stet0201.gif (11974 bytes)


stedsayi.gif (1704 bytes)



 

Günlüğümden

Bu ayki Günlüğümden sayfalarında, Dr. Göksel Altınışık Kıter’in anılarına yer veriyoruz. Sizin anılarınızı da bekliyoruz. Kendi sorunlarınızmış gibi görünenlerin pek çoğu aslında hepimizin sorunu. Çözümleri de paylaşalım.

            7 Ağustos 1993

            Onu ilk gördüğüm günü anımsamıyorum. Sonradan çok uğraştım gözümün önüne getirmek için ya olmadı. Ama olayların üst üste binmeye başladığı zamanı çok iyi biliyorum. Bendeki başlangıç, elinde göz damlası, odamın kapısını çalmaksızın içeri dalışı ve "Hiç işe yaramadı bu ilaç" deyişi... Kayıtlar arasında araştırdığımda adına ilk kez bir ay kadar öncesinde rastladım. Evet, o ilacı sağlık ocağındaki olanaklar arasında en uygunu olarak düşünüp ben vermişim.

            Çiçeği burnunda bir doktordum. İlk görev yerimdi ama kısa sürede "Allah razı olsun doktoranım, bişeyciğim kalmadı", "Benim eniştenin derdini kimseler bilemediydi de senin verdiğin hap iyi gelivermiş", "Elin uğurlu mu ne, kızım, bu iğne bana pek yaradı"larla yavaş yavaş şımartılmaktaydım. Sağlık ocağının bir köşesinde küçük cerrahi girişimler bile yapıyordum. Bazılarını Sağlık Müdürlüğü’nden bazılarını okulumdan toparladığım gereçlerle. Eldeki tanı yöntemlerinin kısıtlılığında, her derde deva olmam hele de bütünüyle çözümlemem olanaksızdı ama bu kız çocuğunun sorunu neydi acaba?

image014.jpg (42117 bytes)             İçeri dalışıyla irkilmiştim. Hem uğraştığım bir iş vardı hem de bir kız çocuğu yanında büyüğü olmaksızın muayene yerinin yanındaki odama dalmış, tedavimi yargılamaya başlamıştı. Kendime gelince elimdeki evrakları masanın üzerine bırakıp "Gel bakalım. Baştan anlatmaya başla" dedim. Ezberi yarıda kesilmişçesine durakladı ve usulca masamın önündeki sandalyeye ilişti. Doğrudan yüzüme bakıyordu.

            Sekiz-dokuz yaşlarında olduğunu düşünmüştüm. Kayıtlarda on üç olarak geçmiş. Ufak tefek, yöre çocuklarının pek çoğuna göre sağlıklı görünen, eli yüzü temiz, gözlerinde farklı bir pırıltısı, yanaklarında utanmanın değil coşkunun pembeliği olan, şiveyle ve devrik tümcelerle konuşan, başı dik, kararlı tavırlarıyla ne istediğini bildiği sezilen bir kız çocuğuydu. Saçları bir yemeniyle örtülmüştü ya sanırım kumraldı. Burnunun üstünde çilleri vardı. Bunlar ilk anda dikkatimi çekiveren özellikleriydi.

            "Ver bakayım neymiş o ilaç?"

            Uzattı. Tavrında bir tuhaflık vardı. Tanımlayamadığım bir başkalık... Rahatsız edici miydi? Hayır. Sanırım o yaş grubundan öbür çocuklarla karşılaştırılınca ortaya çıkan bir ayrılıktı bu, belki de ayrıcalık...

            Okuldan sevk alarak muayene olmak için sağlık ocağıma gelen çocuklarla konuşmayı seviyordum. Öylesine ürkek, öylesine tatlı oluyorlardı ki özel zaman ayırıyordum her birine. Başları önlerine eğik, omuzlarının arasına gömük, giriyorlardı içeri. Yanlarında ya öğretmenleri ya da sınıf arkadaşları, kapıdan girişte kalakalıyorlardı. Ne söylesem, ne sorsam hep aynı yüksek, tek düze ses tonuyla ve her tümcenin sonuna mutlaka bir "Örtmenim" ekleyerek yanıt veriyorlardı. Genelde kısa, ayrıntıya inmeyen yanıtlar... ilgilerini çekmeye çalışarak sorgulamamı yapıyor, arada şakayla karışık azarlıyor, ürkütmeden muayenemi tamamlayıp önerilerimi takılarak, güldürerek söylüyordum. Sonra bir kez de karşımdakinin yinelemesini istiyordum. Anladığından emin olmak için.

Çok zaman araya giren süre işe yarıyordu; yineleme bölümünde gözler yüzüme dek kalkmış, omuzlar gevşemiş, ses yumuşamış oluyordu. Bir keresinde gözlerini gözlerime dikmiş, kıpırdamaksızın bakan bir çocuğa ne olduğunu sorduğumda, çok tatlısınız örtmenim, demişti. Günün en rahatlatıcı anlarıydı bunlar. Çocuk sıcaklığında, yumuşaklığında...

            Gelelim Elif'e. Hani odama dalan o kıza. O karşılaşmamızda iletişimi beraberinde getirmişti. Belki de benim anımsamadığım gerçek ilk karşılaşmada benzer süreçlerden geçmiştik ve bu kez daha rahat davranabiliyordu. Karşısındaki insan erişilmez değildi ve bir diyeceği varsa hemen oracıkta demeliydi. Bu hoşuma gitti. Yine de daha özenli bir girişin, kendisine daha fazla yardımcı olacağını söylemeden edemedim. O da ayrımına varmış olacak ki durakladı, ilk hızı biraz kesilerek konuşmasını sürdürdü. Ayrıca sesi yumuşamış, yanaklarının pembeliği daha da belirginleşmişti. Koltuğuma yaslanıp onu dinlemeye koyuldum.

 image016.jpg (14556 bytes)            Göz damlasını ben vermişim. Dediğim biçimde, aksatmadan kullanmış. Gerçi çapaklanma geçmiş ama gözlerinin ağrısına hiç iyi gelmemiş ilaç. Hem zaten bu ağrı çok uzun zamandan beri varmış. Bebekken onu düşürmüşler, kafası taşa çarpmış. İşte gözlerinin kaymasına bu kaza neden olmuş. Hem gözleri kayıyor diye çok üzülüyormuş. Her gece ağlamaktan yastığı ıpıslak oluyormuş.

            Olayın duygusal yönü bu denli yoğunlaşınca ilacı, endikasyonlarını bir kenara bıraktım. Dikkatimi Elif'in gözlerine verdim. Ancak o zaman bir gözün hafif dışa kaydığını ayırt edebildim. Yavrucuğum, dedim, öyle belirgin bir kayma yok gözlerinde. Bence sen büyütüyorsun. Sorununun hafife alınması hoşuna gitmedi, küskünleşti. Eğer bu denli sorun yapıyorsa bir göz doktoruna gönderebileceğimi söylediğimde ise ilgilenir gibi oldu. Sonra birden "Siz halletseniz. Annem yok benim. Babam da. Kimse para vermez bana." dedi.

            Öyküsünün geri kalanını böylece anlatmaya başladı. Ah Elif, ne diyeyim ben sana?

            Annesi ve babası bir kazada, o çok küçükken, ölmüşler. Yedi kardeşi daha varmış. Onlar köyde kalmışlar. Elif köyde yaşamak istemediği için bir tanıdıklarının yanına gelmiş. Kadın ona çok kötü davranıyormuş. Okula mı? Gitmiyormuş, daha doğrusu göndermiyorlarmış. Hem artık o da gitmek istemiyormuş. Kadının iki çocuğuna bakıyor, ev işlerini de yapıyor, bulaşıkları, çamaşırları yıkıyormuş. Bir tek yemek yaptırmıyorlarmış. Çok yoruluyormuş. Hem gözlerine de çok üzülüyormuş. Her gece ağlıyormuş gözlerinin ağrısından. Ameliyat olması gerektiğini söylüyorlarmış.

            Bu öykünün yarısıyla bile Elif benim için yardım edilecek, elden gelen yapılacak bir çocuk olurdu. Hemen onun yanında, aklıma gelen birkaç yeri aradım. Durumunu anlattım telefonda, aynı bana anlattığı gibi. Aldığım yanıtlara sevindim. Yardım edebilecek bazı kurumlar vardı ve devreye sokmak için hemen harekete geçebilirdik ancak yanında kaldığı kişiyle ya da velisi kimse onunla gitmeliydi. Bu koşul sağlanmadıkça kimse ona yardım edemezdi. Telefon konuşmalarım boyunca Elif yerinde duramıyordu. Ahizeyi yerine koyar koymaz muştuyu ona da verdim. Benim keyfime diyecek yoktu ya o bir türlü sevinemiyordu. Derdini söyledi sonunda. Yanında kaldığı kadın buna razı olmazdı, zaten buraya da ondan habersiz, kaçarak gelmişti. Yanına gidip yanağını okşadım. Başka yolu yoktu; önce bana gelirlerdi birlikte ve uygun bir dille anlatarak ikna ederdim. Bu arada hastaneyi de aramış ve ücretsiz muayene olabilmesini ayarlamıştım. Bakalım ne tür bir tedavi önereceklerdi. Teşekkür ederek gitti.

            Bir dahaki gelişine dek uzun zaman geçince telaşlandım. Aklıma bir sürü olumsuz olasılık geliyordu. Sonra bir gün, yanında orta yaşlı bir kadınla odamdan içeri girmesiyle rahatlayıverdim. Kadın "Sağolasın doktoranım, bizim kızla pek bi ilgilenmişin" deyince işimin korktuğumuz kadar zor olmayacağını geçirdim içimden. "Buyurun, oturun. Elif'in nesi oluyorsunuz?" "Annesiyim."

            Annesi?

            "Yani öz annesi mi? Yani onu siz mi doğurdunuz?"

            Kadın kim bilir nasıl şaşırmıştır anne kavramı üzerine böyle art arda sorular sorduğum için. Yanıtı kesindi:”Elbet doktoranım, onu ben doğurdum.”

            Elif'e takıldı gözlerim. Kafam allak bullak... Elif'in yüzü de. Sanki annesi, kendisine ihanetetmişti bellettiklerini değil de gerçekleri söyleyerek. Elif'i zor durumda bırakmıştı. Öyle bakıyordu annesinin yüzüne. Birden Elif'in öyküsü geçti aklımdan. Acaba ne kadarı doğruydu? Kendimi toparlayarak "Peki babası?" diye sordum.

            "Bi otelde getir götür işlerine bakıyo. Durumumuz yok. Nasıl iyi ettiririz bu kızın gözlerini doktoranım?"

            Bitkindim. İnanılmaz derecede kırgın. Yüreğin paramparça olması deyişini yaşıyordum. Son bir uğraşla yardımcı olacak kişinin adını ve adresini yazdığım kağıdı kadına uzattım, gidin ilgilenecekler, dedim. Yüzlerine bakacak durumda değildim. Yanımda göreve yeni başlayan bir arkadaşım vardı. Tam da o gün, Elifler gelmeden önce ona deneyimlerimle pembe bir tablo çiziyordum. Neler olduğuna anlam veremedi. Biraz kendime gelince anlattım. Durmaksızın bütün dünyaya anlatabilecekmişim gibi hissetmeye başladım.

            Ama "İnsanları tanıyacaksın" yorumlarından çekindiğim için bu olayı kendime saklamaya karar verdim. Güvensizliğin içimde büyümesi, yaşamımın o döneminde en son gereksinim duyacağım şeydi.

            İlginç bir gece yaşadım. Kendimle baş başa, bir o yana bir bu yana dönerek, uykusuz. Ya Elif doğru söylediyse... O kadın Elif'e gerçekten kötülük yapıyorsa bunu elbette saklayacaktı. Elif'in o anki yüz anlatımı geliyordu gözümün önüne, şaşkınlığı... Kadının hiç de yalan söylüyor gibi bir hali yoktu. Kafam karmakarışıktı. Ne düşüneceğimi bilemiyordum.

Ertesi gün ilk iş, kayıtlardan Elif'in izini sürdüm. Açık bir adres bulamayınca canım sıkıldı. Yeniden gelmesini beklemeyecektim çaresiz.

Geldi.

            Bu kez gözleri yerde içeri girdi. Susuyordu. Ben çağladım. "Senin ne yaptığından haberin var mı? Hadi yalan söyledin, bu yalanları benim onca insana söylememe nasıl razı oldun? Hiç mi sıkılmadın? Beni ne duruma düşürdüğünün farkında mısın?" Bir tek, beni çok kırdın, demedim.

            "Başka türlü bana yardım etmeyeceğinizi düşündüm." Bu yanıtın bence tek anlamı vardı: Elif'in suçsuzluğu olasılığıyla beynimi kemiren soruların yersiz olduğu. Rahatlayamadım.

"Şimdi niye geldin?"

            "Doktor ameliyat olmam gerekmediğini söyledi. Gözlük takacakmışım. Bana gözlüğü kim alabilir? Babamın parası yok bunun için."

Durdum, kısacık bir süre. Sonra telefonu aldım elime, gözlük için konuşacaktım. Birkaç yerden sonra Valilikte yardım edebilecek bir kişi buldum. Bu işle özel olarak ilgilendiğimi belirttim. Gönderin, dedi, elimden geleni yaparım. Adı, soyadı ve yeri bir kağıda yazıp Elif'e verdim. Ne işe yarayacaksa bir de söz aldım ondan; bir daha, asla, hiçbir koşulda yalan söylemeyeceğine ilişkin. O gittikten biraz sonra arkadaşımın bana baktığını ayırt ettim. Bakma öyle, dedim, tamam ben iflah olmaz türdenim.

            Başka bir kente atanıp oradan ayrıldıktan sonra bir gün, kalınca bir zarf aldım. Bir mektup: Sağlık ocağının çalışanları adresimi vermek istememişler ama çok yalvarmış. Yaşamında ona en iyi davranan insan benmişim. Ben çok iyi bir insanmışım. Hiç unutmayacakmış ne beni ne de bana verdiği sözü. Yaptığından utanıyormuş. Kendi işlediği bu mendili kabul edersem çok mutlu olacakmış. Bir de mendil çıktı zarfın içinden. Kalemle çizilip üzerinden iğne-iplik ile geçilmiş ortaokulda benim de öğrendiğim teknikle. Çiçekler ve kalplerin arasında kocaman bir yazı vardı. "Sizi çok seviyorum. Elif" Mendili panoma astım.

            Şimdi onu kazanılmış bir çocuk olarak düşünmek, sözünü tuttuğuna inanmak istiyorum. Kendimi avutuyor olsam da umurumda değil. Çünkü en çok gereksinim duyduğum, insanlara güvenmek...

 

Elif, lütfen...

 

.......