Tutukluluk Halindeki Açlık Grevlerinin Tıbbi ve Etik Yönleri ve İşkence Meselesi
Hernan Reyes MD, OB/GYN FMH
Uluslararası Kızıl Haç Örgütü, Tıbbi Bölümü
Tutuklulukla İlişkili Etkinlikler Tıbbi Koordinatörü
Colombiya Üniversitesi-New York,
Halk Sağlığı Çalışma Merkezi Eski Araştırma Görevlisi
"Maltreatment and Torture", in the series Research in
Legal Medicine - Volume 19 /
Rechtsmedizinische
Forschungsergebnisse - Band 19. M. Oehmichen, ed.,Verlag Schmidt-R?mhild, L?beck, 1998.
Isimli yayından alınmıştır.Aşağıdaki makale yayıncının izniyle
yayınlanmıştır.Teşekkür ederiz.
Özet
“Yemeği reddeden”
mahkumlar her zaman açlık grevcisi olmayıp birçok farklı nedenle gönüllü oruca
kalkışmış olabilir. Mahkumların haklarına tam manasıyla saygı gösterilmeyen
ülkelerde açlık grevleri, içinde bulundukları durumu protesto etmek isteyen mahkumlar
için son çare olabilir. Dünya Hekimler
Birliği (DHB) açlık grevlerinde görev alan doktorlar için rehber niteliğinde bir
kurallar manzumesi belirlemiştir. Gerek 1975DHBTokyo Bildirgesi gerekseDHBMalta
Bildirgesi ‘zorla beslemeyi’ men eder. Farklı durumlar için geçerli olsa da, söz
konusu bidirgelerin ortak paydasında hastanın refahının gözetilmesi yatar.
Hastaların menfaati doğrultusunda hareket edebilmek için mahkumlar ile uğrasan
doktorların açlık grevindeki hastalarla bir güven ilişkisi kurması çok önemlidir.
?ayet bir mahkum ‘zorla beslenmeyi’ reddettiğini açıkça beyan etmişse, bu durumda
doktor klinik ve ahlaki yargıları ışığında hiçbir sekilde zora başvurmadan hasta
için elinden gelenin en iyisini yapmalıdır. Doktor-hasta ilişkisinin güveniyle
tescillenmiş olarak açlık grevcisinin rızasını almak ve oruç tutan hükümlünün
insanlık haysiyetine saygı göstermek hastanın refahını gözeten doktorun görevinin
vazgeçilmez birer parçasıdır.
Giriş
Açlık grevleri –ya da daha
açık bir ifadeyle- gönüllü tam oruç
vakaları dünya üzerindeki birçok ülkede rapor edilmiştir. Herzaman olmasa da çogunlukla tutuklu
birey ya da gruplar tarafından gerçekleştirilirler. Tüm zamanların en ünlü açlık
grevcisi hapishane dısında oruç tutmuş olan Mahatma Gandhi’yse, en iyi bilinen
açlık grevi yapmıs mahkumlar 1981 yılında ölümüne oruç tutmuş olan Maze
hapishanesi mahkumu Bobby Sands ve diger dokuz İrlandalı arkadaşı olsa gerektir. Bu
çalışmanin amacı gereği aşağıda yalnızca mahkumların katıldıkları açlık
grevleri ele alınacaktır.
Tutukluk halinde oruç
tutmanın nedenleri, ufak suistimalleri prostestodan daha yüce ahlaki, siyasi ya da
felsefi gayelere uzanan bir yelpazede alabildigine farklılık arzedebilir (Restellini
1989, Johannes Wier Vakfı 1995). Görüleceği üzere, gönüllü sınırsız oruç her zaman gönüllü veya sınırsız
olmayabilir. Söz konusu orucun türü ve gıda alımının reddi ardında yatan gerçek
gaye açlık grevcileriyle uğrasan doktorlar açısından birbirinden oldukça farklı
sonuçlar doğuracaktır. Oruç tutan mahkumların zorla beslenmesi durumu ortaya
çıkmadıkça genellikle etik bir ikilem de olmayacaktır. Aksi takdirde, zorla gıda
dayatılması hayati bir mevzu olabilecek ve bu durum ilgili hekimleri derin bir vicdan
muhasebesiyle başbaşa bırakacaktır. İste bu tip vakalarda mevcut etik normların incelenmesi gerekir.
Farklı açlık grevi
türleri ve bunların doktorlar açısından doğurdugu etik sonuçlar bu çalışmada
tartışılacaktır. Verilen örnekler Uluslarası Kızıl Haç Örgütü (UKHÖ) için
çalışan bu satırların yazarı ve diğer doktorların alan deneyimlerinden
alınmıştır. Cenevre merkezli bu
örgütün dünyanın çeşitli bölgelerindeki mahkumlara yaptığı ziyaretler
çatışma ve şiddet mağdurlarını korumak için örgütün giriştiği çok yönlü
çalışmanın yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır.
Mahkumiyet koşullarında
ortaya çıkan işkence ve açlık grevleri arasındaki bağlantılar da aşağıda ele
alınacak ve bu bağlamda DHB’nin
özellikle açlık grevleriyle ilgili iki bildirgesi konu edilecektir. Son olarak çalışma, tutukluluk durumunda
gerçekten de nihai çare olarak oruca başvuran mahkumların tıbbi yardımı kabul ya da
red yönündeki kararlarına saygı duyulması gerektiğini öne sürecektir.
Bu
gereklilikDHBtarafından1975 Tokyo Bildigesi’nde tanınmıştır. Bildirge gerek
işkenceye gerekse başka tür gaddar, insanlık dışı, küçük düşürücü
muamelelere her ne şekilde olursa olsun tıbbi bir yardım ve yataklığı katiyetle men
eder. Aynı zamanda, doktorların mahkumlara zorla gıda verilmesine aracılık etmemesi
gerektigi de bu bildirgede belirtilmiştir.
Açlık grevlerinin sadece
mahkumlara mahsus olmadığı daha önce de belirtilmişti. Oruç Roma devrinden itibaren
pek çok kültürde aleni bir protesto aracı olarak kullanılmıştır. W.B. Yeats’in
“Kral’ın Eşiği”nde tasvir ettigi üzere, oluşturulan baskının esas amacı
yetkilileri “utandırarak” protestocuların isteklerine boyun eğdirmektedir:
…şayet bir insan
haksızlıga uğramış ya
da uğradığını düşünüyor, ve acından
ölüyorsa başkasının
eşiğinde,
Halkın çığlığı
patlayacak ilelebet o
Eşikte, eşik Kral’ın
olsa bile.
Muhtelif biçimler
almasına rağmen tutuklu olmayan protestocuların açlık grevleri burada konumuzun
dışındadır.
Açlık grevi bahsi,
hapishanelerde veya baska gözetim biçimleri altındaki insanlar için bambaşka bir
boyut kazanır. Hapishane yetkilililerinin muhtemelen iç hukuku ve belki de ülke
yasalarını hiçe sayan bir protesto biçimi karşısındaki duruşlarını
belirlemelerine vesile olan tutukluk halindeki baskı unsuru mevzuyu iyice içinden
çıkılmaz hale getirir. Bu durum özellikle birey ya da insan haklarının tam
anlamıyla tanınmadığı ülkeler için geçerlidir.
Bu konumdaki mahkumlar imza
toplama, “açık mektup” gibi bilinen protesto yollarından ya da ifade özgürlüğü
gibi hukuki güvencelerden yoksun bırakılmış olabilir. Oruç, yetkilileri protesto
etmenin ya da onların ilgisini çekmenin yegane yolu haline gelebilir.
Hapishanede çalışan
doktorlar için bir de oruç tutan mahkumların tıbbi gözetimi ve nadiren olsa da
icabında zorla besleyerek açlık grevini sona erdirmek maksadıyla tıbbi müdahalede
bulunma meselesi söz konusudur. Hapishane doktorlarının açlık grevleri
karşısındaki tutumu söz konusu hekimlerin esas kaygılarının oruç tutan mahkumun
sağlığı mı yoksa hapishane faaliyetlerinin pürüssüz işlemesi mi oluşuna baglı
olarak farklılık gösterebilir.
Orucun etkilerini ve etik
sonuçlarını tartışmadan önce mevzu bahis olan farklı durumların
tanımlanması gerekir.
“Açlık grevi” bir terim olarak çok çesitli durumlara karşılık gelebilir.
Mahkumlar ve hapishane yetkilileri bunun farkında olduklarından terimin yol açtıgı
kavram karmaşasını kendi çıkarlarına alet edebilir.
Halk (ve günümüzde de
medya) öyle nitelemese de mahkum oruçlarının tümü ‘hakiki’ açlık grevi
değildir. Yukarıda bahsedilen “gönüllü sınırsız oruç tutma” belki de
“hakiki” bir açlık grevinde olup biteni daha iyi tasvir eder. Eylem sürecinden
ziyade oruçların ardında yatan güdüleri daha hakkıyla tanımladığından Fransızca
bir terim olan “je ne de protestation” (düz bir çeviriyle: “bir protesto biçimi
olarak oruç tutma”) daha uygundur.
Açlık grevleri her zaman
bir tür protestoyla ilişkilendirilmiştir. İngiltere çıkışlı kadınlara oy hakkı
talep eden hareketle birlikte yirminci yüzyıl Avrupa’sının gündemine girmişlerdir.
Bu çerçevede ilk kez (1909’da) şaibeli bir tıbbi uygulama olan zorla besleme mahkeme
kararıyla hayata geçirilmiştir. Yakın zamanda hemen hemen her kıtada mahkum açlık
grevleri olmustur. Can kayıplarından dolayı, örneğin 1980’lerde Maze
hapishanesindeki İrlanda’lıların açlık grevleri ve 1996 yazında Türkiye’deki
mahkumların açlık grevleri medyada geniş yer almıstır (1981’de Kuzey İrlanda’da
on ve 1996’da Türkiye’de en azından oniki can kaybı).
Gerek yukarıda bahsedilen
örnekler gerekse yakın zamana ait diğer vakalar katılımcıların sağlıkları
bakımından vahim sonuçlar doğuran oldukça uç durumlardır. Her hapishane
yöneticisinin (ve medyanın) farkında olduğu gibi, mahkumların açlık grevleri
dünyanın dört bir köşesinde geçmişe oranla çok daha sık gerçekleşmektedir.
Fakat “açlık grevi” terimi mahkumların oruç tuttuğu tüm durumları tanımlamakta
kullanılmalı mıdır?
Açlık grevlerinin tümü
aynı değildir. Her ne kadar hepsi bir noktada oruç tutmayı içerse de, sağlık
üzerindeki etkileri ve yol açtıkları etik ikilemler açısından aslında büyük bir
degişkenlik arzederler. Bu nedenle, muğlak
“açlık grevi” terimiyle tam olarak ne kastedildiğini tanımlayarak işe başlamak
gerekir.
Öncelikle, mahkumların
yiyecek (…ve bazen de,“kuru” açlık grevi esnasında, sıvı) alımını
durdurdukları farklı durumları da göz önünde bulundurarak, gönüllü sınırsız
orucun genel olarak kabul edilen tanımına uymayan durumları elemek gerekir.
Hakiki açlık grevleri
gönüllülük ilkesine dayanan ve belirli bir amacı hedef alan oruç tutma eylemini
içerir. Kendi iddiaları ne olursa olsun, zihinsel özürlü olan veya karar verme ve
değerlendirme yetilerinden aciz mahkumlar hakiki açlık grevcileri olarak
değerlendirilemez. Bu nedenle örneğin, aşırı depresyon sonucu ölüm orucuna yatan
hastalar baştan tanım dışı bırakılır. Daha sonra da ele alınacağı üzere bu
sav, açlık grevlerini intiharla eş gören yaygın anlayışı çürütmede esastır.
Dini nedenlerle tutulan
orucun açlık grevleriyle hiçbir ilişkisinin olmadıgı barizdir. Yine de buna kısaca
değinmemizin nedeni zaman zaman oruç tutma eyleminin cehalet nedeniyle veya mahkum eden
ve edilenler arasındaki kültürel farklılıklar yüzünden yanlış
anlaşılabilmesidir. Akla ilk gelen örnek Ramazan başlangıcında yemek yemeği
reddeden ve aynı dili konuşamadıkları için kendilerini tutsak edenlerin cehaletiyle
başa çıkamayan bazı müslüman mahkumların açlık grevcisi olarak
suçlanmalarıdır.
Bir de kişisel nedenlerle
ya da nadiren de olsa temsil ettikleri grup adına belli bir süreliğine yemek (ve bazen
de sıvı) alımını durduran “normal”, akli dengesi yerinde mahkumlar vardır.
Bu kapsama giren tüm
mahkumlar “hakiki” açlık grevcisi midir?
Kuşkusuz hayır. Kendilerini “açlık grevcisi” olarak
tanımlasalar da, oruç tutan mahkumları iki ayrı gruba ayırmamız gerekir: Yemek
alımını reddeden mahkumlar -ki bunlara yemek redcileri diyeceğiz- ve hakiki açlık
grevcileri. Bu iki kategori birbirinden
tamamen farklı iki ruh halini ve amacı yansıtır. Her kategori ayrıca kendi içinde
iki alt kategoriye ayrılabilir. Her özgül
durum için yaklaşım ve muamele oldukça farklı olacağından, farklı tipteki
mahkumları baştan ayırdedebilmek tıp personeli için büyük önem taşır. Unutulmaması gereken bir nokta, tüm bu farklı
mahkum kategorilerinin hapishane müdürleri, basın ve kamu tarafından genellikle tek
bir isim altında toplanıp, “açlık grevcisi” olarak yaftalanmasıdır. Söz konusu mahkumlar da kendilerini “meşru”
açlık grevcileri olarak görürler. Mahkumları
ziyaret eden UKHÖ grupları sıkça
hapishanelerde “açlık grevi var” diye bilgilendirilir. Olabilecek en yapıcı şekilde davranmak ve
yanlış varsayımlardan kaçınmak için söz konusu duruma doğru teşhisi koyabilmek
elzemdir.
Yemek Redcileri
Ele alacağımız ilk
mahkum kategorisi hapishanelerde en sık rastlanan “açlık grevcisi” tipi olup bu
gruptakiler tepkisel olarak yemek yemeği reddederler.
Bu tip açlık grevcisi belirli bir duruma kızgınlık ve çaresizlik içinde
tepkisini gösterir ve protesto mahiyetinde “açlık grevine gittigini” bildirir. (Gerekli istatistiki bilgiler el altında
bulunmasa da bu kategoriye dahil olan mahkumların ezici çoğunluğunun erkek olduğu
tecrübeyle sabittir.) Açlık grevinin
sebebi geri çevrilen bir temyiz istemi de olabilir. Ya da söz konusu olay daha dar
olçekli olup mahkumun razı olmadığı bir hücre ya da hücredaş değişiminden
kaynaklıyor olabilir. Sayabileceğimiz daha
pekçok farklı sebebin ortak paydası olayın hemen hemen her durumda sadece mahkumu
kişisel olarak ilgilendirmesi ve daha geniş çaplı bir protestonun bünyesinde yer
almamasıdır. Bu tip mahkumlar genellikle
hapishane yönetimi tarafından, ailelerine, avukatlarına ve kendilerini dinlemeye hazır
herkese sürekli şikayette bulunup olay yaratan birer “başbelası” olarak
görülürler. Bu kategoriye giren pekçok
mahkum uzun sayılabilecek mahkumiyetleri süresince defalarca açlık grevi protestosuna
başvurmustur.
“Açlık grevi”nin
başarıya ulaşabilmesindeki temel belirleyen, tepkici (reactive) grevcinin mümkün
olabildiğince fazla gürültü çıkarması, böylelikle hapishane içinde ve
dışındaki mercilerde sempati uyandırabilmesidir.
Tabii tüm bunların gerçekleşebilmesi için de mahkumların açlık grevinde
olduğunun kamuoyunca bilinmesi gerekir. Bu
tip grevlerin başarılı olabilmesinin önkoşulu hapishane rejiminin, bu tip
protestoların açıkça teşhir edilmesine ve hapishane sisteminin itibarını
zedeleyebilecek olmasına rağmen grevin sesini hapishane dışında duyurmasına izin
verebilecek kadar hoş görülü olmasıdır.
Bu tip mahkumlar gerçekten
de bir süreliğine yemek alımını durdurabilir. Hatta mahkumun bizzat kendisi de meşru
bir açlık grevcisi olduguna kanaat getirmiş olabilir. Tepkisel yemek redcisi ve hakiki
açlık grevcisi arasındaki fark redcinin ölüm orucuna yatmayı aklının ucundan dahi
geçirmemesidir. Bu tip mahkumların aslında
sağlıklarını riske sokmak gibi bir niyetleri dahi yoktur. Bilinçli ya da insiyaki olarak, ortam ve
kültürü de göz önüne alarak mahkum, saglığı tehlike arz etmeden çok önce
kendisiyle ilgilenilmesi beklentisi içindedir. Bu nedenle, yemek redcisi hapishane
doktorundan “medet ummaktadır”. Doktorun
onu müşahede altına almasını, tercihen hastahanede gözetim altında tutmasını ve
sağlığını koruması icin gerekli her türlü tedbiri almasını bekler.
Tepkici yemek redcileri
sadece mahkumların temel haklarının korundugu ülkelerde görece yaygındır. Baskıcı
rejimlerde, başbelası olarak bellenmiş mahkumların, taleplerini degil hapishane
dışına duyurmaları hapishane içinde dile getirmeleri bile nadir görülen bir
durumdur. Daha hoşgörülü sistemlerde, bu mahkumlar hapishane yetkilileri ve
doktorlarının sabrını sınayabilir. Tepkisel redci herzaman ciddiye alınmasa da
soruna genellikle makul bir hal çaresi bulunur. Muhtemelen alışkanlık icabı dahi olsa
da yetkililerin kendisinden ‘açlık grevcisi’ diye söz etmesi redcinin amacına bir
anlamda kısmen ulaşması demektir zaten.
Görece merhametli
sistemlerde hapishane doktorları bu tür vakalarda kendilerine hangi tıbbi görevler
yüklenmişse onları yerine getirir. Hapishane ortamında bütün bir meslek yaşamını
geçirmiş tecrübeli doktorlar hastaya saygı ile tıbbi açıdan yapmaları gerekenler
açısından sağlam bir tutum arasında dikkatlice bir denge tutturabildiklerinden bu
tür mahkumlarla en iyi onlar alakadar olurlar. ‘Açlık grevi’ genellikle kendi
kendine sönümlendiğinden doktorların pek yapacak birşeyleri de yoktur aslında. Hastanın nasıl davranacağını
kestiremediklerinden genç, tecrübesiz hapishane doktorlarının ya da dışarıdaki
tıbbi hizmetlerden ‘ödünç alınmıs’ doktorların bu nevi bir ‘açlık
grevcisi’ karşısında eli ayağına dolanabilir.
Gerek en nihayetinde
“grevleri” ciddiye alınmadığı için gerekse çok talepkar olan bu tür hastalarla
sıkça karşılaşan hapishane doktorlarının empatileri aşırı derecede
yıprandığından tepkici yemek redcilerinin “açlık grevlerinin adını kötüye
çıkardıkları” – bir Anglo-Saxon hapishane sistemi yöneticisinin ağzından- iddia
edilegelmiştir.
İkinci tip yemek redcisi
ise kararlı yemek redcisidir. Bu tür mahkumlar kadın ya da erkek olabilir. Hem yemeğin
reddi ardında yatan güdü hem de bu güdünün ortaya konuluş biçimi bir önceki
kategorininkinden tamamıyla farklıdır.
Bu tür redci çoğunlukla
tepkici tipin tam karşıtıdır. Dışadönük bir gürültücü ya da başbelası bir
şahsiyet değil ezeli bir mağdur, kendini umutsuz bir halde bulmuş bir insandır bu
mahkum. Bu mağduriyet yargısal bir uygulamadan ya da mahkumun hapishanedeki durumundan
kaynaklanıyor olabilir. Parçalanmış bir aile genellikle başlıca nedenlerdendir:
örneğin eşin boşanma talebi, ziyaret etmek istemeyen bir evlat gibi. Böylesi
durumlarda, mahkum yemek yemeyi reddecek; gardiyan ya da doktor sorduğundaysa açlık
grevinde olduğunu söyleyecektir. Aslında bilinçli bir protesto ile gerçek bir
depresyonun devreye girmesi arasında net bir çizgi çekmek oldukça güçtür.
Diğer bir kritik ayrım da
tepkici tipin aksine kararlı redcinin açlık
grevi hususunda hemen hemen hiç gürültü çıkarmamasıdır. Açlık grevi tabirinin
kullanılması yemek reddini mazur göstermek ve muhtemelen bu eyleme ‘asil bir
meşruiyet’ kazandırmak için kullanılmaktadır. Aslında, bu tip bir redci,
davranışı -her zaman olmasa da- intihara kalkışma olarak nitelenebilecek türden bir
‘açlık grevcisidir’ (İntiharla yapılan mukayeseler, çoğunlukla iddiaların altı
doldurulmasa da, açlık grevi tartışmalarında sıkça yer alır).
Bizzat dile getirmedikleri
bir tıbbi ilgiye gereksinim duyuyor olabileceklerinden bu tür hastalara karşı
doktorlar uyanık olmalıdır.
Burada aslolan mahkumun
oruç aracılığıyla dayatmayı umduğu yaptırım değil kendine “açlık
grevi”nden başka bir ifade biçimi bulamayan çaresizligin yol açtıgı anlaşılması
zor “yardım çağrısı”dır.
Hakiki açlık grevcileri: “Kararlı
olanlar” ve “pek de kararlı olmayanlar”
Yemek redcilerinden farklı
olarak bir de hakiki açlık grevcileri vardır, yani belirli bir amaç uğruna kayda
değer bir süre boyunca gönüllü sınırsız oruca girişen mahkumlar. Açlık grevinin
nedenleri açıktır ki bu grevlerin içinde yer aldıgı durumlar kadar çesitlidir.
Grevin ardında mahkumlar adına belirli bir statünün kazanılması gibi genel
–sıklıkla da “siyasi”- bir gaye yatıyor olabilir. Hapishane koşulları ya da
yargı sürecine iliskin belirli talepler de söz konusu olabilir. Sebep ne olursa olsun,
hakiki açlık grevcileriyle muhatap olurken
kaile alınması gereken birkaç nokta vardır.
“Siyasi” açlık
grevcilerinin bile hepsi ölümü göze almamış olabilir; birkaç gün zarfında
yeterince kamuoyu oluşturduktan sonra birçoğu geri çekilebilir. Bu haliyle, tepkici
redcilere benzetilebilirler. Ne var ki şayet orucun gerçekten ciddi olduğuna kanaat
getirilmişse ilgili doktorların dikkat etmesi gereken kimi hususlar var demektir. Orucun
hakikaten gönüllü olduğu ve diğer mahkumların dayatması sonucu olmadığı
açıklığa kavusturulmalıdır. Greve soyunan mahkumlar arasında oruca karsı herhangi
bir tıbbi ters tepki olup olmadığının belirlenmesi ve böylelikle mahkumların
sağlıklarına ilişkin muhtemel olumsuz neticelerden haberdar edilme haklarının
tanınması da bir başka gerekliliktir. Bu bakımdan doktorlar ve grevciler arasında
samimi bir diyaloğa ihtiyaç vardır. Bu, hapishane doktorunun kendisi için bile çok
güç hatta hemen hemen imkansız olabilir.
Her doktor-hasta
ilişkisinde olduğu gibi burada da güven ortamı çok mühimdir. Mahkumlar, tüm iyi
niyetlerine ragmen hapishanelerde çalısan hekimlere kuşkuyla yaklaşıp onların
baskıcı otoriteyle işbirliği içinde oldukları kanaatine, belki de yanlışlıkla,
varabilirler. Doktorların salık verdikleri
öğütlerin her biri açlık grevcilerince onları oruç eyleminden caydırmaya yönelik
birer kumpas olarak algılanabilir.
Açlık grevleri,
genellikle toplumsal çatışmaların yoğun oldugu ülkelerde mahkumların başvurduğu
bir direniş eylemi olduğundan, UKHÖ doktorları sıklıkla açlık grevleriyle
karşılaşırlar.
Açlık grevlerindeki temel
husus gönüllü sınırsız açlık eyleminin gerçekten de gönüllülük esasına
dayanmasıdır. Bu kıstasa bağlı kalarak,
olayı basitleştirmek pahasına açlık grevlerini iki ayrı alt gruba ayırmak
mümkündür; bunlar “kararlı” ve “pek de kararlı olmayan” açlık grevleridir.
Oruç eylemindeki mahkumun
rızası özel bir tetkik gerektirmektedir, zira doktorların alacağı kararları
etkileyen esas etmen budur. Mahkumların
genellikle şahsi olarak başvurdukları “yemek redciliğinin” tersine, hakiki açlık
grevine giden mahkumlar genellikle kitlesel olarak eylemlerini gerçekleştirirler, ya da
en azından gruba dahil bazı bireysel gönüllüler uzun dönemli oruç eylemine
başlarlar. Bir gruba dahil mahkumun
“kendiliğinden gönüllü olarak” başlattıgı oruç eyleminin ne derece
“gönüllülük” ilkesine dayandığı çok net olarak gözlemlenemese de özellikle
ciddi boyutlara varan açlık grevi eylemlerinde bu üzerinde karara varılması elzem bir
mevzudur.
Daha sonra ele
alacağımız UKHÖ alan araştırmalarından da anlaşılacağı üzere, mahkumlar
bağlı oldukları grup içinde karar verme özgürlügüne her zaman sahip değildirler. Kişisel olarak oruç eylemine başlamak istemeyen
bir mahkum, grup lider kadrosu tarafından “gönüllülüğe” zorlanabilir. Hapishane yaşamında, mahkumlar pekçok baskıya
maruz kalırlar. Mahkumun kendi grup
hiyerarşisi içinden aldığı bir “emri” reddetme özgürlüğü cok cüzzi ya da
neredeyse namevcut olabilir.
Harici doktorlar, örneğin
mahkumları ziyaret eden UKHÖ’ye baglı doktorlar, açlık grevindeki mahkumlarla
birebir ve özel olarak görüşme ayarlayabilirler.
Böylelikle grevin asıl amacının anlaşılmasında doktorlar daha elverişli bir
konuma sahip olabilirler. Daha da önemlisi,
mahkumların gerçekten de greve onay verdiklerinden mi yoksa “grubun” talimatlarını
yerine getirmekle yükümlü olduklarından mı oruç eylemi yaptıklarını anlamak
böylelikle mümkün olabilir.
Direniş biçimi olarak
ölüm orucunu seçen açlık grevcileri üzerinde, “grup baskısı” dışında başka
baskılar da mevcuttur. Diğer makhumların
gözleri de grevciler üzerinde olduğundan mahkumların karar verme hürriyeti daha da
sorunlu bir hal alır. Özellikle de söz
konusu olan“siyasi mahkumlar” ise bu özellikle geçerli bir saptama olacaktır.
Oruç tutan mahkumlar
büyüteç altındadır, her davranışları gözlemlenmektedir. Hapishane yetkilileri ve özellikle de
gardiyanlar mahkumlardan gelecek en ufak bir zayıflık belirtisini kollarlar.
Gardiyanların alay ve sataşmaları aksi takdirde belki de geri adım atabilecek bir
mahkumu inatlaşmaya itebilir.
Açlık grevcisinin ailesi
üzerindeki ya da ailesinden kaynaklanan baskılar da durumu hepten güçleştirebilir;
oruç eylemini sürdüren mahkumla müzakere halinde bulunan doktor bu unsuru da göz
önünde bulundurmak zorundadır. Ailelerden
zıt talepler gelebilir. Bazen aileler grevin
“tıbbi müdahele” ile sonuçlandırılmasını bastırırken bazen de tam tersine
mahkumun oruç eylemi yönündeki kararının tıbbi bir “işgüzarlık” sonucu
sekteye uğramamasında ısrar edebilirler.
Nihayet, eger açlık grevi toplumda tepki uyandırırsa,
basın da şüphesiz bir başka baskı unsuru oluşturacaktır.
Tüm bu dışsal etmenler
göz ardı edilemez. Açlık eylemcileriyle
ilgilenen tüm doktorlar bu unsurları
nazar-ı itibare
almalıdır. Mahkumların çıkarlarıyla en uyumlu şekilde hareket edebilmeleri için,
tüm bu etmenlerin bilinmesi ve tartışılması gerekir –tabii ki mahkumun uygun bir
doktor-hasta ilişkisine rıza göstermesi koşuluyla.
İlk bakışta grevin
gayesinin ne olduğunun doktoru doğrudan ilgilendirmedigi düşünülebilir. Bu saptama
fazlasıyla siyasi bir boyut arzeden durumlar için geçerli olsa da, deneyimlerimiz
taraflar arasındaki ilişkide yanlış anlaşma ve uzlaşmazlıkların ortaya
çıkabileceğini gösteriyor. Doktorlar ilgili tüm tarafların güvenini kazanabilirse
bir grevin nihayete erdirilmesine yol açabilecek bir ortak nokta bulunabilir ya da bir
husus doktor sayesinde açıklıga kavuşturulabilir (örnek için aşağıda ele alınan
Gürcistan vakasına bakınız).
Açlık grevinin tıbbi
sonuçları grevin ciddiyetine göre değişiklik göstereceğinden grevcilerin
kararlılık derecesini belirlemek hayati önem taşır. Bizi burada özellikle
ilgilendiren açlık grevine gösterilen tıbbi ters tepkilerdir, örn. seker gibi
metabolik rahatsızlıklar ya da gastrit, ülser gibi gastro-intestinal bozukluklar.
Tecrübeyle sabittir ki birçok durumda kendisine sadece, gizli gastritin ülserini
delerek açlık grevini vahim bir sonuca sürükleyebileceği açıklanarak mahkum
oruçtan caydırılabilir. Grevin ardındaki amaç yetkilileri bir noktadada taviz vermeye
“zorlamak” olduğundan, bu süreç uzun zaman alabilir. Şayet açlık grevcisi
ülseri daha ilk haftanın sonunda deldirirse, grevin tüm gayesi –mahkumun
sağlığıyla birlikte- yok pahasına heba olacaktır. Orucu bıraksın ya da
bırakmasınlar, açlık grevcilerinin, orucun sağlıkları açısından doğurabileceği
sonuçları, fizyolojik boyutları da dahil olmak üzere, öğrenmeye hakları vardır.
Doktorların bu sonuçlardan haberdar olmasının ne denli önemli olduğu British Medical
Journal’da yakın zamanda yayınlanmış iki makalede ele alınmıştır (Kalk et al
1993, Peel 1997).
Bazı hapishanelerde
hoşgörülebileceği gibi kimi hapishanelerde de açlık grevi kurallara aykırı kabul
ediliyor olabilir. Herhalükarda doktorlar mütemadiyen meseleye öyle ya da böyle
karışacaklarından ilgili hususlara aşina olmaları elzemdir. “Zorla besleme” bu
türden bir husustur ve aşağıda daha etraflıca tartışılacaktır. Bu mevzu daha
önce değinilen açlık grevinin intihara denk olduğu yollu yorumla da doğrudan
alakalıdır.
Açlık grevcileri,
sıklıkla, sıhhatlerini bir protesto aracı olarak kullanmakla eleştirilirler. Bu
eleştiride dile getirilen (doğruluğu su götürür) sava göreyse bu tür bir eylem
şantajla eşanlamlıdır. Ne var ki, açlık grevcilerini intihara yeltenen insanlarla
aynı kategoriye koymak uygun değildir. Böylesi bir yaklaşım olayı hatalı bir
şekilde tıbbı terimlere indirgemektedir: nasıl bir doktor intihara kalkışan birinin
yardımına koşarsa açlık grevcilerini de “kendilerini öldürmekten” alıkoymak
için zorla beslemelidir.
Bu tam manasıyla bir
kavram kargaşasıdır. İntihara kalkışan biri, vakaların çoğunda olduğu üzere, ya
yardım çağrısında bulunuyordur ya da gerçekten yaşamını sona erdirmek
niyetindedir. (Bu duruma örnek teşkil eden en tipik vaka ihanet suçuyla divan-ı harb
önünde utanç içinde yargılanmaktansa beynini havaya uçuran generalinkidir. Kimi
doktorların bu olayı dahi akut ve şiddetli depresyonla açıklamaya çalışmasına
rağmen tüm intiharların illa da “tıbbileştirlmesi” gerekmediği iddia
edilebilir). Bariz olarak siyasi gaye güden bir açlık grevcisinin durumu ise
bambaşkadır. Grevci ölmek değil, tam tersine “daha iyi yaşamak” istemektedir.
İcabında, bu uğurda yaşamını bile feda etmeye hazırdır ama amaçı katiyetle
intihar değildir (Çok sıkı korunmakta olan düşman mevzilerine karşı hücuma geçen
askerler de yaşamlarını tehlikeye atmaktadır. Öyleyse onlar da mı intihar
egilimlidir?).
Tersinemez fizyolojik
neticelerin sınırına dayanacak ya da bu sınırın ötesine geçecek denli uzun oruç
tutan açlık grevcileri pek çok kez intihar eğilimli olarak yaftalanmıştır. Bu tabii
ki hapishane ve yargı makamlarına doktorları zorla müdahale etmek üzere göreve
çağırmak için kusursuz bir bahane sağlamaktadır.
Mahkumlarla
çalışan hekimler için,Dünya Hekimler Birliğizorla besleme hususunda rehber niteliği
taşıyan bir
etik
manzumesi hazırlamıştır.
UKHÖ’nün açlık grevi deneyimleri
Açlık
greviyle uğraşırken karşılaşılabilecek farklı türdeki durumları gözler önüne
sermek maksadıyla gerçek saha deneyimlerinden birkaç örnek aşağıda ele
alınmaktadır. Yıllar boyunca dünyayının her köşesinde yaptığı çalışmalarda
Uluslararası Kızıl Haç Örgütü (UKHÖ) birçok farklı açlık grevi ve “yemek
reddi” türüne raslamıştır. Tibbi müdahele ve etik açısından açlık grevleriyle
aynı yönleri paylaşmadığından yemek reddi hususuna yazının geri kalanında
değinilmeyecektir. Bağımsız “harici” doktorlar sıfatıyla UKHÖ hekimleri bu nevi
durumlarda tibbi aracılar olarak hayati bir rol ifa ederler.
1980’li
ve 90’lı yıllarda Latin Amerika ülkelerindeki siyasi mahkumlar arasında açlık
grevine oldukça sık raslanırdı. Söz konusu grevlerin ne kadar ciddi olduğu çeşitli
etmenlere bağlıydı. Yetkililer ya da tıbbi hizmetliler tarafından kaile
alınmadiklarından “dönüşümlü grev” vakaları burada ele alınmayacaktır (Bu
tür grevlerde, kimileri sadece kahvaltıyı kimileriyse sadece öğle ya da akşam
yemeğini atladığı halde tüm mahkumlar açlık grevinde olduklarını iddia
etmektedir). Bazı ülkelerde ise, bazı militan mahkum liderler diger bireyleri gerçek
oruca zorlayıp böylelikle grubun tümü adına çeşitli taleplerde bulunmaşlardır.
Bu
satırların yazarının kendisi çeşitli durumlarda mahkumlarla, tıbbi istişarenin
gizlilik çerçevesi içinde kalarak, belirli bir “hasta-doktor ilişkisi” kurmuştur.
Bu durumların çoğunda mahkumlar, kendilerini ne tür bir işin altına soktukları
hakkında daha çok şey öğrenmeye çalışmış ve açlık grevlerinin neticeleri
konusunda bilgilendirilme ricasında bulunmuştur.
(Mahkumların
“kuru” -yani su alımının dahi durdurduğu- greve gitme tehdidinde bulunduğu
birkaç vakada, yazar her seferinde grevcileri caydırmayı başarmış ve oruçlarını
kuru gıdalarla sınırlandırmaları yönünde ikna edebilmiştir çünkü kuru grev
vahim ve belki de geri dönüşü olmayan sağlık sorunları doğurabilir. Nasıl açlık
grevi yapılacağı hususunda akıl alınacak bir “danışman” olarak görünmemeye
özen göstererek yazar mahkumlara, ancak belirli bir süre geçtikten sonra bir grevin
dikkat çekme şansının olduğunu ve “kuru” grev yoluyla böbrek sorunlarına
davetiye çıkarmanın bu açıdan pek akılcı olmadığını izah etmiştir.)
Bu tür
durumlarda mahkumlar genellikle hapishane doktorunun verdiği tavsiyelere ihtiyatla
yaklaşıyorlardı. Bu güvensizlik kimi vakalarda pek yersiz de sayılmazdı. Örneğin
tipik bir hapishane doktoru daha açlık grevinin erken dönemlerinde mahkumlara, dini
ilkeleri gereği kimsenin açlıktan ölmesine müsaade etmeyeceğini ve gerekirse ilk
safhalarda dahi zorla beslemeye başvurmakta tereddüt etmeyeceğini açıkça
belirtmişti (seksenlerin sonlarında Latin Amerika’da bir ülkede). Bu doktor hakiki
bir açlık grevinin intiharla aynı anlama geldiğine kanaat getirmiş olduğundan
kendisi için hastanın özerkliği de mevzu bahis olamazdı. Bu nevi açlık grevlerinin pekçoğunda özgül
koşulları hakkında tıbbi tavsiyeler alan mahkumlar orucu sona erdirmeye karar
vermiştir. Diğerleriyse ihtiyatı elden bırakmayarak, örneğin, revire kadırılmak
gibi tıbbi bir yardım talepinde bulunmuş ve harici bir doktor tarafından yapılan
müdahaleler mazur görüldüğünden böylelikle, itibarlarını kaybetmeden beslenmeye
geri dönebilmişlerdir.
1980 ve
81’deki (kuzey) İrlanda açlık grevlerinde bu türden “harici müdaheler”
topyekün geri çevriliyordu. UKHÖ oruç
tutan mahkumlara tıp hekimleri göndermiş olmasına rağmen -ki zamanında basında buna
oldukça geniş yer verilmişti- açlık
grevcileri herhangi bir harici tıbbı aracılığı kabul etmiyordu. Kısa süre sonra
anlaşıldığı üzere Ulster’deki açlık grevcileri sonuna kadar gitmeye
kararlıydı. Birkaç ay zarfında toplam on mahkum öldü. Hapishane mahkumları açlık
grevcilerinin iradi beyanlarına saygı göstermiş ve zorla besleme o dönemde akla dahi
gelmemişti (Mahkumların haysiyetine ve tedaviyi reddetme hakkına saygı gösteren bu
yaklaşım yüzyılın başlarındaki tutum ile taban tabana zıttı. 1909 yılında
mahkumlar mahkeme kararıyla zorla gıda almak durumunda bırakılmıştı).
İrlanda
grevlerinde mahkumların aileleri oldukça müdahildi ve hapishane doktorlarıyla surekli
iletişim halindeydiler. Bazı durumlarda mahkum ailelerin bizzat kendileri orucun
ilerleyen safhalarında oğullarını kurtarmaları için doktorlara başvurmuş ve bu
talepleri yerine getirilmişti. Doktorların nihai tutumu akli dengeleri yerinde olduğu
sürece mahkumların -beslenmemek şeklindeki- iradi beyanlarına saygi göstermekti.
Ancak bir itirazda bulunacak durumları kalmadığında aileler oruç tutmakta olan
akrabaları adına tıbbi yardım edinebiliyordu. (Bu kimi zamanlar tatsız tartışmalara
da yol açabiliyor;bazı mahkumlar şayet kendileri adına tıbbi yardım çağrısında
bulunup grevi sekteye uğratırlarsa ailelerini hiç affetmeyeceklerini söylüyorlardı.
Birçok aile gerçekten de oğulları ya da kocalarına grevde destek oldu.)
Orta
Doğu ve Türkiye’deki gibi oldukça siyasallaşmış diğer kimi vakalarda ise
yüzlerce, hatta daha fazla mahkumun katıldığı “kolektif” açlık grevleri
alabildiğine farklı boyutlar kazanmıştır. Her ne kadar aksini iddia etseler de kimi
grevciler en başından itibaren zaten çok niyetli değillerdir. Bazı doktorların
böylesi kolektif grevlere yaklaşımı en az grevdeki mahkumlarınki kadar siyasi bir
nitelik arz etmektedir. Orta Doğu’da bir doktor yazara aynen şöyle demiştir: “Çok
sayıda” (bu vakada 2000’nin üzerinde) “mahkum açlık grevine gitiğinde, onların
hayatını kurtarmak için tabii ki zorla beslenilmelerini emretmek zorundayım”. Bu tip
bir müdahele, özellikle de oruç başlayalı daha 10-12 gün olmuşken, baskıcı bir
uygulama olarak anlaşılmalıdır, tıbbi değil. Hastaya kendi rızası olmadan tıbbi
müdahelede bulunmanın etik boyutundan başka diğer iki hususun da altını çizmekte
yarar var. Öncelikle, bedenen ve zihnen
sağlıklı bir kişiyi 10-12 gündür oruç tutuyor diye yemek yemeğe zorlamanın hiçbir tıbbi dayanağı olamaz. İkinci olarak, vücuda zorla yerleştirilen
naso-gastrik tüp vasıtasıyla mahkumu zorla besleme, 1980’lerin başlarında bu
bölgede karşılaştığımız iki ölüm vakasından da anlaşılacağı gibi son derece
tehlikeli olabilir.
1996 yazında,
Türkiye’de, yüzlerce “siyasi” hükümlü mahkumiyetlerine ilişkin bir dizi
meseleyi protesto etmek amacıyla açlık grevine gitti.
İrlanda’daki mahkumların birbirbirini takiben bireysel olarak
gercekleştirdikleri grevlerden farklı olarak eş zamanli cereyan eden bu grevler, en az
12 mahkumun ölümüne neden olurken pekçok mahkumda da nörolojik ve psikiyatrik
arızalar bıraktı. 60 günü aşan açlık
grevlerinden sağ kurtulanlar arasında bu denli yüksek sayıda tıbbi rahatsızlık
vakası daha önce hiç görülmemişti (Harici doktorların incelemeleri grev sonrasında
Türk tıp dergilerinde yayımlandı: Bakınız “Forensic Sciences meeting in Antalya,
Turkey 1995. Ayrıca bakınız “Izmir in the last hunger strikes” Dr.
Zaki Gul, Toplum ve Hekim içinde, Eylül-Aralık 1996). UKHÖ’nün Türk
hapishanelerini ziyaret etmesine izin verilmediği ve kurumun doktorları bu grevlerde
görev alamadığı için grevlere ilişkin tıbbi bilgilerin önemli bir kısmı hala
mevcut değildir.
Birkaç sene önce Kafkas ülkelerinin birinde
gerçeklesen bir açlık grevi vakası hekimlerin açlık grevlerindeki konumlarının
çetrefilliğini gözler önüne sermektedir. Açlık
grevindeki “siyasi” bir mahkum tıbbi müdaheleyi engelleyemeyecek kadar bitkin ve
yarı bilinçsizken, Sovyet döneminden miras kalan hapishane kuralları gereğince
kendisine damardan zorla gıda verilmiştir. Mahkum
deneyimini yazara aktarırken önce kendi arzusuna saygı gösterilmeden zorla müdahelede
bulunuldugu icin öfkeyle tepki vermiş olsa da daha sonra hayatta olduğu için aslında
mutlu olduğunu sessizce itiraf etmiştir.
Zorla besleme ve
itkence
Zorla besleme konusu baskı
ve işkence durumlarıyla yakından ilintilidir. Bilindiği
gibi Dünya Tıp Örgütü’nün 1975 Tokyo Bildirgesi hekimleri, aktif ya da pasif bir
biçimde veya tıbbi bilgi tedarik ederek işkence eylemine katılmaktan men eder. Ayrıca, nedeni çok az sayıda hekimce
anlaşılmış olsa da, Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi açlık grevindeki mahkumların
zorla beslenmemesini özel koşul olarak şart koymuştur.
Yaygın kanılardan biri,
zorla beslemenin bir tür işkence olduğu yolundadır ki bazı durumlar için bu oldukça
yerinde bir savdır. Uluslararası Sağlık
Uzmanları Örgütü (Voguet ve Raat 1989) raporlarından birinde konu edilen, aylar ve
hatta yıllarca süren Fas açlık grevleri sırasında mahkumların sürekli beslenmeye
zorlanmaları bu savı kanıtlamaktadır.
Ne var ki madde 5 aslında
başka bir nedene dayandırılmaktadır (DHB’nün eski, fahri ve kurucu üyesi Dr. Andry Wynen ile kişisel görüşme). Zorla beslemenin yasaklanması bildirgenin
arkaplanıyla ilişkilidir, yani işkenceyi içeren durumlarla. Eğer işkence gören bir mahkum içinde
bulunduğu durumu protesto etmek amacıyla açlık grevine giderse doktor mahkumu rızası
dışında gıda almaya zorlamamalı ve böylelikle de mahkumu ileride daha fazla işkence
görmek üzere sağlığına kavuşturmamalıdır. Açlık
grevlerine ilişkin olarak düzenlenen madde 5’in bildirgenin kapsamı içine
alınmasının temel nedeni budur.
1989 yılında, Güney
Afrika’da madde 5’in uygulanmasını gerektiren bir durum geniş yankılar
uyandırmıştır. Johannesburg’da Kalk ve
Veriava adlı doktorlar (1991) mahkumiyet koşullarını protesto etmek amacıyla açlık
grevine giden 33 mahkumu tedavi ettiler. Mahkumlar
hastahaneye kaldırıldığında, Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi gereğince
bilgilendirildiler; zorla yemek yedirilemeyeceği kendilerine izah edildi. Dahası, Dr. Kalk mahkumların yargısız
mahkumiyetlerinin bir tür işkence olduğunu öne sürerek, açlık grevinin etkilerinden
kurtulan hastaların mahkumiyetlerine geri dönmelerini engellemek için hastahaneden
tahliye edilmelerini de kabul etmedi.
“Kalk reddiyesi” olarak
anılagelen bu karar tam da Tokyo Bildirgesi’nin açlık grevi hükmüyle
gerçekleştirmek istediği amaca örnek teşkil eder. Ayrıca, Güney Afrika Tıp
Örgütü’nden (GATÖ) bazı doktorlar DHB’nün açlık grevlerindeki etik kaygılara
ilişkin kılavuzluğunu gözden geçirmesi icin önayak olmuşlardır. Bu konuya istinaden 1990 yılında yazarla da
bağlantı kurmuşlardır. Tokyo
Bildirgesi’nin, doktorların açlık grevleri esnasındaki etik sorumluluklarına
yönelik yol göstericiliği açısından yetersiz kaldığı kanısında olan doktorlar,
bildirgenin düzeltilmesi ve genişletilmesi için önergede bulunmuşlardır. UKHÖ’nün resmi olarak katıldığı uzun
tartışmalar sonucunda ve bu makalenin yazarının da etkin lobi faaliyetleri ve konu
üzerindeki calışmaları neticesinde,DHB , 1991DHBAçlık Grevlerine İlişkin Malta
Bildirgesi başlığıyla yeni bir beyannamenin kaleme alınması için karar almıştır. Bu bildirge işkence durumu dışındaki tüm
gönüllü sınırsız oruç eylemlerine ve mahkumlara kaynaklık etmektedir
(BakınızDHBBildirgeleri El Kitabı,DHBFerney-Voltaire, France). Malta Bildirgesi de her tür zorla besleme
durumunu reddetse de, doktorların nihai olarak hastalarının yararı doğrultusunda
hareket etmesini şart koşar. Yaşama döndürüldüğü için sonuç itibariyle mutlu
olan Kafkas mahkum, Malta Bildirgesi’nin ele almaya çalıştığı duruma güzel bir
örnek teşkil eder.
Sonuç
Gözaltındaki kişiler
çeşitli nedenlerle açlık grevine gidebilirler. Pek
çok durumda, oruç eylemi belirli bir maksada yönelik olarak yetkililerin ilgisini
çekebilmek amacıyla sınırlı bir zaman zarfında gerçekleşir ve kısa sürer. “Yemeği reddeden” pekçok mahkum esasen
hakiki açlık grevcisi değildir, sağlıklarını tehlikeye atmaya niyetleri yoktur.
Aslında hapishane doktorunun sağlıklarını gözeteceğine ve gerekli önlemleri
alacağına itimat ederler.
Siyasi
ya da dini, etnik ya da batka bir görütü savunan mahkumlarca başlatılan hakiki
gönüllü ve de sınırsız oruç eylemlerinde, “grevin sonuna kadar götürülmesi”
kararlaştırılmış ve uzun süren orucun tüm fizyolojik sonuçları göze alınmış
olabilir. Mahkum haklarının yeterince
gözetilmediği ya da tamamen ayaklar altına alındığı, işkencenin uygulandığı
ülkelerde açlık grevi, mahkumların içinde bulundukları duruma başkaldırma
maksadıyla başvurdukları son çare olabilir.
1975 yılındaDünya
Hekimler BirliğiTokyo Bildirgesi’ni yayımladı. Aralarında
Birleşmiş Milletler’in 1984 İskence Karşıtı Anlaşması’nın da bulunduğu
pekçok resmi kurumun onayladığı bu bildirge hekimlerin herhangi bir işkence
yaptırımına katılmasını yasaklamaktadır. Açlık
grevlerini konu alan ve özellikle zorla beslemeyi yasaklayan 5. madde itkence mağduru
mahkumlarla ilgilenen doktorlara destek sağlamayı amaçlar. Böylelikle, işkence gören mahkumların açlık
grevine gitmesi durumunda doktorların zorla yemek yedirmek suretiyle mahkumları yeniden
hayata döndürmeye zorlaması ve böylelikle de mahkumların işkence odasına geri
dönebilecek ölçüde “iyileştirmeleri” gerekliliği ortadan kalkmış olur.
Dünya Hekimler
Birliği1991’den itibaren Malta Bildirgesini benimsemiştir. Bu bildirge işkencenin olduğu durumlara atıfta
bulunmaksızın, sadece gönüllü sınırsız oruç tutma eylemini ve bu durum
bağlamındaki mahkum-doktor ilişkisini içerir.
“Tokyo” ve “Malta”
bildirgelerinin uygulama alanları farklı olsa da, ikisinde de belirgin ortak kaygı
hastanın menfaatidir. Hekimlerin mesleki
sorumlulukları, güven üzerine kurulmuş bir “doktor-hasta” ilişkisi çerçevesi
içerisinde olamk suretiyle, hastanın sağlığını korumaktır. Bu açlık grevcilerini de kapsar. Eğer mahkum zorla beslenmeyi net bir ifadeyle
reddetmişse, o zaman hekim klinik ve ahlaki muhakemesini hastanın yararını gözeterek
en iyi biçimde kullanmalıdır. Doktor
hastanın ölümden döndürülmekten memnuniyet duyacağına ikna olmuşsa , bazen kendi
yararı için hastanın isteklerine “karşı gelmek” ve onu hayata döndürmek
gerekebilir. “Malta” bildirgesi
doktorlara oruç tutan hastaya son bir şans verme imkanını tanır. Fakat, eğer ölüm orucunun ileri safhalarında
mahkumun bilinci ve fizyolojik durumu zihni melekelerinin şüphe götürmez bir biçimde
yerinde olduğunu gösteriyor ve mahkum doktorun müdahelesini halen kesinlikle
onaylamıyorsa, o zaman doktor da geri adım atmaya ve bir daha müdahele etmemeye
hazırlıklı olmalıdır. Bu koşullarda
hastanın menfaatini gözetmek demek, ölüm orucundaki mahkuma son bir karar
özgürlüğünün tanınması ve en azından onurlu bir biçimde ölmesine izin verilmesi
demektir.
Mahkumların bağlanıp
damardan ya da oesophagel tüpler aracılığıyla zorla beslenmesine doktorlar asla
iştirak etmemelidir. Bu tür davranışlar
bir nevi işkencedir ve doktorlar “açlık grevcisinin hayatını kurtarma” kisvesi
altinda bu eylemde hiç bir şekilde yer almamalıdır.
Oruç tutan mahkumun insanlik onuruna saygi duyma, karşılıklı güvene dayanan
doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde açlık grevcisinin bilinçli rızasını dikkate
alma hastasının yararını gözeten doktorun mesleki sorumluluğunun bir parçasıdır.
Kaynakça
Johannes Wier Foundation for Health and Human
Rights (1995) Assistance in hunger strikes: a manual for physicians dealing with hunger
strikes. Amerstoort/NL
Kalk WJ, Felix M, Snoey ER, Veriawa Y (1993)
Voluntary total fasting in political prisoners: Clinical and biochemical observations.
South Africa Med J 83: 391-394
Kalk WJ, Veriawa Y (1991) Hospital management of
voluntary total fasting among political prisoners. Lancet 337: 660-662
Peel M (1997) Hunger strikes: Understanding the
underlying physiology with help the doctors provide proper advice. Brit Med J 315: 829-830
Restellini J P (1989) Les
gr?ves de la faim en p?nitentaire. In Staempfli (ed) Revue P?nale Suisse (Bern), Vol 106
Voguet D, Raat A-M (1989) La
faim pour la Justice. Mission Report
for the International Comission of Health, Professional for Health and Human Rights.
|