|
......... |
. |
İnsanın en
değerli ve en temel hakkı, muhakkak ki yaşama hakkıdır. Tıp açısından
bakıldığında, yaşamın kaybedilmesinin birçok sebebi olduğu gibi, yaşamı
koruyabilmek için tıbbın da birçok çabası bulunmaktadır. İnsanın yaşamını
yitirmesine sebep olan nice hastalığa karşı tıp, bütün imkanlarıyla uğraşmakta,
bu hastalıkların önüne geçebilmek için vargücüyle çabalamaktadır. Zaten tıbbın
en temel varoluş sebebi de bu olsa gerek. Fakat, bir hastalık biçimi olmamasına
karşın, birçok hastalık ve ölümle sonuçlanabilen açlık karşısında tıp hâlâ
çaresiz durumdadır. Çünkü açlık sonucu ölümler nihayetinde tıbben karşılık
taşısa ve belli anlamlarda engellenebilir olsa da diğer ölümcül hastalıklarla
benzerlik taşımayıp, neredeyse sosyal bir olgu olarak yaşanmaktadır. Tüm insanlığın
utancı sayılabilecek olan açlık yazık ki, insanlığın bütün tarihi boyunca
gündemde olduğu gibi hâlâ önemini korumaktadır. FAO Genel Direktör Yardımcısı
Hartwing de Haen’in yakın dönemde yaptığı açıklama konuyu çarpıcı bir biçimde
ortaya koyuyor: “Dünyada tüm insanları besleyecek kadar gıda stoğu bulunduğu
halde, bu stok eşit biçimde dağıtılmadığı ve yoksullar gıdalardan paylarına
düşeni alacak maddi olanaklara sahip olmadıkları için en az 800 milyon kişi sürekli
olarak yetersiz beslenmekte ve açlık nedeniyle her yıl çok sayıda ölümler
olmaktadır.” (Aralık 1998, Evrensel Gazetesi). 800 milyon kişi
gibi çarpıcı bir rakama karşın (dünyada bu kadar yaygın hastalık nadirdir) açlık
tıp literatürü içinde en az çalışmanın yapıldığı, hatta son yıllarda ilginin
iyice azaldığı konu halindedir. Oysa sebebi her ne kadar sosyal olsa da, sonuçları
bakımından açlık ölüm riski taşıyan çok ciddi bir olgudur. Diğer yandan, açlık
ve yetersiz beslenme birçok önemli hastalıklara sebep olması bakımından tıp
açısından başlı başına özel bir önem taşımaktadır. Burada tıbbın en verimli
olduğu biçim olan koruyucu hekimlik kavramına değinmekte fayda var. Nasıl ki bir
sosyal olgu olarak açlığın ortadan kaldırılabilmesi için dünyadaki gıda
kaynaklarının daha adil dağıtımı gerekliyse, açlık sonucu ortaya çıkan başta
ölüm olmak üzere, önemli sağlık problemlerinin önüne geçilebilmesi için de
koruyucu hekimlik hizmetinin daha yaygın ve etkili olarak sunulması şarttır. Ki bu
alanda yapılacak tek şey insanların zorunlu ihtiyacı olan beslenmenin yeterli
sağlanmasıdır. Bu anlamda açlık bir sosyal olgu olarak yok edilebilirse koruyucu
hekimlik bakımından da bir problem kalmayacaktır. Açlık bu kadar
geniş bir olgu olduğu halde tıbbın verileri -birbiriyle bağlantılı birçok sebeple-
hâlâ çok yetersiz durumdadır. Açlığın yaygın olarak yaşandığı ülkelerin
sağlık organizasyonlarının çok yetersiz durumda olması görünen en temel
problemken, gelişmiş ülkelerde -açlığın yaşandığı tek geniş grup olan- sokakta
yaşayan insanların (“homeless”) sistem dışına itilmiş oldukları için sağlık
hizmetlerinden yararlanamamaları da dikkat çekmektedir. Her iki durumda da açlığın
aslında insanlar arasındaki eşitsiz ilişkilerden kaynaklandığı aşikârdır.
Kısacası, dünya genelinde ülkeler arasındaki büyük uçurum ile çoğu ülkede
insanlar arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizlikler açlığın ve sonucundaki
problemlerin sebebi halindedir. Son olarak, FAO gibi kuruluşların insani amaçlı
çalışmaları da gerek kaynak yetersizliği, gerekse de açlığa sadece bir beslenme
sorunu olarak yaklaşılması sebebiyle yetersiz kalmaktadır. Oysa, açlık sebebiyle
oluşan hastalıkların gözlemi ve bu süreçteki metabolizma değişiklikleri bir hekime
çok önemli birikim sağlayabilir. Çünkü bu süreç laboratuvar koşullarında
yaratılamayacak kadar özel ve tekrar denenemeyecek kadar da dramatik bir anlam
içermektedir. Bu tezin fikri
oluşumunda açlık konusundaki literatür eksikliği öncelik taşımasına karşın,
geçtiğimiz yıllarda ülkemizde yaşanan özel bir sürecin önemi büyüktür. Tezi
yaratan koşullar ve yaşanan özel süreç belki bilimsel bakımdan belirleyici önemde
sayılmayabilir. Fakat, yaşanan sürecin insanların hayatları gibi önemli bir ahlaki
-elbette ki mesleki de- bir anlamı taşıyor olması aşağıdaki aktarımı gerekli
kılıyor. 1996 yılının
mayıs ayında ülkenin 41 cezaevinde 1500 siyasi tutuklu ve hükümlü yaşadıkları
koşulların genel olarak kötü olmasının yanı sıra, 6, 8 ve 10 Mayıs tarihlerinde
Adalet Bakanlığı tarafından çıkartılan genelgelerdeki tüm hükümlerin
cezaevlerindeki koşulları yaşanamaz hale getirdiği gerekçesiyle açlık grevine
başladıklarını duyurdular. Söz konusu genelgeler, birçok cezaevinde kimi
yargılaması devam etmekte olan tutukluları kimi de cezaları kesinleşmiş
hükümlüleri kapsayan büyük bir sevkin yapılmasını öngörüyordu. Genelgelerin en
çok tepki çeken kısmında ise sevklerin önemli bir bölümünün o dönemde yeni
açılmış olan ve kamuoyunda “tabutluk” adıyla tanımlanan hücre tipi olarak
organize edilmiş Eskişehir Cezaevi’ne yapılmak istenmesi yer alıyordu. Diğer tepki
çeken bölümse, yargılamaları devam eden tutukluların mahkemelerinin bulunduğu
illerin çok uzağına sevk edilmek istenmesiydi[1]. Bu yaşanan açlık
grevi-ölüm orucu süreci ülkemiz için ne ilk ne de sonuncuydu. Bin dokuz yüz seksen
askeri darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nde 1982’de dört ve 1984’de iki
kişinin ölümü yine 1984 yılında Metris cezaevinde dört kişinin ölümü ve son
olarak da bu tezde ele alınan 1996 yılında pek çok cezaevinden on iki kişinin
ölümüne sebep olan açlık grevi ve ölüm orucu süreçleri yaşanmıştır. Tarihte
yerlerini alan bu ölümlerin yanı sıra, ölümle sonuçlanmayan ancak bazen kırklı
günleri aşan pek çok açlık grevi de yapılmıştır. Neredeyse hemen her dönem
cezaevlerinde açlık grevlerinin yaşandığı ülkemizde, bu tez çalışmasının
sürdüğü dönemde de birçok cezaevinde ellili günleri aşan açlık grevleri
yaşanmaya devam etmiştir. Tarih boyunca
dünya genelinde de birçok açlık grevi eylemi olmuştur. Bunların en bilinenleri
Gandi’nin sivil itaatsizliğin simgesi sayılan eylemi ile İngiltere’de aralarında
milletvekili Boby Sands’ın da bulunduğu 10 kişinin ölümüne sebep olan büyük
eylemdir. Fakat en büyük ve en trajik açlık grevleri Rusya’da 1930’larda Sol
Muhalefet mensuplarının Kolyma bölgesi kamplarında yaptıkları ve çok sayıda
insanın ölümüyle sonuçlananıdır (Rogovin, 1998)2.
Bunlar dışında bilinen ölümle sonuçlanmayan tek kişilik veya kısa süreli açlık
grevleri de vardır (bir keşişin dinsel inançları nedeniyle başlattığı ve otuz
sekizinci günde sonlandırılan açlık grevi, 1983’de nükleer silahları protesto
amaçlı “Fast for Life” uluslararası birliğinin dört üyesinden birinin otuz
sekizinci günde durumunun kötüleşmesi ile kırkıncı günde sonlandırdıkları ve
Güney Afrika’da politik tutukluların 1982-1986 yıllarında yaptıkları yaklaşık
bir ay süreli açlık grevleri ile Nazım Hikmet’in Tek Parti döneminde haksız yere
tutuklandığı gerekçesiyle yirmi gün dolayında sürdürdüğü eylemi sayılabilir).
Ayrıca son dönemde Çin, ABD, Sudan, Polonya, Yugoslavya, Fransa, Mısır, Kanada,
İsrail, Bangladeş ve Hollanda gibi ülkelerde yapılmış açlık grevleri
yayınlanmıştır (Annas, 1995). Bilinenler dışında dünyanın pek çok yerinde
açlık grevlerinin olduğu -haberleri bizlere kadar ulaşamasa da- tahmin
edilebilmektedir3. Açlık grevi
sonucu ölüm önemli tartışmalara sebep olmuştur. Bu eyleme bir intihar biçimi olarak
yaklaşanlar olduğu gibi, ciddi bir siyasal savunma tarzı olarak kabul eden çevreler de
bulunmaktadır. Sonuçta çok dramatik ve toplumsal bir süreç olan açlık grevinin
nedeni ne olursa olsun sonucunda ölümün gerçekleşmesi başta hekimler için üzerinde
durulması, sorgulanması ve meslek etiği açısından tekrar tekrar tartışılması
gereken önemdedir. Biz bu tartışmalara girmek yerine burada bir başka açıyı öne
çıkartmak isteriz. Belki de ne
felsefecilerin, ne yasaların, ne de tıbbın söyleyecekleri bir yazarın şu cümlesi
kadar anlam taşımamaktadır, “ölmek kişiyi
aşan bir ülkü uğruna olsa dahi daima kişisel ve özel bir sorundur” Arthur
Koestler’in bu sözlerini büyük İtalyan sinema yönetmeni, şair Pier Paolo
Pasoli’nin Stalin döneminde açlık grevi sonucunda yaşamını yitiren büyük Rus
şairi Osip Mandelştam için yazdığı dizelerle tamamlayabiliriz, “kendini öldürterek savundu o”. Bütün düğüm
galiba burada, “kendini savunmak”, kendi insani değerlerini çiğnetmemek için kendi
hayatını bir savunma silahı olarak kullanarak, sonucunda olabilecek ölümü göze
almak. Böylesi bir
tercihin doğruluğu-yanlışlığı, anlamlılığı-anlamsızlığının bizim burada
tartışabileceğimiz bir konu olmadığı düşüncesindeyiz. Ancak yine de tıp etiğine
ilişkin bir cümle söylenebilir ki, insanları yaşatmak -her koşulda ve mutlaka-
hekimlik ahlakının temelidir; ama insanların varoluşundaki en önemli unsurlar olan
düşüncesi, onuru ve kişiliği çiğnenirken, bahis sadece dirimsel anlamıyla
sınırlanabilir mi ? Son yıllarda
literatürde açlık grevcilerin tedavi etiğini tartışan makaleler yer almaya
başlamıştır. Ancak açlığın fizyo-patolojisini değerlendirenler çok az ve
yetersizdir. Açlık üzerine deneysel çalışmalar ise kısıtlanmış zamanlar için
yapılabilmektedir. Ülkemizde de uzun bir süredir bu denli yaygın yaşanan açlık
grevleri olmasına karşın Gürvit’in (1993) kronik dönemde değerlendirdiği üç
vaka dışında tıbbi herhangi bir bilgi yoktur. (Dünya cezaevlerindeki politik nedenli
açlık grevlerinin tıbbi literatürdeki sonuçlarına bakarsak Gürvit’in
çalışmasının ne kadar anlamlı olduğu ortaya çıkmaktadır.) Dolayısıyla, bu tez
daha önce yapılmış olan benzer herhangi bir çalışmayı referans alamamış,
doğrudan kendi bulgu ve gözlemlerimiz üzerinde şekillenmiştir. Başlangıçta tez
amacı güdülmeden, hastanemize sevk edilen çok değişik ve ağır bulguları olan
açlık grevcilerine, ilişkili organlarının açlıktan ne kadar, ne derecede ve hangi
biçimde etkilenmiş olduklarını anlayabilmek ve bu doğrultuda tedavilerini
düzenleyebilmek amaçlı birçok laboratuvar incelemesi yapılmıştır. Tabii ki bu
incelemeler sırasında hastaların düşkün durumları da gözönünde bulundurularak
mümkün olduğu kadar invaziv yöntemlerden kaçınılmıştır. Bütün bunların
sonrasında hastalardan elde ettiğimiz bilgi ve deneyimin bundan sonrası için
aktarılması amacı ve sorumluluğu bu tez çalışması fikrini doğurmuştur. Tezin
konusu böyle seçildikten sonra hastaların bulguları ve laboratuvar sonuçları
sağlıklı insanların sonuçları ve literatür bilgileri ile
karşılaştırılmıştır. Bu çalışmam
süresince, başta tez danışmanlarım ve her aşamada birlikte çalıştığım Dr.
Hakan Gürvit ve Dr. Emre Öge olmak üzere, Dr. Rezzan Tuncay ve Dr. Gençay Gürsoy’un
nöroloji; Dr. Mübeccel Demirkol ve Dr.
Tolunay Baykal’ın beslenme ve metabolizma;
Dr. Taner Gören’in kardiyoloji; Dr. Şahika
Yüksel, Dr. Doğan Şahin ve Dr. Işın Baral’ın psikiyatri;
Dr. Sacit Karamürsel’in fizyoloji; Dr. Cansev Çakalır ve Dr. Şebnem
Korur Fincancı’nın nekropsi ve patoloji
alanlarındaki engin bilgilerinin bu çalışmaya katkıları büyük önem
taşımaktadır; onların insani sabır ve destekleri, büyük dostlukları, her şeyden
önemlisi insan hayatı ve tıbbın nesnel gerçekliği arasındaki hassas noktada, hekim
etiğinin asıl anlamına kavuştuğu böylesi bir durumda gösterdikleri onurlu tutum
için her birine minnettarım. Uzmanlık eğitimim süresince, verdiği büyük moral
desteğiyle beni sürekli motive eden Dr. Yeşim Parman’a olan derin minnet
duygularımı da burada ifade etmek isterim. Ayrıca, adlarını
teker teker anamadığım, fakat onlar olmazsa
olmazdı, denilecek denli önemli fedakârlıklarıyla hastaların tüm bakımlarını
ve tedavilerinin düzenli yapılmasını sağlayan gönüllü insanlara Sevgili Nermin
şahsında; İstanbul Tabip Odası başta olmak üzere çaba sarfeden tüm sağlık
örgütlerine; yine bu süreçte etki ve katkıları çok önemli olan değerli insan
hakları savunucularına; bu tezin oluşumunda çeşitli düzeylerden emeği geçen
dostlarıma (bir yıl boyunca binlerce sayfa literatürü taramama yardımcı olan sevgili
İnci’den, her gece üşenmeden çay, kahve servisi yapan sevgili eşim Ahmet’e ve
elbette ki adlarını burada anmama gerek kalmaksızın kendi önemlerini bilen diğerlerine)...
Hepinize teşekkür
ederim... Ama eminim ki
hepinizin katılacağı şu dilek sizlere de teşekkürden daha anlamlı gelecektir;
keşke Aygün, Altan Berdan, İlginç, Hüseyin, Ali, Müjdat, Tahsin, Ayçe İdil,
Yemliha, Hicabi, Osman ve Hayati’ler ölmeseydi, keşke onlarca sevgili hastamız
olmasaydı, keşke onların dostlarını cezaevinde
tanımasaydık, keşke açlık grevlerinin yaşanmasına sebep olan sorunlar ülkemizde
olmasaydı ve keşke dünyada açlık başta olmak üzere, engellenebilir,
çözümlenebilir sosyal sorunlar ortadan kalksaydı da bu tezin konusu başka olsaydı... Son olarak şunu söyleyebilirim “Biliyorum ki insan onuru ile hekim etiği aynı yerde başlıyor ”. [1]Bu hususu özellikle vurgulamak gerekiyor; çünkü çok dramatik sonuçlara yol açan bu madde İstanbul ve İzmir barolarının o dönem, “Tutukluların yargılandıkları mahkemelerin il sınırları içindeki cezaevlerinde bulunmaları savunma hakları için vazgeçilemez derecede önemli bir haktır” gerekçesiyle açtıkları iptal ve yürütmenin durdurulması istemli davalar aradan üç yıl geçtikten sonra, bu tezin yazıldığı dönemde (Nisan 1999) Danıştay 10. Dairesi tarafından haklı bulunarak genelgeler iptal edilmiştir. 12 ölü ve çok daha fazla sayıdaki katılımcıyı kapsayan ciddi sekeller konusu yazık ki Danıştay’ ın iptal kararı içinde değerlendirilmemişti. 2Sovyet kaynaklı materyallere ulaşma konusunda çok geniş ansiklopedik bilgi sunan ve uzun yıllar Sovyet arşivlerinde çalışan (son yıllarda ortaya çıkarılan arşiv bilgileride dahil olmak üzere) Rogovin, Kolyma bölgesi çalışma kamplarında sürekli açlık grevlerinin olduğunu ve bu dönemde 700-800 bin insanın kamplarda öldüğünü belirtmektedir. Ölümlerin ne kadarının açlık grevinden, ne kadarının kötü yaşam koşullarından ve infazlardan olduğu bilinmemekle birlikte, açlık grevlerinin örgütleyicisi ve uygulayıcısı olan Sol Muhalefetin bu grevlerde binlerce kaybının olduğunun tahmin edilebileceğini söylemektedir. 3Ülkemizde 1980’li yıllarda yaşanan açlık grevi ve ölümlerin literatür taramasında dünyada bilinen açlık grevleri arasında yer almaması, benzer ülkelerde yaşananların da aynı akıbete uğradığı düşüncesini doğurmuştur. |
. | . | . | . | . |