ortaokulda hocamız vardı. Edebiyat dersi verirdi hocamız. Hepsi bilir, derse başlayacak, evvela onu anlatır. Atatürk biliyorsunuz o zamanlar balolar, çaylar, toplantılarla insanları bir araya getirmeye çalışan sosyal tarafı çok kuvvetli olan bir kimseydi. Bu şekilde biz Atatürk çocuğu olarak doğduk ona bir hayranlıkla büyüdük. Mesela Atatürk'ün cenazesinde, bütün arkadaşlarım hıçkıra hıçkıra ağlayarak tabutunun etrafında toplanmışlardı.

      Seyirci:

        - Arkadaş merak etti. Doktor gömlekleriniz nasıldı? Yani şu andaki gömleklerimiz gibi miydi?

      Güzin Aksu:

        - Beyazdı, evet aynen öyleydi

      Seyirci:

        - Yani mesela filmlerde görülen böyle büzgülü.

..

      Güzin Aksu:

        - Hayır hayır normal gömlekti. Bugünden hiçbir farkı yoktu o günün. Ne giyim konusunda ne davranış konusunda. Yani tarihten bir yaprak zannetmeyin.

      Reyhan Akçay:

        - Ayşe'nin sorusu var.

      Güzin hanım:

        - Güzin hanıma sormak istiyorum. İzmir- İstanbul gidiş gelirleri nasıl olurdu? Para nasıl gönderilirdi?

      Güzin hanım:

        - Postaneden havale ederlerdi.

      Seyirci:

        - Peki mektup dışında telefon falan?

      Güzin hanım:

        - Hayır ne gezer öyle cep telefonu falan. Bizim Foça'da walkie talkie' miz vardı. burayla kayık arasında konuşulabilir mi, ama iskeleden de çekmiyordu. Evden iskeleye kadar bile çekmiyordu ama o bile yasaktı yani. Tesis kanunu vardı.

      Seyirci:

        - Peki nasıl gidilip geliniyordu?

      Güzin Hanım:

-      İki yol vardı. Bir tanesi deniz yolu. Savaştan sonra ancak deniz yolu açılabildi. Savaş varken mümkün değildi. İzmir limanını görecektiniz, bir tek tekne yoktu. Böyle baktığınız zaman bomboş bir liman hayal edebiliyor musunuz? Karşıyaka'da bir tek Opel araba vardı, savaş başlamadan ona da askeriye el koydu, hiç araba yoktu. Hayal edebiliyor musunuz? Faytonlar vardı. Gerçi atlı tramvay turistik bir şekilde vardı. Onu kıyıya koymuşlardı akşamüstü falan.. Onu kaldırmasalardı hoş olurdu sanki.

      Bedriye Kot:

-      Atatürkler böyle balolara çaylara falan giderlerdi. Bizim bir hocamız vardı. Edebiyat dersi verirdi. Melahat hanım çok iyi kalpli çok temiz bir insan, yalnız çok kilolu çok iriydi kendisi. İlk dansa da hep Atatürk kaldırırdı kızlarımızı biliyorsunuz. Orda oturan o kadar güzel kızlar var, öğretmenler var, eşler var, kardeşler var; Atatürk o inceliğiyle hiç birine gitmedi, Melahat hemşireye gidiyor ilk dansı onunla yapıyor. Ve bizim hocamız her zaman ondan bahseder, her zaman Atatürk'ün onla nasıl dans ettiğini söyler. Bunu hiçbir zaman unutmadı ve unutmadığı gibi bizde onun bu inceliğini bir erkek olmasına rağmen kadınlara gösterdiği inceliği...

      Güzin Aksu:

-      Siz şey sormuştunuz deniz yolu dışında ne var diye. Trenle Bandırma'ya, Bandırma'dan da vapurla İstanbul'a gidiyordum. Fakat orda şimdiki gibi 2 saatlik vapurlar yoktu, 6- 7 saat sürüyordu Marmara'yı geçmesi.

      Seyirci:

-      Peki İzmir'den İstanbul'a vapur ne kadar sürüyordu?

      Güzin Aksu:

-      Akşam biniliyordu, sabah iniliyordu.

      Seyirci:

-         Şimdi siz bitirdiğiniz zaman Anadolu'da zorunlu hizmet falan var mıydı?

      Güzin Aksu:

-      Evet ona da değineyim. Şimdi tıp fakültesi bitti, son sınavımıza girdik. Ertesi gün ufak bi boşlukta hissettim. Hani öyle mezuniyet töreniymiş falan öyle bir şey yok. Hiç kimse kimseyle ilgilenmiyordu.

      Reyhan Akçay:

-      Balonuz da yoktu galiba o zaman sizin.

      Güzin Aksu:

-      Balomuz vardı galiba da, baloya ancak erkek arkadaşı olan bir hanım gidebilirdi falan, biraz daha tutucuydu o zaman. Yani bir erkek arkadaşınla ahbap olursan mutlaka seni ona yakıştırırlardı. Fakat bizim bir grubumuz vardı, şirket koymuştuk adını. 10 kişi falan, sınıf arkadaşlarımızdan kızlı erkekli. Biz onlarla, herkesin doğum gününde ve her hafta sonu piknikli gezi yapıyorduk. Yürüyüşlü. Bu şekilde İstanbul'un bütün çevresini yürüyerek görmüş oldum. Mesela bir tanesinde Fatih'in Haliç'e gemi soktuğu yolu takip ettik. Yani boğazdan başlayıp Haliç'e inmecesine. Adaya gidip boğaza gidip uzun yürüyüşler yapıp.. Veyahut ta Florya'ya gittik. Böyle bir grubumuz vardı ama genellikle çok rahat değildi yani insanlar. Mutlaka bir dedikodusu çıkardı.:)

      Şakir Bey:

-      Bir arkadaşımız zorunlu hizmet  var mıydı Anadolu'da o zaman diyor?

      Güzide Aksu:

-      Zorunlu hizmet yoktu fakat, var mıydı?

      Bedriye Kot:

-      Kısa bir dönem koydular,sonra kaldırdılar.

      Güzide Aksu:

-      Bir gelir bir gider o iş zaten. Bizde ne zaman geldi ne zaman gitti bilmiyorum. Ben mezun olunca kendimi bir boşlukta hissettim.

      Bedriye Kot:

-      İlk aylığınız ne kadardı?

      Güzide Aksu:

-      Aylık falan almadım ben. :)

      Bedriye Kot:

-      Aslında fahri asistan olunca, ona göre aldığımız para, yol parasıyla bir çorap parası ancak, 108 lira aylıktı benim.

      Güzide Aksu:

-      İyi ki almamışım ben.:) Şimdi ben mezun olduktan sonra ne yapabilirim, İzmir'e geldim tabii. Kendimi zaten çok yeterli hissetmiyordum. Çünkü tıp fakültesinden çıkıyorsunuz, mesela dahiliye de 3 ay asistanlık yaptınız, işte çocuk da bilmem ne. Hiçbir şekilde yeterli hissetmiyor insan kendini. Kesinlikle bir üst eğitim şart. Ne yapabilirim ben, bir yere asistan olayım devam etsin eğitimim istedim. İzmir'de üniversite, eğitimi devam ettirecek olanak yok. İstanbul'da hiç tanıdığım yok, bildiğim yok ama Ankara'yı araştırdık, dediler tamam. 1946  üniversitenin açılışı Ankara'da, yani 1947 de ben mezun oldum ondan bir yıl evvel tıp fakültesi açıldı. Ve bana dediler ki Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde, çocuk kliniğine parasız gelirsen gel ve ben 3 sene 8 ay fahri asistan olarak asistanlık yaptım. Öyle bir asistandım ki, nöbet tutuyordum fakat asli asistan olmadığım için nöbet yemeği çıkmıyordu bana. Ama gece hastanede nöbete kalıyorsun. Ama nöbet yemeği çıkmıyor. Böyle bir asistanlık. Ve yine çok yeni kurulmuş bir üniversite olduğu için devletin olanaklarından yararlanılıyor o zaman, öyle üniversite hastanesi falan yok. Ankara Numune Hastanesi'nin Sağlık Bakanlığı çocuk kliniğinde, üniversite çocuk kliniği ve asistanları bir arada çalışıyorduk. Yani diyelim sen sen sen sağlık bakanlığı asistanısın, sen sen sen de üniversite asistanısın. Mesela benim asistanlık arkadaşlarımdan ilginç kişiler vardır. Bir tanesi Servet Bilir'dir.

-      YÖK üyesiydi.

-      YÖK üyesi miydi? Ama Servet Bilir aynı zamanda Polatkan' ın çok yakınıydı. Sanırım kayınbiraderi falan. Yani ilginç şeyler vardı. Ve ben orda asistanlık yaparken Doğramacı çıktı geldi. O da ayrı bir fenomendir. O da çok ilginçtir, anlatayım size belki hoşunuza gider. Doğramacı geldi bir taraftan profesör Aynştan (!) var. Aynştayn Almanya'dan gelen Yahudi asıllı hocalardan bir tanesi. Bu Eyştayn çok verimkar bir insan. Her sabah poliklinik yapar, yani polikliniğe asistanlar girer, bir profesör girer, Ankara'nın yüksek sosyetesi de çocuklarını getirirler Aynştayn' a baktıracaklar ya. O arada Bahtiyar Demirağ diye de bir hocamız var. Onun da muayenehanesi var Atatürk Bulvarı'nda. O çok bozuluyordu bu işe. Aynştayn çocuk bakıyor diye. Derken Doğramacı çıktı geldi. Doğramacı da doçent olarak mı geldi neyse hatırlamıyorum dedim ya 70 sene. Birden bire Bahtiyar bey ona karşı da cephe aldı. Çünkü o da Atatürk Bulvarı'nda muayenehane açtı. Ve böyle bir gerginlik var hocalar arasında. Benim meslek hayatımda çok üzüldüğüm bir şey var. Ben hekimlerin birbirleriyle dayanışma içinde olmasını istiyorum. Çünkü dayanışma içinde olurlarsa bir takım şeyleri paylaşabilirler ve çevresine de daha yardımcı olabilirler.

     Ben sonraki yaşamımda ana-çocuk sağlığında çalışırken bu dayanışmayı hep yapmaya gayret ettim. Ana çocuk sağlığı, 0-6 yaş çocuk bakımı ve gebelik öncesi ve gebelik  lohusa bakımıyla ilgili bir kurum. Bir ara Dünya Sağlık Örgütü de bunu örgütledi mesela onu da anlatıcam. Hayat hikayemi anlatmış gibi oluyorum kusura bakmayın. Ama bir yerde bu Türkiye'nin gerçekleridir. Onun (Doğramacı) hakkında dedikodular çıkardılar. Yani bu dayanışma hikayesinden çıktı. Yok Irak lehine casusluk yapıyormuş. Adamı kötüleyecekler ya, Doğramacı hakkında.  Allah'tan Doğramacı kimseyi boş bırakacak cinsten bir adam değildi ve parasal gücü çok yüksek. Her neyse onları böyle atlattı adam, sanıyorum doçent oldu falan. O arada bana Eyştayn dedi ki, onu da sıkıştırıyorlarmış, sen kitap yaz diye. İşte ona da bir zorluk çıkarıcaklar. Bu da bana dedi ki: "Sen Almanca biliyorsun, benim kitabımı tercüme eder misin?" "Olur." dedim. Şimdi ben onun kitabını tercüme edince onun adamı olmuş oldum.

      Reyhan Akçay:

-      Bedriye hocama da soralım, mezuniyetten sonra neler yaptınız acaba?  1947 yılında mezun oldunuz ondan sonra nasıl devam ettiniz meslek hayatınıza?

      Bedriye Kot:

-      İki ihtimal üzerinde duruyorduk. Bir, tarih kısmını seviyordum, biraz masal gibi gelirdi bana ezberlemek. Tarih bölümüne gireyim veya tıp fakültesine gireyim hekim olayım dedim. Babamın çok arzusu olduğu için, kendi seçimi olduğu için, hatta küçük kardeşimizi de çocuk doktoru yaptı o da öyle oldu. O zaman bende tıbbı seçtim ama gene de bir gazetede falan, tarihle ilgili bir şey buldum mu onu hemen oradan okumaya çalışırdım bana bir haz veriyor tarih okumak her zaman.

      Reyhan Akçay:

-      Mezuniyetten sonra sizde hemen uzmanlığa başladınız mı, asistanlığa filan? Tabii ki bir yerlerde çalıştınız bir süre.

      Bedriye Kot:

-      Ben resmi kadrolu asistan olarak çalıştım İstanbul Tıp Fakültesi'nde. Orada tabii bizim hocalarımız vardı, bizde o zaman hiyerarşi çok önemliydi. Yani her isteyen istediği zaman giremezdi. Hocanın isteği olması lazımdı, çağrılması lazımdı. Hocalar biraz tartarlardı ederlerdi ve falancaya haber verin gelsin derlerdi. Kadroya öyle kapıyı çalıp ben giriyorum olur mu? Olmaz. Hatta fahri asistanlığı biliyorsunuz. Hiç bir şey almıyorsunuz ama haklarınız var asistanın ne hakları varsa orda bütün haklarınız vardı.

      Reyhan Akçay:

-      Sorumluluklar yerine getiriliyordu ama hiçbir şey elde edemiyorsunuz.

      Bedriye Kot:

-      Hiçbir şey.

      Şakir Bey:

-      Siz daha önce asistanlığı nasıl kazandınız hocam?

      Bedriye Kot:

-      İmtihanla kazandım.

      Şakir Bey:

-      O nasıl bir imtihandı hocam?

      Bedriye Kot:

-      İlk girdiğim zaman fakülteye bizim klinik direktörümüz Fahrettin Kerim hoca idi. Bilirsiniz herhalde. O zaman hem vali hem belediye başkanlığı yaptı.

      Seyirci:

-      Hem de hoca?

      Bedriye Kot:

-         Evet beraber. Böyle müsabaka imtihanı yaptılar böyle girelim diye. Ben 1 sene giremedim açık bekledim mesela. O zamanlar neden bekledim? Babam tabi o yaşa gelinceye kadar bütün bir ailenin yükünü taşıdı üzerinde. Bu yüzden erken hayata atılmak istiyordum fakat maalesef bu imkansızdı. Bu imkan olmadığı için de her zaman başka türlü davranmak gerekiyordu. Fahri asistanlık için gelenleri kabul etmiyorduk, biz bekleriz dedik. Mesela ben 1 sene bekledim asli asistan olabilmek için. Öteki tarafa girsem hiçbir şey alamam. Fahri asistanlıkta 68 lira maaştı ama o zaman o büyük paraydı herhalde şimdi bilemeyeceğim. Biz o şekilde tamamladık. Hocalarmız da mesela gönderirken yurt dışına çoğunlukla hocalar kendileri haber göndererek gelin çalışın şurayı diye yani seçerek aldılar, ilk yıllar öyleydi. Değil mi Şakir Bey?

-      Hocam siz galiba sınavda sizden kıdemli birini geçtiniz.

      Bedriye Kot:

-      Onu siz söyleyin bakalım. :)

      Şakir Bey:

-      2 yıl kıdemli bir asistanı, gittiniz hocayla görüşmüştünüz, böyle mi?

      Bedriye Kot:

-      Hayır gazeteye ilan edildi bir adet asistan alacaklar diye, kadro açıktı. O zaman oraya müracaat edilir mi edilmez mi diye. Fakat Fahrettin hocamız çok sevimli bir adamdı bilirsiniz, fakat boyu biraz minyon ve o yüzden hoca alacağı bütün asistanların boyunun kendisine yakın olmasını isterdi . Açık yer vardı ben de oraya müracaat ettim. Şimdi imtihan var diyorlardı, gidiyorduk, kapanıyorduk hazırlanıyorduk. 2 hafta 3 hafta imtihana gireceğiz diye. Fakat imtihandan bir şey çıktığı yok, yine hoca istediği gibi birini alıveriyordu. Bu sefer de öyle oldu bir hocamız öyle yapmıştı gene çağrıldı. Biz imtihana 2 kişi girdik fakat sonra hoca alacak seçecek. Biz o zaman hocalardan korkmazdık girerdik. "Hocam" dedim, "Ben işte falan kimseyim. Siz böyle bir ilan verdiniz gazeteye. Ben 1 hafta hazırlanıyorum ama bundan öncede bir iki kliniğe böyle gittim, bana evet gel dediler fakat sonunda almadılar olmadı. Onun için siz samimiyse, hakikaten ben kazanırsam siz beni alacaksanız memnuniyetle. Lütfen müsaade edin ben çalışayım geleyim belki de kazanırım. Fakat bu böyle usulen söylenen bir sözse ben bu işe girmeyeyim"  "Hayır" dedi, "Hiç merak etme, tamam" dedi, "Sen eğer kazanırsan kazandın ama kazanmazsan kazanmadın."

      Şakir Bey:

-      Ama sınava girdiniz hocam, beraber girdiniz.

      Reyhan Akçay:

-      Hocam bir bildiğiniz varsa açıklayın.

      Şakir Bey:

-      Hocamın yarıştığı diğer arkadaşının da boyu çok uzun. :)

      Bedriye Kot:

-      Tabi hoca değerlendirirken notumuza bakarak değerlendirdi.

      Reyhan Akçay:

-      Güzin hanım bir şey merak ettim. 3 yıl siz asistanlık yaptınız.

      Güzin Aksu:

-      3 yıl 8 ay.

      Reyhan Akçay:

-      Sadece fahri mi yoksa süre mi öyleydi?

      Güzin Aksu:

-      Öyleydi süre galiba 3 yıl 8 aydı.

      Reyhan Akçay:

-      Bitirdikten sonra, ihtisastan sonra neler yaptınız?

      Güzin Aksu:

-      İhtisasa girmedim daha. Anlatıyor arkadaşımız, hoca kafasına göre istediğini alıyor. Şimdi o döneme kadar geçiş sırasına göre arkadaşlar asli asistan olacak dendi bize. Ve o döneme kadar bütün girenlerin hiç birisine itiraz etmedim. Sıra bana gelmiş, o sırada da eşim asistan olmuştu. Ankara'da kalırsam kadere kalabilirim diye düşünmüştüm. Sıra da benim fakat bazı kişilerin işine gelmedi herhalde . Bana engel çıkardılar. Sınav olacak dediler, sandılar ki ben pes edeceğim ve kaybedeceğim,  hayır. Lisans sınavı yaptılar, ben kağıdımı verdim ve çıktım. Sonra bana dendi ki: "Sen niye verdin? Senden sonra giren kişiye yardım ettik." Her neyse ben 10 almışım o 9,5 almış zararı yok. "Branş sınavı yapacağız" dediler, ona da "tamam" dedim. O sabah gittim sınava, o arkadaş feragat etti, demek ki artık utandı. Ben de işimi takip edeyim kadrom çıksın ve gireyim diye başvurdum. Bütün evrakımı tamamladım ama bana o sırada poliklinik nöbeti çıkıyor kuradan falan. Böyle engeller çıkıyor yani. Her şeye rağmen evrakımı aldım dekandan, aşağı idareye götürdüm orda gördüm o kişileri. Dekanın odasına girdim, dekan benim evrakımı geri aldı ve imzasını sildi. Ve ben asli asistan olamadım. Ve ihtisasa da girmemiştim daha. Geldim eve bir daha şeytan görsün yüzlerini dedim içimden. Sonra birgün eşim dedi ki: "Ya senin ihtisas almaya niyetin var mı?"  "Var." dedim. "Niye peki küstün onlara?" Neyse ben yine sınava gittim ve girdim. Sonra bana Doğramacı söyledi. Oradaki jüri gelmiş ve bugüne kadar gelenlerin en iyisi demişler. O arada da oğlum 5 aylıktı. O arada ben çalışırken bir de doğum hikayesi var. Derken iş yok güç yok, ihtisası da verdim. Bir gün kayınvalidem dedi ki,  o Doğramacı diyemezdi:  "Sizin motorcu geldi dedi." :)  Pat küt pat küt girerdi evin içine. Ben dedi sana iş teklif ediyorum. Ne işi? Benim muayenehanemde çalışır mısın? Peki ne yapacağım dedim.

      Dedi ben sık sık İstanbul'a gidiyorum bir şey oluyor. Bütün diplomatik kişiler onun hastasıydı, hastalarımın takibini yaparsın dedi. Orda bir laboratuar kurarız dedi. Bütün bunlar hepsi gösterişti, ben bunun farkındayım. O Bahtiyar beyle rekabet ediyorlardı. Bahtiyar beye bir fazlalık, yani ben çocuk hekimi çalıştırıyorum muayanehanemde... Derken Bahtiyar bey de bizden yeni ihtisas almış bir sınıf arkadaşımı aldı yanına. Eşitlendiler yani sonunda. Bu bana iyi oldu çünkü kocamdan daha fazla maaş almaya başladım ve bana bir kazancı daha oldu. Sen git ingilizce öğren dedi bana. benim Almancam ile Fransızcam vardı.  Git dedi İngilizce öğren. Hastaları da Amerikalılar falan filan var. ben Türk-Amerikan Derneği'ne kaydoldum ve son kursuna kadar gayet muntazam devam ettim. Akşamları 9'da falan geliyordum eve. Orda bir kazancım daha oldu, muayenehaneciliği öğrendim. Bütün bu Hacettepe'nin kuruluş aşaması içinde yaşadım. Efendim çocuk hastanesi şeklinde kuruldu, ondan sonra, yani üniversite sonradan oldu. O sırada ben bir bebek daha bekliyordum Emine'yi bu sefer. Doğramacı' nın benle işi bitmişti zaten, benim de Doğramacı' yla işim bitmişti. Bir taraftan da Sağlık Bakanlığı'na başvurdum. Sağlık Bakanlığı, beni istatistik şubesine verdi. Böyle bir bürokrasi deneyimim oldu. Biz bakanlıkta, bütün Türkiye'den gelen istatistikleri değerlendirip bakanın mecliste sunacağı konuşmayı onlara istinaden hazırlamasını sağlıyorduk.

     Reyhan Akçay :

-      1956-1957' ler falan mı?

      Güzin Aksu:

-      Daha eski. 1952-1954'ler falan. Kusura bakmayın ben hayat hikayemi anlatıyor gibiyim ama...

     Reyhan Akçay :

-      Biz onun için buradayız.

      Güzin Aksu:

-      Bizim yaptığımız raporları bakana sunduk bir seferinde. Bakan beğenmedi. "Bunu ben böyle meclise sunamam" dedi. Ve kendilerine göre değiştirdiler. Yani bu da Türkiye' nin bir gerçeği bence.

      Reyhan Akçay:

-      Raporun biçimini değil de içeriğini..

      Güzin Aksu:

-      İçeriğini beğenmedi yalnız. Mecliste sunulacak gibi değildi demek ki. Gerçi bakanlığa gelen istatistikler, gerçeğin yüzde kaçıdır o da ayrı bir soru. Bakanlıkta çalışırken dedim, ben kendi istediğim de bir şey yapayım. Dediler ki haftanın 3 günü git ana çocuk sağlıklarında çalış. Ve bir tane Altındağ'da var merkez bir de Yenimahalle' de vardı. İkisi arasında gidip geliyorum ana çocuk sağlığında. Orada da yine bir başhekimle nasıl çalışılıyor öyle bir deneyim kazandık. Yani insanların birbirine olan davranışları mesela bizim başhekimimiz fazla tutucu bir adamdı, sonradan görevden alındı. Sonra Sağlık Bakanlığı'nda çalışırken duydum ki Fransa'da Paris'te ana çocuk sağlığıyla ilgili bir çalışma varmış, peki ben buna başvuramaz mıyım dedim başvurdum. Fransızca' dan sınava girdim oluru aldım ondan sonra başvurumu yaptım ve ben 3 ay müddetle Paris' e sosyal pediatri odiyotoriumuna  katıldım. Bu 1958 senesinde. Hala bakanlığın kadrosundayım, fakat dünya sağlık teşkilatının kursiyeri olarak 35 ülkeden kişilerin katıldığı ve bu arada dünya sağlık teşkilatı ana çocuk sağlığını pilot bölge olarak Yugoslavya'da başlatmaya karar vermiş ve bize Norveç Yugoslavya turu yaptırdılar Yugoslavya'daki ilk ana çocuk sağlığı merkezini işlerken görmemizi sağladılar. Sonra yavaş yavaş Türkiye'de de kuruldu bu. Ve ben o arada eşim askerliğini yaptı bitirdi doçent oldu vesaire ayrı hikayelerdir.

      Reyhan Akçay:

-      Yavuz hoca Ankara'daydı?

      Güzin Aksu:

-      Ve Ankara'da doçentliğini aldı. Muhittin Erel geldi o sırada hoca hanımın anlattığı gibi, İzmir Tıp Fakültesinden mezun olacaklar patoloji dersi görmediler dediler. Sen gelir misin dedi. Eşim de bana ben İzmir' liyim ya ... Giderim İzmir'e gitmem demişti bana. Ben de bu arada muayenehane açtım. Sonra dedi ki ben karışmıyorum. Beğenirsen gidersin. Gittim Muhittin Erel' in çağrısı üzerine. Beğendi ve o 23 Nisan'da gitti ben kaldım Ankara'da ve 26 Nisan'da çocuğum doğdu ve ondan sonra ben muayenehanemi kapattım. Ne yaptınız diye sordunuz ya muayenehanemi de açmam çok riskli bir şeydi.

     Reyhan Akçay :

-      O zaman bakanlıkta da çalışıyorsunuz, serbestti o zaman muayenehaneler açılabiliyordu.

      Güzide Aksu:

-      Serbestti evet. Sabah 8: 30 da bakanlıkta oluyordum, akşam 5 te muayenehaneye gidiyordum. 5'ten 8: 30 a kadar muayenehanede çalışıyordum. Gece evime 2 defa 3 defa olmuştur, hastaya çağırıyorlardı. Gece 2 de 3 de telefonum çalıyordu kocam diyordu nasılsa sanadır sen aç.

     Reyhan Akçay :

-      Evdeki 2 çocuk da Yavuz beye kalıyordu herhalde.

      Güzin Aksu:

-      Selma hanım da vardı. Kayın validem. Sonra muayenehaneyi kapattım. Bu çok ilginçtir ve de güzel anılardır. Ben muayenehanemi kapattığım halde yine eve geliyorlardı ne olur bir kere son bir kere daha diye. Hekim hasta ilişkisinde para sorunu beni hep tedirgin etmiştir. Yani hekim hasta ilişkisinde para sorunu olmamalı bence. Sonra İzmir'e geldik bana dediler ki Bornova'da hiç çocuk hekimi yok. Hastane falan da kurulmamıştı. Ben dedim asla çocuklarımı göreceğim biraz. Yani anlattığım gibi çocuklarımı göremiyordum.

      Seyirci:

-      Bir şey sorabilir miyim? Bugünleri yaşıyorsunuz. Daha önce sizin yaşadınız o dönemde bizim evimizde şu olanaklarımız olsaydı biz daha iyi olurduk diye bugüne gıpta ettiğiniz bir şey var mı? Yani bilgisayarlar değişti hastaneler çok modernize oldu. Ortam çok değişik.

      Güzin Aksu:

-      Hayır hiç gıpta etmiyorum. Çünkü insan belirli yaştayken genç yaştayken... Yani ben şimdi o yaşlarıma dönüp baktığım zaman zaten çok şaşırıyorum. Ne kadar sorumsuz yaşıyormuşum. Benim maaşım yok düşünebiliyor musunuz, benim maaşım yok. 3 sene fahri asistanlık yapmışım, kocamın 350 lira maaşıyla geçiniyoruz o kadar. Bir çocuk doğurdum arkasından. Yani bu çocuk nasıl bakılacak büyütülücek yani korkusuz. Çünkü her şey o kadar toz pembe gençlik işte.

      Şakir Bey:

-      Ama kayınvalide desteğiniz varmış.

      Güzide Aksu:

-      Onda haklısınız. Kendi kendime karar vermişimdir. Hiçbir zaman dışına çıkmayacağım, dürüstlüğün dışında hiçbir şey yapmayacağım. Ve buna sadık kaldım. İkincisi de hekim para ilişkisi beni hep tedirgin etmiştir. Mesela o zaman Foça'da evimiz var. Foça 1500 nüfuslu bir kasabaydı. Çocuk hekimi olduğumu biliyorlardı hemen getirirlerdi, asla kimseden para almadım. Ve bugün 30- 35 yaşlarında olan kişiler geliyorlar, sen bana bakmıştın... Geçenlerde seçim 4 tane kadın geldi. Bir tanesi dedi ki ben buraya çok girdim çıktım sen dedi çok baktın bana ne kadar güzel bir şey. Bir tanesi belediye başkanının annesi, o da çocuğunu getirmiş. Onlara karşı her hangi bir parasal şeyim olsaydı bu rahatlığım bu mutluluğum olmayacaktı belki de.

      Seyirci:

-      Yükseltmelerde kadın olduğunuz için bir ayrımcılığa uğradınız mı?

      Güzide Aksu:

-      Hayır. Benim iki tane başhekimim oldu. İlkiyle ilişiğimiz kesildi İzmir'e geldikten sonra. Sonra İzmir'de bir başhekimim oldu. O Allah selamet versin sağ ise, mesleğimden de değildi, kadın doğumcuydu o ama hep kıskandı adamcağız. Hep bana karşı çıktı, hep beni baskı altında tutmaya çalıştı. En sonunda hemşirelerle bir olay oldu ve görevden alındı. Beni başhekim yaptılar ondan sonra. Bekledi ki aynı baskıyı ben ona yapayım. Hayır asla efendi muamelesi yaptım ona. Yani o benim hakkımda kadın olduğum için beni yükseltmek değil daha ayağının altında ezebilir de.

      Şakir Bey:

-      Bu konuda hoca hanımı bir dinlemeli. Hocanım siz meslek hayatınızda bir takım güçlüklerle karşılaşmışsınız. Arkadaşımız diyor ki bir bayan olarak bir kariyer olurken engellemelerle karşılaştınız mı? Bayan olduğunuz için böyle bir sorun yaşadınız mı?

      Bedriye Kot:

-      Efendim bunu bilen bazı arkadaşlarımız var, bana hayatını yaz derler. Ama hayatınızı yazdığınız zaman söylemek istemediğiniz bir çok şeyi de söylemek zorunda oluyorsunuz. Ve burda bir haksızlık oluşur, çünkü o karşınızdaki insan elini ayağını çoktan çekmiş bu dünyadan kendini savunamıyor. Siz ona karşı çıkıyorsunuz. Hiçbir zaman taraftar olmadım ve kabul etmedim. Ama böyle çok sıkıntılarını gördüm hatta bazen çok sıkıştığım zaman derdim ki, bu benim büyük talihsizliğim, benim adımın yanlış verilmiş olması. Bedriye yerine Bedri olması lazımdı. Keşke bana Bedri adını koysalardı. O zaman bunların hiçbiri olmazdı. Onun dışında evet eşitlik, hepsi aynı ama, her zaman öyle değil. Onlar usulünü biliyorlar, her zaman kadın biraz arkada duruyor idi. Ama şimdi tabi çok zaman geçti aradan değişiklikler olmuştur.

      Şakir Bey:

-      Hocam isim zikretmeden söyleyebiliriz bazılarını değil mi? Mesela burada size bir takım görevler verdiler değil mi efendim?

      Bedriye Kot:

-      Evet.

      Şakir Bey:

-      Söylemek istemiyorsunuz herhalde.

      Bedriye Kot:

-      İsterseniz olur tabi biz arkadaşlardan yardım bekliyoruz. (!)

      Seyirci:

-      Kadın erkek ayrımcılığında, ben 1961 mezunuyum. Asistanlığa girişte kısmen kadınların tercih edilmeme durumunu yaşadım. Sırf ben yaşamadım ama arkadaşlarım da yaşadı. İşte evlenecek çocuk sahibi olacak asistanlık görevlerini aksatacak veya izinleri olacak diye. Ben de hoca hanıma bunu sormak istiyorum, siz kariyerde yükselirken bir takım zorluklarla karşılaştınız. Siz de hoca olduktan sonra, sizin de elinizden bir yığın asistan geldi geçti. Hanım kızları asistan olarak alırken düşündünüz mü bu tarzda? Kız ve erkekler arasında kişi olarak tabi ki bilimselliğe göre değerlendiriyorsunuz ama yine de kızları alırken işte evlenebilir tarzında hiç böyle bir ayrımcılığınız oldu mu?

      Bedriye Kot:

-      Bu asistanlık gibi çok ağır bir görevin diyeceğim evlilikle bağdaşmasının kolay olmadığını kabul etmek lazım. Kızımın kızı oluyor biz de çok seviyoruz kendisini. Şimdi böyle olunca yani benim aldığım intiba, hanım çalışanlar, asistan olsun başka kademelerde bulunsunlar daha dikkatli daha titiz daha doğru dürüst yani burada erkek arkadaşlarımız kızmasınlar kırılmasınlar ama böyle.

      Seyirci:

-      Hocam sizle çalışmak çok büyük bir zevkti herkese eşit davranırdınız. Profesörden kantincisine kadar onun için biz çok güzel günler geçirdik.

      Seyirci:

-      Ben hoca hanımın yanında, 2 çocuklu bir biyokimya uzmanı olarak biyoloji kliniğinde çalıştım. Çocuklarımı doğurdum. Doğum izni verecekler bana, erken saatte doğum başladı. Hulki Çapanoğlu hoca kulakları çınlasın, Şakir' e diyor ki, sen eşine erken izin ayarla, o diyor ki ben nasıl ayarlayayım. Çok ayıp olur diye. Ben gittim hoca hanımın yanına. Böyle bir şey var dedim. Hiç kimse cesaret edemiyor ve yasal iznimin başlaması için de biraz zaman var ben geleceğim ama gelemediğim zaman bilginiz olsun. Hocanım çok anlayışla karşıladı yasal olarak ama ben iznimi bitirinceye kadar çalıştım. Karşılıklı saygı sevgi ve güven içinde çok anlayışla karşıladı. 2 saat olur ya da 2 saatten çok olur o karşılıklı saygı ve sevgiyle bu zamanımızı tamamladık.

      Bedriye Kot:

-      Şakir Bey'in çok istediği bir şey vardı. Bana kendisi, benim gözlemlerim gösteriyor ki klinikte gördüklerim, babalar hasta oldukları zaman, anneler hasta oldukları zaman onlara bakanlar erkek evlatları değil kız evlatları. O bakımdan o kız evlat istiyordu sonra onu ikna etti herhalde. Ondan sonra hakikaten kız dünyaya geldi. Fakat ben şimdi hanım arkadaşlarımı çok takdir ediyorum evde bir eş olarak veya başka türlü kademelerde, şimdi bakıyorum, sizin küçük bebeğiniz var. Bu ağır tecrübeyle nasıl ikisini birden maşallah yürütüyorlar, onları takdir etmek lazım. Çok çalışkan olması lazım çok güçlü kuvvetli olması lazım. Çok bilgili olması lazım. Şöyle bir tartılacak olursa iki tarafa da aile tarafı daha ağır basar gibi geliyor. Bilmiyorum sizler ne düşünüyorsunuz.

      Seyirci:

-      Aynen. Gerçekten ben yaşadıkça kadınların çok güçlü varlıklar olduğuna inandım. Şakir arkadaşımız beni doğrulayacak diye düşünüyorum, erkek arkadaşlarımız sadece mesleklerini yapıyorlar. Yani evde eşlerine katkıları çok fazla olmuyor. Kadınlar işlerini götürürler, evdeki işlerini yaparlar, çocuklarına bakarlar ve bütün bunların hepsinin üstesinden gelebiliyorlar. Ve ben çocuk hekimliğim sırasında genç anneleri, çünkü bizim kuşak kadın hakları konusunda çok fazla bilinçli olmadan yaşadı. Ancak 80' den sonra kadın hakları biraz daha gündeme geldi ve genç anneler mutlaka eşlerinin kendilerine yardım etmesi çocuğu paylaşmasını falan çok istedi. Tabii bütün bunlar bizimki gibi bir toplumda zaman içinde olacak şeyler. Ben de genç annelere bunu şöyle öneririm size en büyük hediye verilmiş bir çocuk yavru sahibi olmak ve çok şükür ki bir kadın olarak buna bakabilme gücün var ve sen kendi işini de yapabilirsin evin işini de yapabilirsin bu çocuğa da bakabilirsin bütün bu nimetlerin farkına vararak yaşa. Ve kocan sana katkıda bulunursa tamam kabullen ama katkıda bulunmadı diye üzülme sen bunların hepsinin üstesinden gelebiliyorsun güç olarak.

      Şakir Bey:

-      Söylediği bizim kuşak için doğru hakikaten. Şimdi bakıyorum çocuklarıma, bir çoğu şimdi eşlerine yardımlarına bakıyorum şaşıyorum. Ben ne yapmışım çocuklarım ne yapıyor şimdi. Kıyaslanamayacak kadar yeni kuşakta gerçekten erkekler yardımcı baya.

      Seyirci:

-      Zaman içinde gelişti.

      Seyirci:

-      Bu galiba şey çalışan anne çocukları ile çalışmayan anne çocukları arasındaki deneyim farkı diye benim yorumum. Çünkü bizim nesil çalışmayan annelerin çocuklarıyla evli, onların gördükleri farklı sürekli hizmete alışmışlar. Bizim çocuklarımız evde çalışanların hizmetine alışıklar bu arada annelerinin nasıl çalıştıklarını gördükleri için eşlerine... Görümcem derki sen çocuklarına, eşlerinize yardım etmezseniz hakkımı helal etmem dedin. Demişimdir belki o lafı çok kullanmam da ama yardım etmelerini çok isterim ben herhalde bunun etkisi diye düşünüyorum. Görgü çok önemli yine oradan gelen kırsal kesimden gelen çalışmayan annelerin çocukları mutlaka böyle olmayacaktır. Ama bizimkiler çok güzel çocuk bakıyor her türlü şeyde mutfakta her zaman yan yana birlikteler. Ben çok memnun oluyorum bunu görünce.

      Seyirci:

-      Doktor bey diye hitap ederler miydi?

      Güzide Aksu:

-      Valla doktor hanım hala diyorlar bana.

      Seyirci:

-      Doktor bey?

      Güzide Aksu:

-      Hayır doktor bey demiyorlar belki de olmuştur ama çok yaygın değil.

      Erkek seyirci: 

-      Güzide hanım bana geçenlerde doktor hanım dediniz. :)

      Reyhan Akçay:

-      Size öyle hitap ederler miydi doktor bey diye?

      Bedriye Kot:

-      Bizim yaşlı bir hastamız vardı o bizi çok etkilemişi. Üvey anne fakat öz anne o kadar güzel evladına bakamaz. Bir MS vakasıydı Şakir Bey' in klinikte uzun süre yattı. Annenin o ihtiyatına hepimiz hayrandık. Ondan sonra anne uzun süre bizle beraber kaldı. Bana devamlı başhekim derdi

     Reyhan Akçay :

-      Evet sohbet çok güzel gidiyor ama başlangıçta 1 saat dedik, abarttık 1,5 saat olmuş. Dostlarımızı çok yorduk diye düşünüyorum. Ama devam edelim düşüncesi varsa hep beraber tartışalım dedim.

      Şakir Bey:

-      Bedriye hanımın arzularını yazılı olarak vereceğim arkadaşlara.

      Bedriye Kot:

-      Ama şimdi herkes bir duysun.

      Reyhan Akçay:

-      Evet Şakir hocam çok kısa özetledikten sonra isterseniz bu akşamlık kapatalım. Başka bir zaman isterseniz yeniden birlikte olmak için davet edelim bizi kırmayacaklarından eminim. Şakir hocam?

      Seyirci:

-      Bana mecburi hizmette doktoriye hanım demişlerdi :)

     Reyhan Akçay :

-      Evet hocam zarfı çıkarıp şöyle bir özetini çıkarayım ben diyor. Bu arada soru olursa yani katkı olursa diyelim.

      Seyirci:

-      Gerek Bedriye hocam, gerek Güzide hocam, o dönemleri anlatırken kazançlar hakkında bir fikir verdi. Güzin hanım işte ekonomik durumumuz çok iyi değildi ancak 100 lira ailem gönderiyordu zor geçiniyorduk diyor. Ben şunu söylemek istiyorum o dönemlerde ülke çok fakirdi. 50'li yıllar, daha doğrusu 40'la 60'lar arası dönemde. Gerçekten Güzin hanımın öğrenci olarak ailesinin, ona çok az diye söylediği para Bedriye hanımın asistan olduğu zaman aldığı parayla eş değer. Şunu söylemek istiyorum, sınıflarınızda herhalde sizden çok zengin durumları çok rahat insanlar da yoktu. Benim öğrenciliğimde de öyleydi yani Türkiye'de o dönemde sosyal eşitlilik vardı. Zengin fakir ayrımı çok fazla yoktu. Yani en zenginle en fakir arasında çok bir fark yoktu. Büyük bir kesim orta kesimdi zaten. Ama herkes çok zorluklar içerisinde yaşıyordu. Ben şunu söyleyeyim ben 1955-1961 arası Ege'de öğrencilik yaptım. Benim de babam öğretmendi, 3 tane çocuk üniversite eğitimi görüyordu bana da ayrıyeten verilen aylık maaş diyeyim 10 liraydı. Bu 10 liranın içinde Güzin hanımın söylediği gibi benim yol param vardı. Öğrenci olarak bütün masraflarım bunun içerisindeydi. Ve ben okulda kantinden yemek alamazdım evden sandviç hazırlardı annem onunla ama arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu öyleydi zaten türkiyenin en güzel şeysi o yıllarda belki de gücü bundan geliyordu çok eşit bir ülkeydi. Yani şimdiki gibi büyük ayrımlar yoktu.

      Güzin Aksu:

-      Bir tek savaş içerisinde karaborsacılık (!) olmuştu. Profesör Şıvarts onu çok güzel bulurdu. Bizim böyle takım elbiseli kravatlı falan gelen bir öğrencimiz olurdu, karaborsacı geliyor bak derdi. Onlar parmakla gösterilecek kadar azdı.

      Şakir Bey:

-      Hocanımın yazılı olarak vermiş olduğu bu yazıyı ben size özetlemek isityorum. Hocanımın sözlü olarak da dile getirdikleri gibi Muhittin Erel hocanın bir büstünün, Ege Üniversitesi'nin önüne kurulması. İkincisi bizim kliniğimizde, nöroloji kliniğinin devlet hastanesinde çalışırken birlikte olduğumuz uzman doktor Osman Kemal Bozkurt hocamız için de, daha evvel nöroloji kliniğinde adı verilmiş bir seminer odasından ismi kaldırılmış. Onun tekrardan yerine konması istiyorlar. Bir başka istekleri, kanser hastaları için tedavi sonrası bakım hastanesinin çok acil çok önemli bir sorun olduğunu bu konuda herkesin elinden geleni yapmasını istiyorlar. Ve diğer olarak da Urla'da, şimdiki devlet hastanesini adadaki hastaneyi, kanser sonrası bakım hastanesine dönüştürelim diyor. Urla'lılar da buna büyük katkı sağlarlar diyor. Ve burayı ümit adasına dönüştürelim kanser hastaları için diyor.

     Reyhan Akçay:

-      Evet her iki konuğumuza da çok teşekkür ederiz