PROF. DR. NUSRET FİŞEK'İN KİTAPLAŞMAMIŞ YAZILARI - II
Ana-Çocuk Sağlığı, Nüfus Sorunları ve Aile Planlaması

 

Dünyada Nüfus Sorunu*

      Dünyada nüfus sorunu konusunu incelemeye başlamadan önce, nüfus sorunu teriminin tanımlanmasında ve nüfusun niçin bir sorun olabileceğinin saptanmasında yarar vardır. Nüfus sorunu teriminin bir ülkede nüfusun aşırı bir hızla artışı olgusunu belirlediği düşünülebilir. Ancak nüfus sorununu bu kadar dar anlamda ele almak her bakımdan sakıncalı ve yanlıştır. Ülke çapında nüfus sorunu, demografik değişmelerle sosyal ve ekonomik gelişme arasındaki dengesizlik ve bu dengesizliğin doğurduğu sosyal ve ekonomik sorunların tümüdür. Nüfus sorununun ülke çapında ele alınabileceği gibi aile ve kişi düzeyinde de düşünülebileceğini belirtmek gerekir. Kavram bakımından birbirinden farklı olan bu yaklaşımlar sonuç bakımından  birbirinden farklı değildir. Örneğin, kişinin sağlığını korumak için aşırı doğurganlığı önlemek ya da ailenin gönenci (refahı) için yetiştirebileceği sayıda çocuk  sahibi olmalarını sağlamak ya da bir ülkede aşırı nüfus artış hızını azaltmak birbirinden farklı şeylerdir. Ancak bunlardan herhangi biri amaç olarak alınır ve çözümlenebilirse diğerleri de çözülmüş olur.

      Üç yaklaşım da sonuçta benzer olmakla birlikte bu yaklaşımlardan birini kabul edip diğerlerini reddedenlerle bugün her yerde karşılaşılmaktadır. Örneğin, "Hızlı nüfus artışı önemli bir sorun değildir. Sosyo-ekonomik gelişmeyi hızlandırarak bu durum karşılanabilir. Nüfusumuz hızla artmaktadır, ancak kadın sağlığı bakımından aşırı doğurganlık bir sorundur ve önlenmelidir." ya da "Ana ve baba, yetiştirebileceği kadar çocuk sahibi olmalıdır. Bu, ana ve babanın sorumluluğudur. Ailelere bu sorumlulukları hatırlatılmalı ve onlara aile planlaması konusunda yardımcı olunmalıdır. Nüfusumuzun hızlı artışına gelince, bu istenen bir şeydir." şeklinde düşünenler vardır. Bu çelişkilerin nedeni nedir? Neden olarak politikacıların "herkesi memnun et, kimseyi tedirgin etme" ilkelerinin etkisinden, dünya sorunlarını bildiklerini sanan bazı kimselerin ve kendilerini neolitik kültürün değer yargılarından kurtaramayanların tutuculuklarına kadar pek çok şey sayılabilir.

      Şimdi nüfus sorununu makro düzeyde, ülke düzeyinde, inceleyelim. Ülke düzeyinde demografik değişmelerle sosyal ve ekonomik gelişme arasındaki dengesizlik, az gelişmiş ülkelerde bir yandan nüfusun beslenme, eğitim, konut ve gelir gibi gereksinmelerinin karşılanamamasına; diğer yandan da artan nüfusun baskısı yüzünden tüketimin artmasına; sermaye birikiminin yavaşlamasına ve bu nedenle sosyo-ekonomik gelişmenin olumsuz olarak etkilenmesine neden olur. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızının yavaş olması, onların nüfus sorunu olmadığı ya da olmayacağını kabul etmeyi gerektirmez. Bu ülkelerin de nüfus sorunu vardır. Bu ülkeler doğal kaynakların yetersizliği, aşırı kentleşme ve sanayileşme nedeniyle çevrenin olumsuz duruma gelmesi ve ikinci sanayi devriminin, otomasyonun geniş ölçüde gerçekleştirilmesinin gecikmesi sorunu ile karşılaşmaktadırlar ya da er geç karşılaşacaklardır. Nüfus sorunu sadece üretim için gerekenden fazla insan gücü sunusu biçiminde de görülmemelidir. Sorun, bazı üretim ve hizmet alanlarında gereken insan gücünün bulunmaması şeklinde de ortaya çıkabilir. Nüfus sorunun bu biçimde geniş kapsamlı olarak tanımlanması, sorunun her yerde ve her zaman bulunduğu, ancak aynı nitelikte ve büyüklükte olmadığı sonucunu doğurur. Bu nedenle sorunu dünya ölçüsünde değil, en azından ülkeler düzeyinde ve zaman boyutu içinde ele almak gerekir.

      Konumuza, geçmişte nüfus sorununu inceleyerek başlayalım. Günümüzün ve geleceğin sorunlarını anlayabilmek için geçmişe bakmakta daima yarar vardır. Geçmişte, neolitik çağın başlangıcından sanayi devrimine kadar, her uygarlıkta üretimin artırılması ve varlıklarının korunması için en çok gereksinme duyulan şey insan gücü idi. 19. yüzyılda bile J.Peter Frank, halk sağlığı konusunda yazdığı kitapta "Kralın en büyük hazinesi halkıdır" demiştir. Niçin insan gücü bu kadar gerekliydi? Cipolla, "The economic history of World population" adlı yapıtında, insan gücü gereksinmesini tarım devriminden bu yana artan enerji gereksinmesine bağlamaktadır. Gerçekten de buharlı motorun bulunmasına kadar üretim için kullanılabilecek enerji kaynağı çoğunlukla biyolojik enerji, bir başka deyimle insan ve hayvan gücü idi. Bu nedenle, çağlar boyu aileler güçlerini ailelerin büyüklüğünde, hükümdarlar güçlerini nüfuslarının artışında görmüşlerdir. Bu amaca ulaşmak için esir kullanma ve diğer ülkeleri ele geçirme dışında iki yol vardı. Biri ölümleri azaltmak, diğeri doğurganlığı artırmaktı. Geçmişte insanoğlu ölümleri kontrol olanağı bulamayınca, sorunun çözümünü doğurganlığı teşvik etmekte aramıştır. Yüksek doğurganlık, ailelerin ya da hakim sınıfların isteği olmaktan çıkmış, din hükümleri arasına girmiş ve geleneksel kültürlerde kişilerin davranışına yön veren köklü bir inanç olmuştur. Toplumlar geleneksellikten çağdaşlığa geçtikçe bu inancın önemini yitirdiğini fakat az ya da çok her toplumda etkisini sürdürdüğünü görmekteyiz.

 Zamanımızda nüfus sorununu incelerken, ilk aşamada bu sorunu hızlı nüfus artış sorunu olarak ele alabiliriz. Bu durumda nüfusun hızlı artışının dünyanın her yerinde bir sorun olmadığı görülür. Doğurganlık ve ölüm hızları düşük olan gelişmiş ülkelerle, doğurganlık ve ölüm hızları yüksek düzeyde birbirine yakın olan az gelişmiş ülkelerde hızlı nüfus artış sorunu yoktur. Ancak, sorunu daha genel bir çerçeve içinde inceleyebilir ve çeşitli gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde halkların gönenci için daha fazla nüfusa gereksinme olup olmadığı sorununu tartışabiliriz.

      Bugün, az gelişmiş ülkelerin daha fazla nüfusa gereksinmesi var mıdır? Bu soruyu geçmişte olduğu gibi üretimin artırılması ve varlıkların korunması bakımından incelemek gerekir. Önce tarım sektörünü ele alalım. Az gelişmiş ülkelerin çoğunda tarım sektöründe insan gücü yetersizliği değil, fazlası vardır. Örneğin, Türkiye ile A.B.D. kıyaslanırsa, Türkiye'de ekilen topraklarda yüz hektar başına 25 çiftçi düşmesine karşılık, A.B.D.' de bu sayı 4'dür. Türkiye'de ve diğer az gelişmiş ülkelerde tarımsal üretimin artırılamamasının nedeni, gübreleme, sulama ve makineleşmenin gerektiği ölçüde sağlanamamasıdır. Bu ülkelerin çoğunda ekilebilir toprakların sınırına varılmış ve bu sınırlar, otlaklar sürülerek, ormanlar yakılarak zorlanır duruma gelmiştir. Yalnız, bu durumun her az gelişmiş ülke için aynı ölçüde doğru olmadığını da belirtmek gerekir. Bazı Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde işlenmeyen verimli topraklar olduğu bir gerçektir. Ancak buralarda da nüfus azlığı yanında teknik bilgi, beceri eksikliği veya pazarlama olanaksızlığı gibi nüfusun sosyal yetersizliğinden çok, nitelik yetersizliğinin büyük rol oynadığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu ülkelerde nüfusun nitelik yetersizliği söz konusu olmasa, gelişmiş ülkelerin sanayi ve hizmet alanları için insan gücü ithal ettikleri gibi, bu ülkeler de kendi nüfusları yeterince artıncaya kadar tarım için işgücü ithal ederler ve ulusal gelirlerini daha hızlı artırırlardı.

      Az gelişmiş ülkelerde sanayi sektöründe insan gücü yetersizliğinden söz etmek daha güçtür. Bu ülkelerde, aslında sınırlı sayıda olan sanayi kuruluşlarında üretilen ürüne kıyasla çalıştırılan işçi sayısı gelişmiş ülkelerindekinden çok fazladır. Demek oluyor ki, sanayide üretimin artırılması için de bu ülkelerin bugün ve yakın gelecekte fazla nüfusa değil nitelikli işçiye, sanayi yatırımları için sermaye birikimine ve sanayiyi geliştirecek beyin gücüne gereksinimleri vardır. Sağlık, eğitim, sanat gibi hizmetlere gelince; bu hizmetlerin yürütülmesi için nüfusun sayısı değil, niteliği önem taşır. Yeter sayıda hekim, hemşire, öğretmen ve sanatkâr yetiştirme aşırı doğurganlıkla çözümlenecek sorun değildir.

      Varlıkların korunması sorununa gelince, zamanımızda kişinin ve ailenin güvenlik sorununu hükümetler çözmüştür. Ülkelerin savunmasına gelince, bu bakımdan da ülkenin nüfusu, bir başka deyimle ordu büyüklüğü en önemli etmen olmaktan çıkmıştır. Bugün ordunun ateş gücü ve teknolojik üstünlüğü kritik etmendir. Bu duruma göre, zamanımızda az gelişmiş ülkelerin bugün için sahip olduklarından fazla nüfusa gereksinmeleri olmadığı söylenebilir. Bu ülkeler sanayileştikçe ve hizmet sektörü genişledikçe nüfus gereksinmeleri artacaktır. Sanayileşme hızları ve hizmet sektörünün gelişmesi hiçbir zaman gelişmiş ülkelerden yüksek olamayacağına ve gelişmiş ülkelerde gelişme hızıyla düşük düzeyde doğurganlık arasında bir denge olduğuna göre, az gelişmiş ülkelerin de nüfuslarının gelişmiş ülkelerden daha hızlı artmasında kendileri için ekonomik ve politik yarar yoktur. Nüfuslarının yılda binde on dolayında artması bu ülkeler için de yeterli olacaktır.

      Gelişmiş ülkelerde yavaş ta olsa nüfusun artmaya devam etmesi gerekli midir? sorusunun karşılığının da hazır  olduğu kanısındayım. Gelişmiş ülkelerde nüfus, yavaş ta olsa artmaya -özellikle geçen on yılda olduğu gibi binde on oranında- devam ederse, bu ülkeler de gelecekte aşırı kentleşme ve çevre kirlenmesi gibi büyük sorunlarla karşılaşacaktır. Zamanımızda bu ülkelerin bazılarında insan gücü açığı olması, doğurganlığı artırmasını gerektirmez. Bu açık, yabancı işçi kullanarak kolaylıkla kapatılabilir ve kapatılmaktadır. En büyük ve pahalı yatırımın insan gücü yetiştirmek olduğu göz önüne alınırsa, bu ülkelerin yabancı işçi kullanmalarında kendileri için zarar değil, yarar vardır. Çünkü, işçi alan ülke, hiçbir yatırım yapmadan üretici bir nüfusa sahip olmakta, sıkı bir sağlık muayenesinden geçirdikten sonra sağlam işçileri aldığından sağlık harcamasını en düşük düzeye indirmekte ve üreticilik çağından sonra bu işçiler genellikle yurtlarına döndüklerinden, gelişmiş ülkeler için büyük bir sorun olan yaşlılık sorunları, dejeneratif ve süregen hastalıkların kontrol ve tedavisi hizmetleri daha sınırlı kalmaktadır. Piyasa koşullarına göre üretimi azaltmak gerektiği durumlarda da yabancı işçi çalıştırmayı kısıtlayarak, kendi halkları için işsizlik sorununu daha kolay çözmektedirler.

      Dünya nüfusunun artışını tartışırken, nüfus artışının sınırsız olarak sonsuza kadar sürüp sürmeyeceğini de düşünmek gerekir. Böyle bir şey, ekolojik olarak olanaksızdır. Kapalı ortamlarda canlı sayısı, besin kaynağı ve zararlı artıklar arasında daima bir ilişki vardır. Örnek olarak yapay ortamlarda bakteri üremesi gösterilebilir. Bu ortamlara ekilen bakterilerin üremesi önce yavaş, sonra logaritmiktir. Daha sonra üreme hızı azalır ve bir dengeye erişilir. Zamana karşı ortamdaki bakteri sayısı eğrisi çizilirse sigmoid bir eğri elde edilir. Gelecekte insan nüfus artış eğrisinin, bakteri üreme eğrisinin sağ tarafı gibi olmaması olanaksızdır. Dengenin hangi nüfus düzeyinde olacağı, besin kaynaklarını geliştirebilmekte ve çevremizi kontrolde yapabileceğimiz teknolojik gelişmelere bağlı kalacaktır.

      Hiçbir ülkenin hızlı nüfus artışına gereksinmesi olmadığını ve nüfusun sınırsız artmasının olanaksızlığını belirttikten sonra, 19. yüzyıldan bu yana tartışılmakta olan nüfus artışının  mı, yoksa sosyo-ekonomik gelişmemişliğin mi temel sorun olduğu sorusuna yanıt arayabiliriz. Bu konuda iki görüşü de savunan ve iki görüşte de aşırı uca kaçanlar vardır. Ne A.B.D. eski başkanı Mr.Johnson gibi, sosyo-ekonomik kalkınma için 100 dolarlık yatırım yerine nüfus planlamasına 5 dolar harcamanın doğru olacağı şeklindeki görüş, ne de aşırı doğurganlık sorununun sosyo-ekonomik geriliğin sonucu olması nedeniyle nüfus planlaması programlarının gereksiz ve etkisiz olacağı görüşü kayıtsız koşulsuz doğrudur. Sosyo-ekonomik değişme zorunluğuyla nüfus planlaması programlarının doğurganlığı etkilemesi çeşitli ülkelerde birbirinden farklıdır. Ülkeler bu bakımdan şu üç grupta toplanabilir:

      Birinci grupta, küçük aileye norm olarak kabul ettikleri halde, gebeliği önleyen etkili yöntemleri bilmeyen ya da kullanma olanağı bulamayan ailelerin çoğunlukta olduğu ülkeler vardır. Bu toplumlarda iyi planlanmış ve iyi uygulanan aile planlaması programları doğurganlık hızını düşürür. Çünkü, aşırı doğurganlığın temel nedeni sosyo-ekonomik gelişmemişlik değil, etkili aile planlaması yöntemlerinin bilinmemesi veya kullanılamamasıdır. Bu gruptaki ülkelere örnek olarak Türkiye gösterilebilir. Türkiye'de, 1968 nüfus araştırmasına göre, doğurganlık çağında evli kadınların büyük çoğunluğu 3 çocuktan fazla çocuk istememektedirler. Buna karşılık kaba doğum hızı binde 30'dur. Ankara ilinde doğurganlığın yüksek olduğu bir bölgede sekiz yıl süren bir sağlık programı uyguladık. Aile planlaması hizmetleri de bu programın bir parçası idi. İlk üç yıl doğurganlıkta bir değişme olmamış, bundan sonra doğurganlık hızla düşmeye başlamıştır. Taiwan aile planlama programı sonuçları da uygun ortamda aile planlaması programlarının etkinliği ve gerekliliğinin bir kanıtıdır. Aile planlaması programı doğurganlığın düşme eğilimini değiştirmiştir.

      İkinci grupta ekonomik zorunluk olmadığı halde kültürel nedenlerle çok çocuklu olmayı isteyen ailelerin çoğunlukta olduğu ülkeler vardır. Bu ülkelerde aile planlaması programları, tutumu değiştirmeyi öngören programlarla beraber yürütülürse başarılı olabilir. Ancak başarıya ulaşmak oldukça uzun bir zaman ister.

      Üçüncü gruptaki ülkelerde ise ailelerin büyük çoğunluğu işgücü gereksinmesi ve güvenlik nedeniyle çok çocuklu olmayı istemektedirler. Bu ülkelerde sosyo-ekonomik koşulları değiştirmeden aile planlaması programlarını başarıya ulaştırmak olanaksızdır.

      Bu açıklamalardan sonra, nüfus planlaması programlarına verilecek önceliği tartışabiliriz. 1967 yılında Michigan Üniversitesinde yaptığım bir konuşmada da belirttiğim gibi, sosyo-ekonomik kalkınma her alanda olduğu gibi nüfus sorununu çözmede de temel etkendir. Nüfus planlaması programları hiçbir zaman sosyo-ekonomik kalkınma planının yerine geçemez. Başarıyla yürütülen nüfus planlaması programları nüfus artış hızını azaltarak sosyo-ekonomik kalkınma için yapılan çabaların verimini artırır. Nüfus planlaması programlarına tarımsal ve endüstriyel kalkınmadan fazla ağırlık vermek ne kadar büyük hata ise, hızlı nüfus artışını kontrol için gereken çabayı harcamamak ta aynı derecede hatalıdır. Bu yargı özellikle büyük ailenin norm olmadığı toplumlarda daha büyük ağırlık taşır.

      Konuşmamın başında, nüfus sorununu, demografik değişmelerle sosyal ve ekonomik gelişme arasındaki dengesizlik ve bu dengesizliğin doğurduğu sosyal ve ekonomik  sorunların tümü olarak tanımlamıştım. Nüfus sorununu şimdi de aralarındaki etkileşim dolayısıyla doğurduğu kimi önemli sorunlar açısından inceleyelim. Bunlar arasında en önemlisi nüfusla doğal kaynaklar arasındaki ilişkidir. Bu konuda bir görüş, dünyada doğal kaynakların hemen hemen sınırsız denecek kadar geniş olduğu ve nüfus sorununu doğal kaynak yetersizliği bakımından bir sorun saymamak gerektiği merkezindedir. Doğal kaynak zenginliği görüşü, Birleşmiş Milletlerin Bükreş'te tertiplediği Dünya Nüfus Konferansı için hazırlanan "Nüfus, Doğal Kaynaklar ve Çevre" raporuna göre; dünyanın besin üretim kapasitesi 38-48 milyar insanı besleyecek ölçüdedir. Enerji kaynakları sınırsızdır, düşük randımanlı maden cevherlerini işleme teknolojisini geliştirdikçe ve deniz dibi maden kaynaklarını işletme olanakları geliştirildikçe maden gereksinimi de bir sorun olmayacaktır. Çevre sorunlarına gelince; gelişen teknolojik olanaklarla hava, su, besin maddeleri ve denizlerin kirlenmesini önlemek ve küçük yerleşme yerleri geliştirmeyi planlayarak aşırı kentleşmenin doğurduğu sorunları çözmek olanak dışı değildir. Dilimizde "Evdeki hesap çarşıya uymaz" diye bir söz vardır. Bu söz doğal kaynaklardan yararlanma bakımından da doğrudur. Bu görüşün pratik değeri olmadığını aynı konferans için hazırlanan diğer bir raporda görüyoruz.

      Dünyada besin durumuyla ilgili veriler şöyledir: 1961 yılında buğday stoku 154 milyon ton iken gittikçe azalmış ve 1974 yılında 89 milyon tona düşmüştür. Demek oluyor ki son on yılda üretilebilenden çok buğday tüketilmiştir. Bir diğer örnek, buğday ihraç eden ülkelerin sayısının azalmasıdır. İkinci Dünya Savaşından önce Batı Avrupa dışında her kıta tükettiğinden çok buğday üretiyordu. Bugün buğday ihraç eden ülkeler sadece A.B.D., Kanada ve Avustralya'dır. 1960'larda büyük umut bağlanan yeşil devrimin de bekleneni veremediği görülmüştür. Protein üretim ve tüketimine gelince; en önemli protein kaynağı olan balık üretimi ele alınırsa durumun parlak olmadığı görülür. Bu kaynaktan yararlanmak için ülkeler elden gelen çabayı harcamaktadırlar. Bunun sonucu olarak, son 25 yılda balık üretimi üç kat artmıştır. Son on yılda, artan üretim artan nüfusun gereksinmesini ancak karşılayabilmekte, kişi başına üretimde yükselme görülmemektedir. Bu örnekler bir kez daha kapasiteyle kaynaklardan yararlanmanın başka şeyler olduğunu ve bunları eşitlemenin olanaksız bulunduğunu göstermektir. Bu nedenle nüfus ve besin ilişkisini tartışırken sorunu kapasite yönünden değil, kaynakların kullanılabilmesindeki gelişme hızı yönünden incelemek gerekir. Bu takdirde de beslenmenin sorun olduğu ülkelerde, bu sorunun çözümlenmesini kolaylaştırmak için nüfus artış hızının kontrolü zorunluğunu kabul etmek gerekir. Aynı değerlendirme diğer doğal kaynaklar için de yapılabilir.

      Şimdi de nüfusun niteliği sorununa değinelim. Nüfus sorununun çeşitli yönleri arasında nüfusun niteliğinin geliştirilmesinin temel sorun olduğunda herkes görüş birliğindedir. Nüfusun niteliğinin gelişmesi birinci derecede eğitimin gelişmesine bağlıdır. Sanayi için vasıflı işçi, tarım için bilgili çiftçi, okullar için öğretmen, hastaneler için hekim gibi sosyo-ekonomik kalkınmada gerekli insan gücü, her şeyden önce eğitimdeki başarıya bağlıdır. Nüfus artışının hızlı olduğu ülkelerde -ki bunlar az gelişmiş ülkelerdir- nüfusun eğitim düzeyi, gelişmiş ülkelere kıyasla çok düşüktür. Aslında bu ülkelerin geri kalmışlığının nedeni de eğitim düzeylerinin düşüklüğüdür. İkinci Dünya Savaşından sonra elinde  eğitilmiş insandan başka bir şeyi kalmamış olan Almanya'nın hızla gelişmesi ve yapılan yardımlardan yararlanabilmesi, gelişmişlikle eğitim arasındaki sıkı ilişkinin kanıtlarından biridir. Az gelişmiş ülkelerin halklarının eğitim düzeyini yükseltememelerinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlar arasında aşırı doğurganlık nedeniyle öğrenci sayısının hızla artması başta gelir. Son 15 yılda gelişmiş ülkelerde eğitim çağındaki çocukların (5-14 yaş) yüzde 10.8 artmasına karşılık, az gelişmiş ülkelerde artış yüzde 42.4'tür. Öğrenci sayısının artmasının en olumsuz yönü, öğretmen başına düşen öğrenci sayısının yükselmesi ve öğretmen yetiştirilmesi hızlandırıldıkça da, kaynak yetersizliği dolayısıyla, yetiştirilen öğretmenin niteliğinin düşük oluşudur. Az gelişmiş ülkeler, mali olanakları elverse, gereksinmeyi karşılayacak kadar okul binaları yapsalar, eğitim araç ve gereçleri sağlasalar bile yeter sayı ve yetenekte öğretmen yetiştirme darboğazını aşamamaktadırlar. İletişimi kolaylaştırmak için abartarak söylersem, yukarda belirtilen koşullar altında , eğitim, sadece öğrencilere bir diploma vermekle sonuçlanıyor denebilir.

      UNESCO tarafından dünya nüfus yılı nedeniyle hazırlanan bir dokümanda şöyle denilmektedir: "Kültürleri birbirinden çok farklı ülkelerde yapılan araştırmalar, çok çocuklu ailelerde, az çocuklu ailelere kıyasla, çocuğun eğitimi için ana ve babanın desteğinin yeterli olmadığını, bu ailelerin çocuklarının okumaya fazla istek duymadığını ve bunların yeteneklerinin gereğince gelişemediğini göstermektedir. Aşırı nüfus artışı sorununu çözmek, bir ülkede eğitim düzeyini geliştirmek isteyenlerin bir tarafa iteceği bir önlem değildir."

      Dünya nüfus sorununu makro düzeyde gözden geçirdikten sonra, mikro düzeyde -aile ve kişi sağlığı düzeyinde- de değinebiliriz. Aslında sorunu aile ve kişi düzeyinde almakta büyük yarar vardır. Çünkü, çok gelişmiş bir ülkede bile aile büyüklüğünün ve aşırı doğurganlığın bir sorun olduğu aileler bulunduğu gibi, az gelişmiş ülkelerde böyle bir sorunu olmayan aileler de vardır. Nüfus sorununu aile düzeyinde ele almak bir bakıma zorunludur da. Çünkü, sorunun ister ülke, ister dünya düzeyinde olsun çözümü, karı-kocanın doğurganlık konusundaki davranışına bağlıdır.

      Nüfus sorunu, aile düzeyinde insan hakları ve aile ekonomisi yönlerinden ele alınabilir. 1968 yılında toplanan uluslararası insan hakları konferansı, çiftlerin istedikleri sayıda ve istedikleri aralıkla çocuk sahibi olmaları ve bunu sağlamak için yeterli eğitim olanakları bulmalarının temel insan haklarından olduğunu kabul etmiştir. Türkiye'de 1965 yılında kabul edilen nüfus planlaması yasasının hükümleri bundan da ileridir. Bu yasada hak, evli çifte değil kişiye yani kadına tanınmış ve eğitim olanağı yaratmak hükümet görevi olarak kabul edilmiştir. Aile ya da kadınlara bu hak tanınmakla birlikte birçok ülkede bunun kağıt üzerinde kaldığını belirtmek gerekir. Örneğin, 1973 yılında yapılan bir araştırmada, Türkiye'de doğumların yüzde 34'ünün istenmeyen gebelikler sonucu olduğu ortaya çıkmıştır. Demek oluyor ki, yasaların tanıdığı hak, hükümetler tarafından halka verilmemekte ya da verilememektedir. Ancak kadınlara tanınan bu hakkın kağıt üzerinde kalmaması için, köy ve kentte kadın ve erkeklerin kullanabileceği şekilde aile planlaması hizmetlerinin halka sunulması, eğitim faaliyetlerinin de aynı şekilde yürütülmesi gerekir. Kadınlar ancak bu çabalar sonunda istedikleri zaman çocuk doğurma haklarını kullanabilirler. Aşırı doğurganlığın kadını erkeğe daha bağımlı duruma getirmesi nedeniyle, kadınların olanak buldukça az doğurmaları doğaldır. Şunu da belirtmek yerinde olur ki, kadın hakları konusunda geri olan ülkeler yanında ilerici olanlar da vardır. Bu ülkeler, gebeliği önleyici yöntemleri sağlamak yanında istek üzerine çocuk aldırmayı da serbest bırakmaktadırlar.

      Aile ekonomisiyle aile büyüklüğü arasındaki ilişkiye gelince; bir ailenin gönenci (refahı) gelirine, paranın satın alma değerine ve ailedeki tüketici sayısına bağlıdır. Bu üç değişkenden ilk ikisinin değişmediğini ve ailede çocuk sayısının değiştiğini varsayalım. Örneğin, aylık geliri 3.000 lira olan iki işçi ailesini ele alalım. Birinin iki çocuğu, diğerinin sekiz çocuğu olsun. Birinci ailede kişi başına gelir 750 lira, ikinci ailede 300 lira olacaktır. İkinci ailenin gönenç düzeyi ayda 1.200 lira kazanan iki çocuklu aile düzeyinde olacaktır. Az çocuklu ve orta gelirli bir aile, sanayi mamulleri satın almak, eğlenmek için para bulurken, çok çocuklu aile, gelirinin büyük kısmını tarım ürünlerine harcayacaktır. Çocuk sayısını sınırlamayı bir tarafa bırakarak geliri artırmayı savunanların gelir ne kadar artırılırsa artırılsın az çocuklu ailenin daima daha kazançlı ve gönençli olacağını hatırlamaları gerekir.

      Sağlıkla aşırı doğurganlık arasındaki ilişkiye gelince; aşırı doğurganlık sağlığı hem doğrudan ve hem de dolaylı olarak olumsuz yönde etkilemektedir. Ailede çocuk sayısı ve doğumlar arası sürenin çocuk sağlığı üzerine etkisini gösteren çok sayıda araştırma vardır. Bunlardaki verilerin gösterdiği gibi, ailedeki çocuk  sayısı arttıkça çocuk ölümleri artmakta, çocukların hastalanma oranı yükselmekte, beslenme durumu bozulmakta ve zeka gelişmesi gerilemektedir. Nüfusun sağlık üzerine dolaylı etkisine gelince; bilimsel araştırmalar beslenme, konut durumu, eğitim ve çevre koşulları gibi etmenlerin kişinin sağlık düzeyi üzerine etkisi olduğunu göstermektedir. Yukarda da belirtildiği gibi, aşırı nüfus artışının da bu etmenler üzerinde olumsuz etkisi vardır. Bu nedenle aşırı nüfus artışı makro düzeyde de bir yönüyle sağlık sorunu olmaktadır. Bu arada nüfus artışının sağlık hizmetlerine yaptığı etki üzerinde de duralım. Bir toplumda sağlık hizmetleri sağlıklı insan gücü ve tesislere bağlıdır. Sağlık hizmetini geliştirmek için kişi başına düşen sağlık personel ve tesis sayılarını artırmak esastır. Aşırı nüfus artışı, az gelişmiş ülkelerde bu oranların halk yararına değişmesi için yapılan çabaların verimini büyük ölçüde düşürmektedir. Dünya Sağlık Örgütünün incelemelerine göre,  son yirmi yılda az gelişmiş ülkelerde hekim sayısı iki katına çıkmıştır. Buna karşılık on bin kişiye düşen hekim sayısı 5.5'ten 7.9'a çıkabilmiştir. Bu ülkelerde nüfus artış oranı, doğum oranı değil, Avrupa ülkeleri düzeyinde olsaydı hekim oranı aynı çaba sonunda on binde 11 olurdu. Doğurganlık düzeyinin değişmesi, hükümetlerin sağlık harcamasını da etkiler. Tuncer'in araştırması buna örnek olarak gösterilebilir. Türkiye'de sağlık bütçesi artış hızı değişmeden yıllık nüfus artış hızı yüzde 3'den yüzde 2'ye düşse, kişi başına sağlık harcaması 35 yılda 504 lira yerine 710 liraya yükselirdi. Bir başka deyimle, artış oranı yüzde 18 olacağına yüzde 26 olurdu.

      Nüfus sorununu geniş anlamda, yani sosyo-ekonomik gelişmeyle nüfus artış hızı arasında dengesizlik, insan gücü yetersizliği ya da fazlalığı, nüfusun niteliği, aile refahı ve sağlık sorunu gibi çeşitli yönlerden görürsek, her ülkede bir nüfus sorunu olduğunu kabul etmemek ya da en azından her ülkede kimi ailelerde aşırı doğurganlığın bir sorun olduğunu kabul etmemek için bir neden yoktur. Sorunun bu kadar geniş ölçüde ele alınabileceğini akılda tutarsak, çeşitli ülkelerin nüfus sorunu konusundaki görüşlerini incelemekte yarar vardır. Yapılan bir anketin sonucuna göre, 42 gelişmiş ülkeden biri ve 106 az gelişmiş ülkeden 41'i  ülkelerinde nüfusun hızlı artışının bir sorun olduğu görüşündedir. Nüfus artışını bir sorun sayan az gelişmiş ülkelerin nüfusu, bu gruptaki ülkelerin toplam nüfusunun yüzde 80'i ve toplam dünya nüfusunun yüzde 57'sini oluşturmaktadır. Doğurganlığı düşük olmasına karşın, nüfus artış hızını fazla bulan gelişmiş bir ülke de vardır. Dünya ülkeleri arasında, nüfus artış hızını yeterli bulmayan 18 ülke bulunmaktadır. Bunlardan on biri gelişmiş ve yedisi az gelişmiş ülkedir. Bu yedi az gelişmiş ülkenin nüfusu, az gelişmiş ülkelerin toplam nüfusunun yüzde yirmisini oluşturmaktadır. Geri kalan 88 ülke ise, nüfus sorunları olmadığı görüşündedir. Değinilmesi gerekli bir nokta da nüfus sorunu olmadığı görüşünde olan 88 ülkenin 84'ünde ve nüfusun hızlı artmasını isteyen 18 hükümetten 14'ünde aile planlaması hizmetleri kısıtlanmamakta, hattâ merkezi ya da yerel hükümetler tarafından desteklenmektedir.

      Dünya nüfus sorunu üzerindeki sunuşumu bitirmeden önce üç noktaya daha değinmek isterim. Birinci nokta: birçok ülke doğurganlık hızlarını düşürmek istedikleri halde ne için başaramadıklarıdır. Bunun iki temel nedeni vardır. Biri, doğurganlığın sosyo-ekonomik etmenlere bağımlı bir olay olmasıdır. Sosyo-ekonomik etmenler değişmedikçe doğurganlık hızının kolayca düşmesi beklenemez. Ancak, konuşmamın başında da değindiğim gibi, bu , her ülke için geçerli neden değildir. Ülkelerin çoğunda aile planlaması hizmetlerinin halka gerektiği gibi tanıtılamaması ve sunulamaması önemli bir nedendir. Aile planlaması çalışmalarının başarılı olabilmesi için, bu yıl yayınlanan bir yazımda da belirttiğim gibi, aile planlaması hizmetleri sağlık hizmetleriyle bir arada halka sunulmalı, sağlık örgütünün uç noktasında halka hizmet götüren ebe, hemşire başına düşen nüfus, onların kadınlarla sıkı bir ilişki kurabileceği kadar az olmalı; hizmet, halkın yaşadığı yere uzak merkezlerde değil, tercihen evlerde yürütülmeli; halk içinde yaşayan ve çalışan ebe ve hemşireler yakından denetlenmelidir. Denetimin amacı da destekleme, teşvik etme ve iş başında eğitme olmalıdır. Bu koşullar sağlandığı taktirde doğurganlığı etkilemek olanağı vardır.

      Değinmek istediğim ikinci nokta, konunun politik olarak çok hassas olmasıdır. Bu da nüfus planlaması çalışmalarını olumsuz olarak etkilemektedir. Konunun politik yönü sadece ülke içinde değil, uluslararası düzeyde de politik sömürüye neden olmaktadır. Örneğin, Bükreş'te bu yıl toplanan Dünya Nüfus Konferansında,  Dünyada nüfus sorununun olmadığı, esas sorunun sosyal ve ekonomik gelişmemişlik olduğu ya da esas sorunun hegemonyacılık, sömürgecilik ve emperyalistlik olduğu, bu sorunlar çözümlenince nüfus sorununun da çözüleceği söylendi. Dünya Nüfus Konferansını amacından saptırmak isteyenler, doğurganlığı çok düşük ve hızlı nüfus artışı olmayan bir Latin Amerika, bir Asya ve birkaç Avrupa ülkesiydi.

      Bu konferansta söylenmeyen tek şey, nüfus sorunu olup ta bunu çözemeyen ülkelerde yöneticilerin yetersizliğine değinilmemesidir. Sanırım ki, bu ülkeler için temel sorun budur. Bu ülkeler rejim ve yönetim sorunlarını çözebilirlerse, diğer sorunları gibi, nüfus sorunlarını da çözebilirler. Bu da değinmek istediğim üçüncü noktadır.



* 1974 yılında Ekonomik ve Sosyal Konferans Heyeti tarafından düzenlenen "Dünyada ve Türkiye'de Nüfus Sorunları" toplantısında sunulmuştur.

 

BAŞA DÖN.....ANA SAYFA.....SAYFA BAŞI