| . | 
  
 
   
 |  | AÇLIK GREVLERİ/ÖLÜM ORUÇLARI,
 TTB VE SON TARTIŞMALAR*
 (Türk Tabipleri Birliği Toplum ve Hekim Dergisi
 Kasım-Aralık 2000 Sayı: 6'da yayınlanmıştır.)
 Ata SOYER*** 6-10
    Ocak 2001 tarihlerinde Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
 ** Halk Sağlığı Uzmanı, Dokuz Eylül Ü. Tıp Fak. Halk Sağ. AD Öğretim Üyesi
       
    1. GİRİŞ     
    Açlık grevleri/ölüm oruçları, insan hakları ihlallerine hekimlerin temas
    ettiği önemli alanlardan biri olmuştur. Açlık grevlerinin tarihi çok eskilere kadar
    gitmektedir. Örneğin, kitaplar Roma döneminde Hıristiyanlara yapılan baskıya bir
    tepki olarak, açlık grevine başvurulduğunu yazmaktadır. Roma İmparatoru Tiberius
    döneminde cinayet ve işkencenin yaygın olmasına tepki olarak, ünlü bir avukat olan
    Nerva-ki aynı zamanda Tiberius’un yakın arkadaşıdır-çevresindeki vahşete daha
    fazla tanıklık etmek istemediği için açlık grevine gider. Tiberius’un tüm ikna
    çabalarına karşın, Nerva, kendisine bir şey yapılmasını istemez; dürüstçe
    ölmeyi tercih eder. Biliyordur ki, en yakın arkadaşının bu şekilde ölmesi,
    Tiberius’u oldukça sarsacaktır ve yaptıkları konusunda düşünmesini
    sağlayabilecektir (Smeulers 1995).      
    2. DÜNYADA AÇLIK GREVLERİ TARTIŞMALARI     
    Tarihsel olarak gösterilen bu örneğe karşın, açlık grevlerinin toplumsal (ve
    de giderek) tıbbi bir sorun olması, 1970’li yıllarda yoğunlaşmıştır. Daha
    önceki tarihlerde, açlık grevleri ile karşılaşan hükümetler, genellikle zorla
    besleme yöntemini tercih etmekteydi. Bu konuda İngiltere’nin 1964 tarihli İçişleri
    Bakanlığı’nın Daimi Kuralları örnek olarak gösterilebilir. Ancak, konunun
    uzmanları, 1960’lardaki zorla besleme tavrından, 1970’lerde daha çok
    mahkum-merkezli tedavi yöntemlerine geçildiğini belirtmektedirler. Bu süreci, büyük
    ölçüde İngiltere örneği üzerinden aktarmak anlamlı olacaktır. 1973 Kasım-1974
    yazı arasında Brixton Cezaevi’nde açlık grevi yapan İrlandalı mahkumlar, zorla
    beslenmişlerdir. Yine 1974 yılında yapılan resmi bir açıklamada, İngiltere ve
    Galler’deki cezaevlerindeki dört erkek ve iki kadın mahkuma zorla besin verildiği
    ifade edilmiştir. Bu olaylar, hekimler arasında bir tartışma açması  ve de iki kadın mahkumun İngiliz İçişleri
    Bakanlığı aleyhine dava açması nedeniyle hukuksal ve siyasal bir tartışma
    yaratmış, açlık grevi tartışmalarında önemli bir dönüm noktası olmuştur.
    Burada dönemin İngiltere İçişleri Bakanı Roy Jenkins’in konuyla ilgili
    açıklaması kritiktir:     “Doktorun, mesleğinin ahlakına ve
    göreneksel hukuka karşı yükümlülüğü vardır. Cezaevi uygulaması açısından,
    mahkumun iradesine karşın mahkuma zorla besin vermek gibi yükümlülüğü yoktur. Bu
    noktayla ilgili yanlış anlama olduğu için, gelecekte izlenecek usullerin kuşkuya yer
    bırakmayacak kadar açık olmasının mahkumlar, tıp mesleği ve kamuoyu açısından
    yararlı olacağını düşünüyorum.      Bana verilen hukuksal görüşe
    göre, göreneksel hukukun mahkumdan sorumlu kişilere yüklediği görev, her olayla
    ilgili duruma uygun ve mahkumun sağlığını ve yaşamını korumaya yönelik önlemleri
    almaktır. Bu kişiler, herhangi bir olayla ilgili karar alırken, yalnızca mahkumun
    yemek yemeği reddetmesinin yol açabileceği tehlikeleri değil, fakat aynı zamanda,
    uygulandığı zaman, özellikle uygulanmasına karşı direnç olduğu zaman, zorla
    beslemenin kendisinin yol açabileceği tehlikeleri de göz önüne almalıdır.      Bu nedenle ve benim kanıma göre,
    gelecekteki uygulama şöyle olmalıdır: Mahkumun herhangi bir besin almayı reddetmekte
    ısrar etmesi halinde, tıbbi görevlinin ilk yapması gereken şey, mahkumun rasyonel bir
    yargıda bulunmasını engelleyecek bedensel ve ruhsal bir hastalığa sahip
    olmadığını tespit etmektir. Tıbbi görevli bu konuda bir sonuca vardıktan sonra,
    dışarıdan bir uzmana başvurup görüşünün doğru olup olmadığını
    araştırmalıdır. Uzmanın, tıbbi görevlinin hastalıklı olmadığı yolundaki
    görüşünü onaylaması halinde, mahkuma tıbbi bakım ve gözetim verilmeye devam
    edileceği, isterse yemek alabileceği konusunda açıklama yapılmalıdır.     
    Mahkuma, uygun ve gerekli olması halinde, kendisinin cezaevi hastanesine
    kaldırılabileceği belirtilmelidir. Ancak mahkuma tam olarak açıklanması gereken
    diğer bir husus da şudur: Cezaevindeki tıbbi görevlinin (hortum veya serum yoluyla)
    suni beslemeye başvurmasını gerektirecek herhangi bir cezaevi kuralı yoktur. Son
    olarak, özel istemde bulunmaması halinde, sağlığında meydana gelebilecek
    kaçınılmaz gerilemenin sürmesine izin verilebileceği konusunda, açık ve kesin bir
    şekilde uyarılmalıdır.” (Aktaran, BMA 1996).     
    Bu resmi tutum, daha sonra da sürmüştür. İngiliz Tabipler Birliği de, aynı
    dönemde konuyu oldukça ayrıntılı bir biçimde tartışmıştır. Tartışmanın odak
    noktası, bir yandan devletin güvencesindeki mahkumun yaşamını kurtarmak ile, mahkumun
    arzusuna saygı gösterme arasında hekimlerin kalması olmuştur. BMA, o dönemde,
    vicdani olarak zorla beslemeye karşı olan hiçbir hekimin, bu konuda zorlanamayacağı
    eğilimini benimsedi. Tartışmalar sonucu, 1974’de yapılan Yıllık Temsilciler
    Toplantısında, BMA, açlık grevinde nihai kararın cezaevindeki tıbbi görevlinin
    görevi olduğunu ve dışarıdan hiç kimsenin kendi görüşlerini empoze etmesinin
    doğru olmadığını kabul etti. Aynı yıllarda, Dünya Tabipler Birliği’nin
    yayınladığı Tokyo Bildirgesi de, açlık grevi konusuna bir açıklık getirmekteydi: “Bir
    hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim,  beslenmeyi
    gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru
    bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan
    beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en
    azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol
    açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.” (Soyer-Balta
    1996).  Tokyo Bildirgesi, baskı ve
    işkencenin yoğun olduğu 1970’ler ortamında, hekimlik ahlakının öne
    çıkarıldığı en önemli uluslararası belgeydi. Bu Bildirgedeki açlık grevi ile
    ilgili 5.madde de, söz konusu baskı ve işkence ortamında, bu baskı ve işkencenin bir
    parçası haline gelmiş olan zorla besleme olgusuna bir tepkiyi içeriyordu. Bu
    Bildirgeyi yazanlar biliyorlardı ki, zorla besleme, hekimin bir klinik kararı   değil, temel olarak hükümetlerin hekime
    dayattığı bir uygulama şeklindeydi. Hekimliğin açlık grevleri konusundaki tutumuna
    ilişkin en açık uluslararası açıklama olan Tokyo Bildirgesi, bir ilk olmasına
    karşın bu alandaki sorunları tümüyle çözecek nitelikte değildi.       BMA, bir yandan Tokyo
    Bildirgesi’nin eksiklerini tartışırken, diğer yandan da ülkede yaşanan dramatik
    olaylardan etkilenen bir süreç yaşadı. Örneğin, 1976’da süresiz açlık grevine
    giden iki İRA üyesi (Frank Stagg ve Michael Gaughan), önceki örneklerin aksine zorla
    beslenmediler ve öldüler. Buna, 1981’de Bobby Sands’ın başlattığı uzun süreli
    açlık grevlerini de eklemek mümkündür. Sonuçta, BMA, 1981’de yayınladığı
    “Tıbbi Etik Elkitabı”nda, açlık grevindeki kişiye zorla besin verip vermeme
    kararının, birey olarak hekimin kendisine bırakan bir karara yer verdi. BMA, “Hastanın
    özerkliğine saygı göstermeyle, mahkumun yararına olacak şekilde mümkün olan
    anlarda müdahale etme gereksinimi arasında bir denge oluşturulmalıdır” yargısına
    varıyordu(BMA 1996). Genel olarak da, BMA, son yıllarda bu çizgisini yaşama
    geçirmiştir.             
    BMA’nın politikasındaki değişiklik, İrlandalı mahkumlara yapılan
    işkenceler ve açlık grevlerindekileri zorla beslemenin bir işkence gibi
    uygulanmasının kamuoyu ve  hekimlerce
    duyulması ile olmuştur. Bu konuda 1974 Şubatı’nda İrlandalı Mahkumları
    Desteklemek için Eylem Komitesi’nin BMA’ya yazmış olduğu mektup oldukça tipiktir:
    “Mahkumlara zorla besin şöyle verilmektedir: Ağızları bir cerrah aletiyle zorla
    açılmakta ve turuncu renkli yağlı bir hortum boğazlarından aşağıya doğru
    itilmektedir. Sonra sıvı bir karışım hortuma dökülmektedir. Bunu hemen hemen her
    zaman kusma ve mide bulantısı izlemektedir. Mahkumları zapt etme işini gardiyanlar
    yapmaktadır.” Bu şikayetler konusunda mahkum yakınları yalnız değildir.
    BMA’ya yazanlar arasında hekimler de vardır: “Zorla besin vermek için
    kullanılan yöntem, bu yüzyılın başlarında genel oy hakkı için mücadele edenlere
    uygulanan yöntemin aynısıdır. Dişlerin arasına tahtadan bir blok
    yerleştirilmektedir. Bu blok, içinden yağlı bir mide hortumunun geçtiği bir delik
    ihtiva etmektedir. Bu işlem günde bir veya iki kez yapılmakta, kusma olursa
    tekrarlanmaktadır. Direnme söz konusu olduğunda, ağzı açmak için çelik bir
    kelepçe kullanılmaktadır. Bu tür durumlarda mahkumu sabit tutmak için birkaç kişi
    gerekli olmaktadır.”(BMA Arşivinden aktaran, BMA 1996).      Hekimlerin açlık grevindekileri
    zorla besleme sorunu yaşadığı tek ülke, İngiltere değildi. 1987’de İspanya’da
    cezaevi yasasında yapılan bir değişiklikle, anti-faşist bir direniş örgütü olan
    GRAPO üyeleri değişik cezaevlerine dağıtılmış, buna tepki olarak 1989 sonlarında
    açlık grevine gitmişlerdi. Açlık grevi, hukukçular ve yöneticiler arasında bir
    tartışmaya yol açtı. İspanyol Anayasasının 5.maddesinin, bilinci yerinde bir insana
    yemek vermeyi,  insanlık dışı ve
    aşağılayıcı bir uygulama olarak kabul ettiğini ileri süren bir grup hukukçu,
    devletin tutukluluk altında bulunan kişilerin sağlık ve yaşamlarından sorumlu
    olduğu tezini savunan diğer bir grupça eleştiriliyordu. Tartışmanın İspanyol
    hekimlerine de yansıması üzerine, Tıp Konseyi bir genelge yayınladı. Genelge, zorla
    besleme ve tedavi edilemezliğini belirtmenin yanı sıra, belirli durumlarda zorla
    müdahalenin olacağını ifade etmesi nedeniyle oldukça yuvarlak bir nitelik sergilemiş
    ve zor bir sorunu çözmek yerine ondan sıyrılmayı seçmiş olmakla eleştirilmiştir.
    1990 başlarında iki ayını dolduran açlık grevinde, hukukçuların itirazına
    karşın, yerel yöneticiler zorla besleme emri vermişler, bu çerçevede Dr. Jose Ramon
    Munoz adlı hekim de, hastaneye kaldırılan üç mahkumu beslemiştir. Daha sonra, Dr.
    Munoz GRAPO üyelerince öldürülmüş, açlık grevi nedeniyle hastaneye
    kaldırılanlardan biri de yaşamını yitirmiştir. Ama zorla besleme politikası devam
    etti (BMA 1996).     
    Benzer  bir sürecin 1980’lerin
    ortalarında ve 1990’ların başında Fas’ta yaşandığı, açlık grevi yapan
    mahkumlara hastanede oldukları sürece nazogastrik sonda ile zorla besin verildiği, yine
    bu süreçte mahkumların yatağa bağlandığı, giysi ve çarşaflarla kendilerine yemek
    verilen hortumun yılda sadece iki kez değiştirildiği, bu işlemde sağlıkçılardan
    çok gardiyanların kullanıldığı bilinmektedir. (BMA 1996).     
    Bu konuda önemli bir başka deneyim, G. Afrika’da yaşanmıştır. Bu ülkedeki
    Olağanüstü Hal Yönetmeliği ve İç Güvenlik Yasası’na dayanılarak, 1989’da
    ölüm oruçlarını 10-12.günlerinde hastaneye kaldırılan 15 mahkuma, Johannesburg
    Hastanesi hekimleri ve tıbbi personeli ortak bir işlem uygulamışlardır. Uygulamanın
    üç temel ilkesi söz konusuydu: “1. Tüm klinik kararlarda tam hasta katılım ve
    muvafakat ilkesinin uygulanması. 2. Açlık grevi ile ilgili etik hükümler ve ölüm
    orucunun sonuçlarının tarafsız bir şekilde açıklanması. Oruçların sona
    erdirilmesi için mahkumlara baskı yapılmaması ve yapılan tüm görüşmelerin gizli
    kalacağının vurgulanması. 3. Hastalara gösterilecek bakıma polisin müdahale
    etmesinin engellenmesi.” Polisin bu süreçte, hastane personeline çok zorluk
    çıkartması, doktor-hasta konuşmaları sırasında hazır bulunması, bazı hastaları
    zincire bağlaması,vb. söz konusu olmasına karşın, sağlık personeli durumu protesto
    etmiş ve süreç içinde bu konuda bazı kararların alınması için çaba
    harcamıştır. Güney Afrika Tabipler ve Diş Tabipleri Ulusal Birliği’nce bu konuda
    hazırlanmış belgeler şöyle özetlenebilir: “İki haftadan daha uzun bir süredir
    açlık grevinde olan veya vücut ağırlıklarının yüzde 10’undan daha fazlasını
    kaybeden grevciler, kendi muvafakatlarıyla, cezaevi olmayan hastanelere
    kaldırılmalıdır. Hastaneye kaldırılmaya razı olmak, diğer tedavi yöntemlerine
    rıza göstermek anlamına gelmez. Bu hüküm, başka tıbbi nedenlerden dolayı açlık
    grevcilerinin daha önce hastaneye kaldırılması gerekliliğini ortadan kaldırmaz.      - Hiçbir tıbbi personel, açlık
    grevini sona erdirmesi için açlık grevine giden kişi üzerinde herhangi bir baskı
    uygulayamaz; ancak, açlık grevine giden kişiye açlık grevinin tıbbi sonuçları
    konusunda uzmanca bilgi verilmelidir.      
    - Açlık grevinde olan kişilere tıbbi bakım ve tedavi koşulsuz olarak
    sağlanmalıdır.      - Açlık grevine giden kişilerin
    bağımsız olan ikinci bir kaynaktan uzman görüşü alma hakkı vardır.      - Açlık grevine giden kişiye
    zorla yemek verilmeyecektir.     
    - Karar veremeyecek hale geldiği andan itibaren, açlık grevine giden kişi
    tedaviyle ilgili isteğini belirten bir yaşama vasiyetnamesi yapmaya teşvik
    edilmeyecektir.” (BMA 1996)     
    Açlık grevi örnekleri arasında 1981 yılı Fransa örneği (yüzlerce mahkumu
    içeren 56 açlık grevi olayı ve hiç ölüm olmaması), eski Sovyetler Birliği’nde
    1981’de açlık grevine bağlı bir ölüm  olayı
    olması da sayılabilir.      
    Açlık grevleri ve hekim tutumu konusundaki uluslararası belgeler konusunda en
    ünlüsü ve de sonuncusu, Dünya Tabipler Birliği’nin 1991 tarihli (1992’de
    yapılan değişiklikle) Malta Bildirgesidir. Bugünkü uygulamalar konusunda ışık
    tutacak en önemli belge olması itibarıyla, kamuoyunda çok tartışılmıştır.  Son süreçte çok tartışıldığı için,
    burada daha fazla bilgi verilmeyecektir.     
    Bu süreçte pek gündem getirilmeyen bir önemli belge de, 1998 tarihli “AB Üye
    Devletler Bakanlar Komitesinin Cezaevlerindeki Etik ve Örgütsel Özelliklerine İlişkin
    R(98)7 No’lu Tavsiyesi”dir. Belgede, cezaevindeki insanın temel hakları içinde
    “mahremiyet ve onay” hakkının ön sırada olduğunu, açlık grevleri konusunda
    hekime yapılan önerilerin ise söyle sıralandığını öğreniyoruz:       
    “...60. Tedavinin reddedilmesi halinde, doktor bir tanık huzurunda, hasta
    tarafından imzalanan yazılı bir beyan talep etmelidir...Hastanın durumunu tam olarak
    kavramasının sağlanmış olması gereklidir. Hasta tarafından kullanılan dil
    nedeniyle kavrama güçlüklerinin olması halinde, deneyimli bir tercümanın hizmetine
    başvurulması gerekir.      61. Açlık grevi yapan bir
    kişinin klinik olarak değerlendirilmesi, sadece, kişi olarak kendisi, bir psikiyatrik
    servise nakledilmesini gerektirecek, ciddi bir ruhsal bozukluk içinde değilse, hastanın
    açık olarak iznine dayalı olarak yapılabilecektir. [Açlık grevi terimi, çoğunlukla
    gönüllü olarak yemekten alıkonmayı ve mahkemelerle, cezaevi yetkilileri veya polis
    ile ters düşen bir şahsın kendi kendini imha edici bir hareketi olarak
    görülmektedir. Buna göre, mahkum açlık grevinde iken, sadece kendi onayı ile tıbbi
    olarak muayene edilebilir. ...]     
    62. Açlık grevi yapanlara, yaptıklarının, kendilerinin fiziken iyi olmaları
    üzerindeki zararlı etkiler konusunda nesnel açıklamalar yapılacak ve böylece, uzun
    süre açlık grevinde olmanın tehlikelerini anlamaları sağlanacaktır. [Mahkumun  açlık grevinde olması ve tıbbi olarak yapılan
    değerlendirme psikiyatrik rahatsızlık ile uyum halinde herhangi bir şey
    bulunmadığında, cezaevi doktoru, ilgili şahsın onayı ile, normal tıbbi ve
    para-medikal kontrolleri (kilosunu kontrol etmek, temel parametreler, kan testleri, vb.)
    gerçekleştirmek suretiyle, mahkuma kendi sağlık durumunda, yemek yememek ile
    bağlantılı olarak gelişmekte olan bozulmaları bildirecektir.]          
    63. Doktorun kanaatına göre, açlık grevi yapanın durumu önemli ölçüde
    kötüleşmekte ise, doktorun bu gerçeği ilgili makama rapor etmesinin gerektiğini
    bilmesi ve ulusal mevzuatta belirtilenlere (mesleki standartlar dahil) göre önlem
    alması gereklidir. [Gerekiyorsa, cezaevi doktoru, ilgili mahkumu hastaneye nakletmek
    suretiyle, tıbbi gözleminin güçlendirilmesini sağlayacaktır. Buna ek olarak, cezaevi
    doktorunun açlık grevinde olan mahkumun sağlığının önemli bir şekilde bozulmakta
    olduğu düşüncesinde olması durumunda, bunu düzenli olarak hastanın sağlık
    durumundaki değişiklikler olarak yetkili makamlara bildirecektir.]...” (Soyer 1999).      3. TÜRKİYE’DE AÇLIK
    GREVLERİ:      Açlık grevleri ile ilgili
    tartışmalar sırasında, ülkemiz cezaevlerinde açlık grevleri olaylarının çok yeni
    olmadığını öğrendik. Ancak, açlık grevlerinin toplumsal bir gündem haline
    gelmesi, tüm insan hakları ihlalleri gibi 1980 darbesi ile birlikte olmuştur.
    Cezaevlerinin birer toplama kampına dönüştürülmesi sürecine tepki olarak, ilk önce
    Diyarbakır Cezaevi’nde beş insan açlık grevinde yaşamını yitirmiştir. Ali Erek,
    20 Nisan 1981’de zorla yedirilen bir ekmeğin yemek borusunu kesmesi nedeni ile
    ölürken, Kemal Pir 7 Eylül, Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül ve Ali
    Çiçek 17 Eylül 1982 günü yaşamını yitirmiştir(Sapan 1992, TİHV 1996).
    Yine aynı cezaevinde 1984 yılı başında  ve
    54 gün süren açlık grevinde Orhan Keskin ve Cemal Arat öldüler (Soyer 1999).
    Aynı yıl Haziran ayında, bu kez Sağmalcılar Cezaevi’nde Abdullah Meral, Fatih
    Öktülmüş, Haydar Başbağ, Hasan Telci açlık grevi nedeniyle öldüler. 1988
    Şubatı’nda ise Diyarbakır’da açlık grevi nedenli bir ölüm daha oluyordu: Mehmet
    Emin Yavuz. (TİHV 1996, Soyer 1999) 1989 yılında Eskişehir’den Aydın’a
    yapılan sürgünü protesto etmek için gidilen açlık grevinde Hüsnü Eroğlu ve
    Mehmet Yalçınkaya 2 Ağustos günü yaşamlarını yitirdiler (Kara Kitap 1989,
    Şeşen 1991). 1995 yılında 20’yi aşkın cezaevinde 5 bin kişiyi aşkın
    katılımlı açlık grevinde de iki ölüm oluyordu: 23 Temmuzda Yozgat’ta Fesih
    Beyazçiçek, 11 Ağustosta Amasya’da Remzi Altun (TİHV 1996, İHD 1998). 2000
    yılına kadar ki son yirmi yılın en büyük açlık grevi, 1996 yılında yaşandı ve
    12 kişi yaşamını kaybetti: Aygün Uğur (Ümraniye), Altan Berdan Kerimgiller
    (Bayrampaşa), İlginç Özkeskin (Sağmalcılar), Ali Ayata (Bursa), Müjdat Yanat
    (Aydın), Hüseyin Demircioğlu (Ankara), Tahsin Yılmaz (Sağmalcılar), Ayçe İdil
    Erkmen (Çanakkale), Yemliha Kaya (Bayrampaşa), Hicabi Küçük (Bursa), Osman Akgün
    (Ümraniye), Hayati Can (Bursa). (TİHV 1998, Güvenç 1996)     
    4. TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ, HEKİMLER VE AÇLIK               GREVLERİ:      
    1984 yılında tekrar faaliyete geçen TTB, ülke gündeminin ilk sıralarını
    işgal eden insan hakları ihlalleri ve dolayısı ile açlık grevleri ile tanışmak
    durumunda kaldı. Önce ölüm cezaları, sonra işkence, daha sonra cezaevleri derken,
    1988 yılı TTB’nin açlık grevleri konusunu ezberine aldığı dönem oldu. ANAP
    Hükümeti Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü 7 Temmuz
    1988’de bir genelge  yayınladı:
    “...Grevi uzatacak bal, şeker ve tuz dahil olmak üzere herhangi bir yiyecek maddesi ve
    doktor tarafından verilmesi zaruri görülen ilaçlar dışında ilaç
    verilmeyecektir.” Genelgedeki bu madde, hekimlerin ve onların örgütü TTB’nin
    açlık grevleri tartışmalarına ve sürecine müdahil 
    olmalarına yol açtı. Gerek TTB Merkez Konseyi, gerekse Ankara, İstanbul ve
    İzmir Tabip Odaları bu konuyla özel olarak ilgilendiler. Mahkumlar ve yakınlarından
    gelen talepler ve hekimlerin değerlendirmeleri ile, TTB Merkez Konseyi, 21 Kasım
    1988’de bir genelge yayınladı: “TTB, çeşitli ceza ve tutukevlerinde 33.gününe
    giren ve yaklaşık 2000 tutuklu ve hükümlünün katıldığı açlık grevlerini
    üzüntü ile izlemektedir. Bir hekim örgütü olarak bizlerin, açlık grevlerini
    onaylaması olanaksızdır. Çünkü, hekimlik mesleği insanların birbirlerine ya da
    kendilerine zarar veren her türlü eyleme ve işleme karşıdır. ... Bizi ilgilendiren,
    cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin de sağlıklı yaşamaya haklarının
    bulunmasıdır. Pek çok cezaevinde sağlık koşullarının çok kötü olduğu ve
    tutuklu ve hükümlülerin sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamadıkları
    konularında Birliğimize sayısız başvuruda bulunulmuştur.  ...Cezaevlerindeki insanları, kendi bedenlerine
    karşı bir eyleme iten cezaevleri koşullarının insani bir yaklaşımla
    düzeltilmesini, sorunun en akılcı çözümü olarak düşünmekteyiz.      
    Öte yandan 1 Ağustos Genelgesi’nde yer alan “...Grevi uzatıcı bal, şeker
    ve tuz dahil olmak üzere herhangi bir yiyecek maddesi verilmeyecektir.” Hükmünü
    kesinlikle insanlık dışı buluyoruz. Bu hüküm, cezaevi hekimlerini de hekimlik meslek
    ahlakı açısından bağlamamalıdır. Tuz, şeker, su verilmemesi, açlık grevini zorla
    ölüm orucuna dönüştürmek anlamına gelmektedir. Hekimler böyle bir uygulamada
    yeralamazlar.     
    Dünya Tabipler Birliği’nin Tokyo Bildirgesi, hekimlerin açlık grevleri
    karşısındaki tavrını açıkça ortaya koymaktadır. Buna göre hekimler, açlık
    grevi sonucu bedenlerinde meydana gelecek geri dönebilir ya da dönemez değişiklikleri
    grevci hastalara açıkça anlatacaklar, ancak bu kişiler bilinçleri tamamen açık
    olarak beslenmeyi reddederlerse, onları yapay yollardan beslenmeyi kabul etmeyeceklerdir.
    Bu bağlamda açlık grevi yapan ancak su, tuz ve şeker kabul edeceklerini söyleyen
    grevcilerin bu isteklerinin mutlaka yerine getirmeleri gereklidir.     
    Hekimlik mesleğinin amacı, kişilerin sağlığını ve hayatını korumaktır.
    Tıbbi Deontoloji Tüzüğünün 6.maddesi hekimlerin bu görevlerini yaparken, hiçbir
    tesir ve nüfuza kapılmamalarını, vicdani ve mesleki kanaatlerine göre hareket
    etmelerine amirdir. Yemek yemeyerek ölümü göze alan bir kişinin ruhsal dengesinin
    yerinde olduğunu düşünmek olanaksızdır. Bu nedenle bu kişilere hasta muamelesi
    yapmak ve yaşamlarını korumak hekimlik görevidir.       Yemek yemeyen bir hastanın
    hayatını korumak için ona su, tuz ve şeker verilmesi-onu beslemek değil-yaşamını
    korumak için yapılan tıbbi bir müdahaledir ve hekimin kararına bağlıdır. Bu konuda
    yasa, tüzük, yönetmelik ve genelgelerin hekimleri bağlayacağı düşünülemez...” (TTB
    MK 1990). 1988 ile başlayan süreç Tabip Odaları ve hekimlerin açlık
    fizyolojisini, açlık grevleri konusunda etik tutumu ifade eden Tokyo Bildirgesini,
    açlık sonrası beslenmenin nasıl olacağını da öğrenmeye başladıkları ve bu
    alandaki ilk ürünleri sundukları bir dönem oldu (Soyer 1993, Soyer 1996). Örneğin,
    dönemin TTB MK Başkanı Nusret Fişek, yukarıda adı geçen metni kaleme alırken,
    aynı zamanda TTB Haber Bülteni’nde de hekimlere mesaj veriyordu: “...Şimdi biz
    hekimlere düşen görev, açlığın hükümlülerde bıraktığı izleri tedavi
    etmektir. Hükümetten hükümlülerin tedavisinde insanca davranmasını, hastanelerde
    hükümlüleri zincire vurdurma uygulamasından vazgeçmesini ve tedavi için hekimlerin
    gerekli gördüğü her önlemi almasını bekliyoruz. Hekim olduğumuz zaman herkesin
    yaşam hakkını koruyacağımıza and içtik. Andımız hükümlüleri de-idam
    mahkumları dahil-kapsar. Bu nedenle hükümlülerin sağlığının ve onurunun
    korunması bizi ilgilendirir. Onların yaşam ve onurlarını korumak için çaba harcamak
    görevimizdir. Tedavi isteyen herkese elimizden gelen yardımı yaparız. Muayene ve
    tedavi olmak istemeyen bir kişiyi de muayene ve tedavi edemeyiz(Fişek 1989).     
    Merkez Konseyi’nin yanı sıra Tabip Odaları’nın da anlamlı çabaları söz
    konusuydu. Ankara Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu “Açlık Grevinde Hekim
    Tavrı” başlıklı bir metin hazırlamış ve bu metni ATO Bülteni’nde
    yayınlamıştı. Açlık fizyolojisinin özetlendiği bir girişten sonra, hekimin etik
    tavrının net bir şekilde açıklandığı metin, açlık grevi sonrası beslenme
    diyetinin yer aldığı bölümle sonlanıyordu. “a)...klinik yönden bütünüyle
    bağımsız olmalıdır. ...d)Durumu kötüleşen hastaya kendi isteği dışında tedavi
    uygulanmamalıdır. ...e) Hekim açlık grevi kırıcısı durumuna düşmemelidir. Ancak
    yaşamı sürdürmenin temel görevi olduğunu da hiç unutmamalıdır.
    Karşımızdakileri...birer hasta gibi görmeliyiz...” (ATO İnsan Hakları Bürosu
    1989). Bu arada ATO’na bağlı hekimlerin Ulucanlar Cezaevi ziyareti, diğer kitle
    örgütleri ile birlikte Aydın Cezaevi ziyareti de bu dönemin önemli etkinlikleridir.
    İstanbul Tabip Odası da, 1988 Ağustosu ile başlayan süreçte, Sağlık ve Adalet
    Bakanlıkları ile Sağmalcılar Cezaevi Savcılığı’na başvurarak girişimlerde
    bulunmuştur. İTO’nun özellikle Umumi Hıfzısıhha Kanununun 4.maddesine atıfta
    bulunarak, cezaevlerinde sağlık konusunda  Sağlık
    Bakanlığı’nı göreve davet etmesi oldukça anlamlı bir girişimdir. (Aktaran
    Soyer 1996) Benzer şekilde İzmir Tabip Odası’nın açlık fizyolojisi ile açlık
    grevlerinde hekimin etik tutumu içerikli çalışmaları, aynı tarihlerde
    yapılmıştır. Özellikle 1989 yılında İzmir T.O. İnsan Hakları Komisyonunun Aydın
    ziyareti ve bu ziyaret sırasında yapmış olduğu “Cezaevleri Koşullarında Yapılan
    Açlık Grevlerinin Hekimler ve Açlık Grevcileri Üzerindeki Etkileri” başlıklı
    çalışma, kendi alanında bir ilk olma niteliğine de sahiptir. (Lök ve
    arkadaşları, 1990) Diyarbakır Tabip Odası da, açlık grevi-hekim konulu birçok
    çalışmayı sunmuştur. (Ortakaya 1990)      
    1989 yılında Eskişehir’den Aydın’a sevk olayı, özel olarak TTB’nin
    gündemini de işgal etmiştir. Açlık grevindeki insanların Aydın’a götürülmeleri
    için “sevk edilebilecek kadar sağlıklıdır” raporu istenen iki hekim Tamer Altay
    ve Murat Kozanoğlu, bu raporu vermediklerini belirtmişlerdir. Ancak daha sonra söz
    konusu rapor, Eskişehir Devlet Hastanesi’nde görevli iki hekimce (Dr. B.B., Dr.
    L.Ü.) verilmiştir. Bunun üzerine iki hekim hakkında soruşturma açılmış,
    hekimler, bu raporları baskı altında verdiklerini ifade ederek kendilerini
    savunmuşlardır.  Yine, Aydın Devlet
    Hastanesi’nde bulunan açlık grevcileri ile ilgili inceleme yapan TTB Heyeti (Nusret
    Fişek, Veli Lök, Orhan Süren ve Mehmet Tunca) “Hastanede hekimlerin hastalara
    zincirli ve somyasına tespitli olarak muayene etmelerinde ısrar edildiği
    anlaşılmaktadır. Bu durum tutuklular tarafından tepkiyle karşılanmakta, olaylar
    çıkmakta ve muayeneleri mümkün olmamaktadır... Otopsilerin bilimsel bir üslup
    içinde yapıldığı, esas ölüm sebeplerinin dehidrasyona bağlı olduğu, fakat kötü
    şartlarda nakil ve geçirdikleri darp olaylarının duruma katkısı olabileceği
    inancına varılmıştır.” biçiminde rapor düzenlemiştir (Kara Kitap 1989).     
    1988 ve 1989 ile başlayan bu süreç, 1991 ve 1994 ile biraz daha şekillenmiş,
    1996 açlık grevleri ile tüm ülkeyi etkilediği gibi, sadece sınırlı birkaç odayı
    değil, çok sayıda odayı ilgilendiren bir kapsama ulaşmıştır. TTB heyetleri, tüm
    ülkeyi saran açlık grevlerinde, bir yandan tıbbi bilginin açlık grevindeki insanlara
    yararlı olması için çabalarken, diğer yandan da 12 ölümün olduğu grevin sonrası
    tıbbi hasarı azaltmaya yönelik çabaların içinde olmuştur. Bu süreçte, özellikle
    İstanbul’da Çapa Nöroloji Kliniği’nin bilimsel çabaları (Gökmen ve
    arkadaşları 1998) ile İzmir T.O’nın etkinlikleri ile (Gül 1996),
    MK’nin olağanüstü koordine edici çabalarının önemli bir yeri olduğunu
    vurgulamakta yarar vardır. TTB bu süreçte, konu ile ilgili hekim tutumunun ne olması
    gerektiğini tartışmış ve 1994 Aralık ayında bir genelge yayınlamıştır. Temel
    olarak DTB’nin Tokyo ve Malta Bildirgeleri’ne dayandırılan bu genelgede, hekimin
    açlık grevi yapan kişiye tıbbi ve etik olarak nasıl yaklaşması gerektiği
    özetlenmiştir: “...7-Kişinin durumu kötüye gittiğinde,[hekim] durumu kendisine
    iletir. Ancak, açlık grevini  bırakması
    konusunda baskı yapmaz. Zorla serum, vb. verilmesi doğru değildir. ...” (Soyer-Balta
    1996).     
    Nisan 1996’da başlayıp, 20 Mayısta tüm ülkeye yayılan açlık grevleri, 3
    Temmuzda ölüm orucuna çevrilmişti. 38 ildeki 43 cezaevinde 2174 mahkum açlık
    grevine, 355 mahkum da ölüm orucuna katılmıştı. Bu gelişmeler karşısında TTB
    GYK, 11.6.1996 tarihinde “Açlık grevlerinin toplumsal sorun haline geldiği
    görülmektedir. Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın uygulamalarının iptal edilmesi,
    açlık grevleri nedeniyle sağlığı bozulan insanların ölümlerinden bizzat
    kendisinin sorumlu olacağının vurgulanması GYK toplantısında kararlaştırıldı”
    açıklamasını yaptı. Açıklamada ayrıca, açlık grevi boyunca TTB’nin “açlık
    grevi karşısında hekim tutumu” başlıklı genelgesine uyulması gerektiği
    belirtildi. Bu arada, gerek MK, gerekse Tabip Odaları, cezaevlerinde açlık grevi
    yapanları muayene etme talebinde bulundular, taleplerin hepsi reddedildi.  1996 yılı Temmuz ayı ise, yukarıda ifade
    edildiği gibi, tüm ülkeyi sarsmıştır. TTB bu noktada 18 Temmuz tarihinde “Acil
    Çağrı Metni” yayınlamıştır. Evre evre açlık grevinde ne gibi değişikliklerin
    olduğunun özetlendiği bu metinde etik yaklaşım şöyle yer almıştır:      
    “...Yukarıda söz edildiği şekilde davranmanın [kişinin rızasını
    alarak davranma] uygun ve etik olduğu TTB tarafından da benimsenmiş ve örgütümüz
    her türlü yönetsel zorlamalara karşı hekimleri evrensel etik ve mesleki değerlere
    sahip çıkmaya çağırmış, bu konuda baskılarla karşılaşan hekimlerin yanında
    olmuştur. ...      Açlık grevleri bu dönemlerin
    hangisinde sonlanırsa sonlansın, izleyen dönemde mutlaka hekim denetiminde ve etkin bir
    tıbbi bakım sürdürülmelidir. Kısacası açlık grevinin bitmiş olması, durumun
    ciddiyetinin sona erdiği anlamına gelmemektedir. Söz konusu bakımın konunun
    uzmanlarınca ve uygun ortamlarda yapılması gerekir. Bu bakımın şu andaki cezaevi
    koşullarında yapılması mümkün değildir.......iki aydır süren açlık
    grevleri/ölüm orucunda tıbbi takvimin son dönem bölümüne gelinmiştir. TTB sürecin
    başından beri tıbbi olarak katkıda bulunmak üzere yetkililer nezdinde girişimlerde
    bulunmuş ve ilgilileri bilgilendirme faaliyetini sürdürmüştür. Ancak TTB tarafından
    yönlendirilen bir tıbbi bakım grubunun hizmet vermesine, bugüne kadar Adalet
    Bakanlığı tarafından olumlu yanıt verilmemiştir. Geldiğimiz noktada; bunun ve
    açlık grevi/ölüm oruçlarının sürme nedenlerinden olan sağlıklı yaşam ile
    uyuşmayan Eskişehir gibi cezaevlerinin kapatılmamasının sorumluluğunun çok ağır
    olduğunu düşünüyoruz....” (Aktaran Soyer-Balta 1996).      5. BU KEZ NE OLDU?     
    Ekim ayının sonuna doğru başlayan açlık grevlerinin temel nedeni,
    DSP-MHP-ANAP Hükümeti’nin F-Tipi Cezaevlerini uygulamaya sokma girişimleriydi.
    “Mahkumları tecrit etme, yalnızlaştırma, kişiliksizleştirme politikaları ile”
    gündem getirildiği ifade edilen F-Tipi Cezaevlerinin yanı sıra diğer talepler
    şöyleydi:  “3713 sayılı Anti-Terör
    yasası (Terörle Mücadele Yasası) ve özellikle F-Tipi Cezaevlerinin yasal
    dayanağını oluşturan 16. maddesinin kaldırılması; savunma ve tedavi haklarının
    ellerinden alındığı savı ile ‘üçlü protokol’un iptal edilmesi; 1984’den bu
    yana var olan DGM’nin ve verdiği cezaların kaldırılması; cezaevlerinin belirli
    periyotlarla kentin Barosu, Tabip Odası temsilcileri, tutukluların belirleyeceği
    avukatlar, aileler ve insan hakları ile ilgili kitle örgütlerinin temsilcileri ve Tüm
    Yargı Sen temsilcisinden oluşan bir heyetçe denetlenmesi; 1995-2000 yılları arasında
    meydana gelen Buca, Ümraniye, Diyarbakır, Ulucanlar, Burdur Cezaevlerindeki
    katliamların sorumluların cezalandırılması;  cezaevinde
    hasta olan ve özellikle 1996 ölüm orucu sonrası sağlık sorunları olan mahkumların
    salıverilmesi; antidemokratik yasaların iptal edilmesi, vb.”
 Ekim ayından çok önce,
    Koalisyon Hükümeti, bu yolda bir önemli adım da atmıştı. Adalet, İçişleri ve
    Sağlık Bakanlığı yetkilileri bir araya gelerek “Üçlü Protokol”
    imzalamışlardı. 6 Ocak 2000’de gündeme gelen bu protokol, özünde F-Tipine giden
    sürecin önemli halkalarından biriydi. Gerek Türkiye Barolar Birliği, gerekse TTB
    tarafından iptal edilmesi için dava açılan bu protokolün açlık grevleri ile ilgili
    de bir maddesi vardı; 19.madde. O güne kadar cezaevi yöneticilerinin başını
    ağrıtan açlık grevlerine bu madde ile bir çözüm bulunmuştu; “...başsavcı veya
    onun muvafakatı ile kurum müdürü”, müdahaleye yetkili kılınıyor, “uzman tabip
    kararı ile derhal müdahale” yapılması ve açlık grevi yapanların ayrı bölümlere
    alınmaları, bu konuda jandarma yardımı alınması maddede yer alıyordu
    (Soyer-Kutlay 2000).
     
    TTB, açlık grevleri sürerken, oluşabilecek tıbbi ve etik sorunlara
    hazırlıklı olmak üzere merkezi ve iller düzeyinde çabalar harcamış ve Kasım
    ayında “Açlık Grevinde Hekim Tutumu Tıbbi Yaklaşım” başlıklı bir broşür
    çıkarmıştır.  Broşürde, 1996
    yılındaki tıbbi yetersizlikler göz önünde bulundurularak, o dönem bu sorunla
    başedebilen tıbbi uzmanların katkıları ile oldukça ayrıntılı bir tıbbi
    yaklaşım bölümü yer almıştır. Etik ilkeler bölümünde de, konu ile ilgili
    bilinen tüm ulusal ve uluslararası belgelere atıf yapılmış, açlık grevinin
    tanımı yapılmış ve intihardan farkının altı çizilmiş ve hekimin açlık
    grevcisine sorumlulukları sıralanmıştır. “...4-Hekim ya da diğer sağlık
    personeli açlık grevinin sonlandırılması için herhangi bir baskı yapamaz. Tedavi ya
    da bakım bu amaçla kullanılamaz. ...7-Açlık grevi yapan kişi, baskı altında
    tutulabileceği ortamlardan korunmalıdır. 8-Hastanın ailesini bilgilendirmek hekimin
    sorumluluğundadır...9-Açlık grevcisinin bilinci bozulur ya da komaya girerse hekim
    açlık grevcisinin son kararına saygı göstererek tutum alacaktır. Bu çerçevede
    hastanın rızasına aykırı bir şekilde ‘zorla besleme’ etik açıdan doğru
    değildir. Bu nedenle cezaevi hekimleri hastanın ister bilinci açık, isterse kapalı
    olsun olgunun takip formu ile müdahale onay/red belgesini bir başka sağlık merkezine
    nakil sırasında mutlaka ambulans hekimine alındı belgesi ile birlikte teslim
    etmelidir. ...Belgelerin gizliliğinden hekimler sorumludur. 10-Bilinci açık olan
    açlık grevcisi beslenmeyi reddettiğinde bu kişiler hekimler tarafından zorla
    beslenmeyecektir. Bunun aksi hem tıbbi etik, hem de hasta hakları açısından yanlış
    bir tutumdur.” (TTB 2000).     
    Çeşitli illerde, Tabip Odaları izleme ve olası durumlar için muayene birimleri
    oluşturmuş, ilk olarak İstanbul Tabip Odası heyeti, 1 Aralık'ta Bayrampaşa
    Cezaevi’ne girmiştir. Bu arada TTB’nin çeşitli girişimleri ve 3 Aralık'ta bizzat
    Adalet Bakanı ile görüşmesi sonrası birçok ilde benzer girişler yapılmış,
    açlık grevi/ölüm orucundaki insanlar ile görüşülmüştür. Bu görüşmeler
    açlık grevindeki insanların tıbbi izleminden muayenesine kadar tıbbi bir müdahaleyi
    içermiştir. Bu süreçte hem TTB MK, hem de yerel tabip odaları çeşitli kereler
    kamuoyunu bilgilendirmişlerdir.      
    Ancak Aralık ayının başından itibaren kamuoyunda TTB’nin açlık grevi ve
    hekim tutumu ile ilgili yaklaşımı eleştiri ve hatta saldırı almaya başlamıştır.
    Bütünüyle insani ve bazısı da eksik bilgilenme temelli bir eleştiri tarzının
    dışında, özellikle “nöbetçi ihbarcı” denilebilecek bir grup hekim, “TTB’nin
    ölüm orucunu desteklediğini ve böylelikle gizli örgütlerin yanına düştüğü,
    siyasal yaklaşımları ön plana çıkardığı” yolunda değerlendirmeler yapmaya
    başladılar. Bu tavırları ile, söz konusu hekimler, “insani gerekçeler”
    bahanesinin arkasında TTB’ni kamuoyuna-üstelik de gerçekle ilişkisi olmayan bir
    şekilde-“jurnalledikleri” gibi, başından beri cezaevlerine operasyon düzenleme
    planı olanların kamuoyunu yönlendirmedeki malzemesi olmuşlardır.      
    Bu arada cezaevlerindeki açlık grevi/ölüm oruçlarının sonlandırılması
    amacı ile çeşitli inisiyatifler görüşmeler yürütmüş, TTB de TBMM İnsan Hakları
    Komisyonu üyeleri ile birlikte hem Adalet Bakanlığı, hem de tutuklu ve hükümlülerin
    rızası ile bu süreçte rol üstlenmeye çalışmıştır. Ancak, bilindiği gibi bu
    görüşmeler, bir noktada tıkanmış, arkasından da 19 Aralık tarihinde 20 cezaevinde
    birden operasyon yapılmıştır. Açlık grevlerinin ölümcül sonuçlarından kurtarma
    amacı ile yapılan operasyon nedeni ile ölenlerin sayısı, şu ana kadar 30’u
    geçmiştir. Operasyonun hemen öncesi, kamuoyunu operasyonun haklılığına ikna etmekle
    görevli basın da, bu arada oklarını TTB’ne yöneltmeye başlamıştır. Operasyonu
    ve ölenlerin ölüm nedenini tartışmadan, işi açlık grevindekilere zorla müdahale
    tartışmasına indirgeyerek, hem kamuoyunu yanlış yönlendirmiş, hem de TTB’yi bir
    “günah keçisi” haline getirerek asıl sorumluları gizlemeye çalışmıştır.     
    Gelinen noktada, açlık grevleri ve hekim konusunda bugünün bilgileri
    ışığında özetle şunları söylemek mümkündür: Açlık grevleri ve ölüm
    oruçları konusunda tıbbi olarak karar vermek, hem hekimler, hem sağlık personeli
    için oldukça güç bir sorundur. Şunun şurasında 25 yıldan daha uzun olmayan bir
    tıbbi tartışma konusudur. Genellikle politik amaçlarla açlık grevi yapanlar yaşamak
    için çok fazla nedeni olabilecek, genç insanlardır. Bir hekimin/sağlıkçının
    açlık grevi boyunca bir kişiyi izlemesi ve/veya onun ölüme gitmesine seyirci olması,
    çok gerilimli bir deneyimdir.     
    En çok tartışılan bir konu, açlık grevi ile intiharın benzerliği ya da
    benzemezliğidir. “İntihar, kelimenin tam anlamıyla, isteğe ya da depresyona
    bağlı dürtüye dayalı olarak alınan ve yaşama son vermeyi amaçlayan bir
    eylemdir.” (BMA 1996). Oysa, yemek yemeyerek bir eylem yapan mahkumlar, genel
    olarak ölmeyi değil, istemedikleri bir politikayı/uygulamayı değiştirmeyi
    amaçlamakta, bu eylemleri ile ilgililer üzerinde bir baskı oluşturmayı
    hedeflemektedirler. Açlık grevi sırasında ölümler olmakla birlikte, amaç ölüm
    değildir!       
    Özel olarak, hekimlerin ve sağlıkçıların açlık grevini desteklemeleri diye
    bir şeyden söz edilemez. “Hekimlerin ve hekimlerin örgütlerinin, açlık grevlerini
    onaylaması olanaksızdır”. Bununla birlikte, hekimler, bu ülkede en basit hakların
    bile ölümü göze almadan olanaklı olmadığını da bilirler, dolayısı ile yapılan
    işi onaylamamakla birlikte anlarlar!     
    Açlık grevinde etik tutum tartışmalarındaki en sancılı nokta, bilinci
    kaybolmuş kişiye müdahale meselesidir. Burada birkaç pratik noktadan yola
    çıkabiliriz. Bir kişi, bir hastaneye “koma” durumunda gelmişse, yanında hekimin
    sorup arzusunu öğreneceği kimsesi yoksa, gelen hasta ile birlikte kendisine müdahale  istemediğini belirten bir belge de yoksa, hekim,
    kişiyi kurtarmak için müdahale eder; tıpkı her acil olgu gibi. Ancak, kişi her gün
    hekimi görüyor, ona kendisine müdahale edilmeme isteğini sözlü ve/veya yazılı
    olarak ifade ediyorsa, o kişinin bilinci kaybolduğunda hekimin ciddi bir çelişki
    yaşaması kaçınılmaz olacaktır. O noktada, hekim, kişiyi yaşatma sorumluluğu ile
    mahkumun özerkliğine ve onuruna saygı duyma gereği arasında  kalır. Ulusal ve uluslararası metinlerde
    belirtilen husus, hekimin bu noktada en doğru kararı vermede, hiçbir baskı altında
    olmadan mesleki özgürlüğe sahip olması gerektiğidir.      
    Açlık grevleri sürecinde değişik kurumların değişik tepki ve
    müdahillikleri oldu. Bunlardan en ilginçlerinden biri, Koalisyon Hükümetinin en
    medyatik bakanı olan Durmuş’tan gelmiştir. Süreç içindeki değişik
    açıklamalarının yanı sıra, kaleme aldığı genelgelerle de “orijinal”
    fikirlerini kamuoyuna ulaştırması mümkün olmuştur. Özellikle 19.12.2000 tarihli
    genelgesinde ele güne bir tıbbi etik dersi vermiştir. “...Cezaevlerimizde
    barındırılan aşırı sol terör örgütlerine mensup bazı tutuklu ve hükümlülerin
    terör örgütlerinin baskısıyla, F Tipi Kapalı Cezaevlerini protesto etmek amacıyla
    20/10/2000 tarihinden itibaren süresiz açlık grevine, 19/11/2000 tarihinden itibaren
    ise ölüm orucuna başladıkları bilinmektedir. Sağlık çalışanının görevi
    hayatın sürdürülmesine yardımcı olmaktır. En temel hak ve özgürlüklerden olan
    yaşama hakkı hiç bir norm ve kriterle sınırlandırılamaz. Hipokrat yemini eden
    sağlık çalışanlarının ettikleri yemine ve tıbbi deontoloji etiğine saygılı
    olacağı açıktır. ...19/12/2000 tarihinde açlık grevi ve ölüm orucuna katılan
    tutuklu ve hükümlülerin kurtarılması amacıyla cezaevlerine müdahalede
    bulunulmuştur. Müdahale sonucunda hastanelerimize sevk edilen hasta ve yaralıların
    tedavi ve takibinde aşağıdaki hususlara uyulması gerekmektedir.     
    1) Sağlık Bakanlığı Hastanelerine sevk edilen tutuklulardan açlığa bağlı
    metabolizma değişiklikleri oluşmadığı tespit edilen hükümlüler tekrar
    cezaevlerine gönderileceklerdir.      
    2) Ölüm orucu ya da açlık grevine bağlı organ yetmezlikleri oluştuktan sonra
    kalıcı sekeller oluşacağından organ yetmezliği ile ilgili biyokimyasal ve fizyolojik
    parametreler mümkün olduğunca takip edilecektir. Organ yetmezliği belirtileri ortaya
    çıktığı andan itibaren total parenteral nutrisyona geçilecektir. ...”  Tıbbi deontoloji etiği gibi orijinal
    keşfinin ve “terör örgütü mensubu” özel teşhisinin yanı sıra, Sayın
    Durmuş’un total parenteral nutrisyonu (ne demekse) önererek, zorla beslemenin bir
    tıbbi uygulama olmadığını göstermesi, kişisel bir cehalet sayılabilirdi-eğer
    kendisi bu ülkenin Sağlık Bakanı olmasaydı.** Öğrenciliği sırasında devrimci
    “avlama” ile uğraşanların, insan yaşamı ve tıbbi etik ile ilişkisi de herhalde  ancak bu kadar olabilirdi.***   Bu açıklamanın ardından açlık grevi
    yapanların sağlıklarının iyi olduğunu, açlık grevi yapmayıp halkı
    aldattıklarını açıklamak da, kendisi gibi “avcılık” deneyimi olan
    müsteşarına nasip oldu. Hekimliği ya devletin yanında durmak, ya da örgütlerin
    kölesi olmak ikileminde algılamakla malul beyinlerin, böyle orijinallikler yapması
    beklenilir bir durum olabilir, -ama kamuoyu, bunları ciddi yöneticiler olarak
    algılayıp inanmasa-. Asıl amaçları hekimlik değil, yapılan operasyonun
    sorumluluğunu saklamak ve TTB’yi karalamak olan bu kurum yöneticilerine yanıt, Tabip
    Odası yöneticileri ve onurlu hekimlerden gelmiştir. “22.12.2000 tarihli SABAH
    gazetesinin 21.sayfasında ‘İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesine gelen 6
    hükümlüde de ölüm orucunun etkilerinin görülmediği 
    Dr.........ün imza attığı ‘sağlam’ raporu ile belgelendi.’şeklinde bir
    haber yayınlanmıştır. ...............isimli ölüm orucundaki hükümlülerin
    muayenesi ve gerekirse tedavisi için başhekimlik tarafından sözlü olarak
    görevlendirilen komisyon üyeleri olan bizler 20-21 Aralık 2000 tarihli
    değerlendirmelerimizde; adı geçen kişilerin genel görünüm ve davranışlarının
    gözlenmesi ile ve sözel iletişim sonucu bilinç bozukluklarının olmadığı
    saptanmıştır. Her türlü fizik muayene, tetkik ve tedaviyi kabul etmedikleri için
    daha ileri bir değerlendirme yapılamamıştır. Bir kişinin tıbbi yönden sağlam
    olduğuna karar verebilmek için gerekli fizik muayene ve laboratuar incelemeleri
    yapılması gerekli ve zorunludur. Bu nedenle belirtilen tarihlerde başhekimliğe sunulan
    yazılı tıbbi değerlendirmelerde kişilerin sağlam olduğuna dair ve bu anlama
    gelebilecek bir ifade kullanılmamıştır. ...Kamuoyunda, bizim dışımızda yapılan
    tartışmalarda tıbbi değerlendirmelerimizin malzeme olarak kullanılmasını meslek
    etik’i ve onuru açısından uygun görmüyoruz.” (22.12.2000 tarihinde İzmir
    Tabip Odası’na verilen dört hekim imzalı dilekçe).     
    Yine, son açlık grevi sürecinde tartışılan bir nokta da, açlık grevi
    yapanların bu eylemi toplu bir şekilde yapması, dolayısı ile açlık grevi yapan
    bazılarının baskı altında olabileceğinin ihmal edilmemesiydi. Açlık grevini
    bırakmak isteyip, korkudan ya da başka bir duygu ile bunu ifade edemeyen kişilere
    hekimin yardımı, kişi ile bir güven ilişkisi kurmasıyla mümkün olabilir. Ancak, bu
    noktada hekim, kişiyi açlık grevi yapan diğer insanlara karşı kışkırtma ve grev
    kırıcısı konumuna düşme gibi konumda olmamaya dikkat etmelidir.     
    Açlık grevi sırasında yapılan “zorla besleme”, etik olmadığı gibi,
    tıbbi olarak da başarılı olmayan bir yöntemdir. Özellikle Johannes Wier
    Enstitüsü’nün gösterdiği örneklerde, zorla beslemenin sağlık durumlarını
    iyileştirmediği, hatta ölümlere yol açabildiği ifade edilmiştir. Zorla beslenen
    açlık grevcilerinin bir bölümü nefes alma güçlüğü, oksijensiz kalma, aritmi ve
    gastrite bağlı olarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Zorla beslenmeden sonra
    “kurtarılanlar” ise, tam olarak düzelememiş, çok zayıf ve bitap kalmışlar,
    çoğu da zorla beslendikten bir süre sonra, yeniden açlık grevine başlamışlardır. (Smeulers
    1995) Türkiye’de   1981 yılında
    Diyarbakır Cezaevinde açlık grevi yapan Ali Erek zorla besleme sırasında, soluk
    borusuna kaçan ekmek parçası nedeni ile yaşamını yitirmiştir.      
    Hekimin açlık grevleri tartışması ile gündeme gelen bazı
    sınırlılıklarından da söz etmek gerekir. Hekim hastaya bilgi vermeden ve onun
    onayını almadan, kişiye ilaç veremez. Yine, açlık grevinde bulunan insanlar talep
    ettikleri takdirde ve başka seçenekleri de yoksa, hekimin kişilere tıbbi bakım
    vermeme hakkı yoktur. “Gidin açlık grevini bırakın, öyle gelin” diyemez! Yine,
    kişiye iradesi dışında tıbbi bir işlem yapmak, kişiden tetkik amacı ile kan,
    idrar, vb. numune almak da, hekime yasaklanmış durumlardır.     
    6. SONUÇ YA DA BELKİ DE HERŞEY YENİ             
              BAŞLIYOR...      Şu anda 2001 yılının
    başındayız. Açlık grevi/ölüm orucu sürecinde yapılan operasyon nedeniyle
    ölenlerin sayısı 33. Ve de açlık grevleri/ölüm oruçları sürüyor. Talepler de...
    Açlık grevinde hekim tutumu ile ilgili tartışmalar da bitmedi. Bazı hekimler ve  tabip odası yöneticileri, tıpkı bazı demokrat
    insanlar gibi, TTB’nin bu süreçteki tavrının eksik, yanlış, abartılı olduğu
    gibi değerlendirmeler yapıyorlar. İyi niyetle...      
    Biraz, sağlık alanı dışına çıkalım. Gerek operasyonun sorumluları,
    gerekse onun halkı ikna ile görevlendirdiği medyanın TTB’ye tepkisinin salt bu
    süreçteki yanlışlarla ilgili olabileceğini içtenlikle düşünebiliyor musunuz?
    Operasyonu yapanların karşısında, TTB’nin gücü neydi ki, o güçle orantılı
    olmayan bir tepki söz konusu oldu, sizce?      
    Operasyon, salt bir cezaevi sorunu çözme amaçlı değildi, bu bir. İkincisi,
    operasyonu yönetenler, “bir soruna işaret ettiklerinde”, toplumun işaret edilen
    yönde safa geçmesine-özellikle de 28 Şubat'tan sonra-öyle alışıktırlar ki, böyle
    “hizayı bozanlara” tahammül edemez ve onlara “hadlerini bildiriler”! Üçüncü
    olarak, gücün ötesinde “şahsiyetli” ve “her taraftan” bağımsız, özellikle
    eşitsizlikler-adaletsizlikler konusunda “taraflı” örneklere tahammülsüzdürler.
    Toplum üzerindeki hegemonyalarını engelleyen “şahsiyetli” özneler istemezler.
    Burada “dik tutum”, gücün ötesinde bir anlam ifade ettiği ve toplumda “kötü
    emsal” olma özelliği arz ettiği için, bu denli tepki almıştır. Yoksa, açlık
    grevinde hekim tutumu, onları rahatsız etmediği sürece en liberal ölçülerde bile
    savunulabilirdi; “kutsal yaşam” adına “şefkatli” operasyon yapanlar, kendileri
    gibi “kutsal yaşam”ı savunan ama operasyonda ölenlerin yaşamlarının
    nihayetlendirilmesini kutsal değil, gerekli sayacaklara ihtiyaç duyarlar. Öyle
    etine-buduna bakmadan, “tarafsızlık” abidesi gibi durmak mı; o zaman “1
    Aralık”ta el üstünde tutulman bir şey ifade etmez, bir anda “en kötü”
    oluverirsin...      Yaşam devam ediyor...     
    DİPNOTLAR      * Hatta yaşamında ilk kez
    belgeyi gören gazeteciler, belge ile ilgili olarak TTB’ye ders verebilmişlerdir!     
    ** Gerçi bu ülke, El Tor’un kolera olmadığını söyleyen Sağlık Bakanları
    da görmüştür!     
    *** Ama, bu konuda bizim “nöbetçi ihbarcı”ları danışman almasını
    şiddetle önerebiliriz. Malum, tencere-kapak meselesi...     
    KAYNAKLAR       ATO İnsan Hakları Bürosu (1989), Açlık
    Grevi ve Hekim, ATOB 89/1.      BMA (Britanya Tabipler Birliği)
    (1996), İhanete Uğrayan Tıp, Cep Kitapları.      Fişek N. (1989), Hekimlik
    ve Açlık Grevi, TTB Haber Bülteni 20.      Gökmen E. ve arkadaşları
    (1998), Mayıs 1996Açlık Grevi-Ölüm Orucu Katılımcılarının Klinink
    Değerlendirmesi, TİHV Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu 1997 içinde, TİHV
    Yayınları.      Gül Z. (1996), Son Açlık Grevlerinde
    İzmir, Toplum ve Hekim, Cilt 11, Sayı 75-76.      Güvenç Ş. (1996), Bir
    Ölüm Orucunun Anatomisi, Varyos Yayınları.      İHD (1998), Aylık Raporlar.      Kara Kitap (1989), Ölüme
    Sevk, 20 Yayınevinin Ortak yayını.      Lök V. Ve arkadaşları
    (1990), Cezaevleri Koşullarında Yapılan Açlık Grevlerinin Hekimler ve Açlık
    Grevcileri Üzerindeki Etkileri: Bir Pilot Çalışma, (Soyer A. Hekimlik ve İnsan
    Hakları içinde), TTB Yayınları, 1996.      Ortakaya M. (1990),
    Diyarbakır Tabip Odası Basın Açıklaması, Diyarbakır Tabip Odası Bülteni 1990/3. 11.      Sapan Ö. (1992), Beyaz
    Ölümün Güncesi, Tümzamanlar Yayıncılık.      Smeulers J. (1995), Medical
    backgrounds of hunger strikes, (Assitance in Hunger Strikes içinde), Johannes Wier
    Foundation for Health and Human Rights.      Soyer A. (1993), Önce İnsan Olmak, Belge
    Yayınları.      Soyer A. (1996), Hekimlik ve İnsan Hakları,
    TTB yayınları.      Soyer A. (1999), Cezaevi ve
    Sağlık, TTB Yayınları.      Soyer A., Balta E. (1996),
    Hekimlik, Tıbbi Etik ve İnsan Hakları, TTB Yayınları      Soyer A., Kutlay B. (2000),
    Adalet Bakanlığı ile İçişleri ve Sağlık Bakanlığı’nın İmzaladığı
    Protokolün Düşündürdükleri, Evrensel Gazetesi.      Şeşen G. (1991), Tutsak
    Aileleri, 12 Eylül ve TAYAD, Haziran yayınları.      TİHV (1996), İşkence
    Dosyası-Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler, TİHV Yayınları.      TİHV (1998), 1996 Türkiye İnsan
    Hakları Raporu, TİHV Yayınları.       TTB (2000), Açlık Grevinde Hekim Tutumu
    Tıbbi Yaklaşım, TTB Broşürü.      TTB MK (1990), 1988-1990 Genelgeler,
    Yazışmalar, Basın Açıklamaları, TTB Yayınları. |  |