e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

1 Ekim 2002  Sayı: 91

 

O şirin bir "hür-ay"dı...

10.gif (7673 bytes)Ölen arkadaşların/dostların arkasından yazmak çok zordur. Ama, bir yanıyla da vefa borcudur. Ne kadar çok üzülsek de ölüme, yaşamdaki paylaşımın gereği gibidir, ölen dostla ilgili kalem oynatmak. Ancak, yine bilirsiniz ki, yazdıklarınız, o dostu, hatta yaşadığınız dostluğu anlatamaz. Dostluğun bir nebzesidir, kalemlerden dökülen. Olsun dersiniz, yine de paylaşılanların çok azı bile, ölümün acısını hafifleten bir katre sudur...

Şirin Hüray denince, 1980 öncesi iki tablo beliriyor. Birincisi, 1978 Ankara Tabip Odası'nın salonunda tıkış tıkış oturan, haftada bir -Ruh Sağlığı Bürosu'na- koşa koşa Hanımeli Sokağa gelen tıp öğrencileri ile, Hacettepe Tıp Psikiyatri'nin üç asistan "ablası"; Zerrin, Engin ve Hüray. Bir yıl boyunca Serol Teber'in o dönem çok popüler olan kitabı "Davranışlarımızın Kökeni" ile başlayan tartışmalar ve eğitimlerimiz... Yoğun ihtisas ortamından sonra, gayet disiplinli bir şekilde bizlere gösterdikleri sevecenlikle anımsadığımız "üç ablamız"...

İkinci tablo; 1980 öncesinin politik ortamında siyasi yapılarca paylaşılan demokratik kitle örgütlerinin hilafına,  demokrasiyi sadece yönetime gelmeye endekslememiş, yönetimde olsun-olmasın her üyesine eşit söz hakkı tanıma temelinde faaliyet gösteren, demokratik asistan örgütü TÜMAS. Ve orada, gayet mütevazi, ama aldığı her işi hakkıyla yapmaya çalışan, hafif toplu, sevimli, yani şirin bir kadın... Caner, Ali-Ahmet, Ramazan, M.Ali, ve çok sayıda emekçi ile birlikte...

15.gif (23277 bytes)Ama, asıl dostluğumuz 1980 sonrasına denk düşer. Bahçelievler'de 2.cadde ile 6.caddenin kesiştiği eski evde sabahtan akşama kadar süren, nefis keklerle desteklenmiş-keklerin sahibi, tabii ki Hüray-hoş sohbetler. Sağlığın toplumsal boyutu konusunda çok şey öğrendiğim Caner ile birlikte, sinema, öykü, roman gibi hayatta güzel şeylerin de olduğunun farkına vardığım sohbetlerde, bir başka ortak nokta daha vardı. Hüray ve Gülümser'in hamilelikleri. Daha  sonra Barış ve Dicle'yi bebek arabalarında birlikte gezdirmelerimiz...O zaman çalıştığı Milli Eğitim Dispanseri'ndeki gözlemlerini bizlerle paylaşan Hüray, aslında 1980 sonrası değişen insan yapısının/psikolojisini ilk ipuçlarını bize sunuyordu. "Dekadans" denilen değişimi, ilk onunla ve Caner'le o zaman paylaştığımızı hatırlıyorum. Hatta, aynı tarihlerde, Mülkiyeliler Birliği'nde Yalçın Küçük'ün benzer bir konferansını izlediğimde, yaptığımız sohbetlerin katkısını hissetmiştim. "Aydının kafasını beyazlatmak" diyordu, Küçük. Onun dönüşümünü anlatırken. Biz de, daha çok Hüray'ın kişisel gözlemlerinden bu süreci izliyorduk.

Birgün Caner, Hüray ve ben bir kitap yazmaya karar verdik. Öyle, bilimsel ya da sosyal bir kitap değildi, karar verdiğimiz kitap. Bir ders kitabıydı. Hem de, lise ders kitabı. Adı da, Lise 3 Sağlık Bilgisi. Önce, neden böyle bir kitap yazılması gerektiğini tartıştık. Liselere Sağlık Bilgisi dersi konmuştu. Biz de işsiz-güçsüz (ya da şöyle söyleyelim, sevdiği işlerde çalışamayan) "amatör" halk sağlıkçılardık. Bu kitabı en iyi biz yazardık! (Caner'in gazı...) Üstelik Türkiye'de  binlerce Lise 3 öğrencisi vardı, bu kitap Talim Terbiye'den onay alırsa, para bile kazanabilirdik. Bu "zihni sinir" projemizi, "ismi lazım değil", bizim gibi YÖKzede bir yayıncı abimize açtık, ki kendisi havada atladı. Oturduk yazdık. Ama, belki de, bir lise kitabında adımızın bulunması "kariyerimize" ters düşer diye, kendi adlarımızı yazmadık. İsimlerimizi çağrıştıran "müstear" adlar kullandık: Hasan Işık, Emine Işık, Ahmet Soyer...

Neyse, işin ilginç olan öyküsü, kitabın çıkması değil. Kitap için yayınevi ile bir sözleşme yaptık. Yayıncı "abi" bize "şu kadar sayıda bastık" dedi. Bize de, o zamanın parası ile 1 milyon TL verdi. Biz de, sevindik. Sonra, birgün Hüray, "bu yayıncı, kitabı çok sayıda basmış. Bize az göstererek, parayı az verdi" dedi. Bunun üzerine işin peşine düştük, kitabın basıldığı matbaayı bulduk-daha doğrusu Hüray buldu-. Çalışanlarla konuşup, iddiamızın doğru olduğunu öğrendik. Bilgilerimizi birleştirip, üçümüz, yayıncıyla görüşmeye gittik. Kötü bir görüşme oldu. "Bildiğiniz yere şikayet edin" diyerek, bize kapıyı gösteren yayıncıya öfke ile orayı terkettik. Ne yapalım diye düşünürken, bir gün annem, "eve polis geldi" dedi. 12 Eylül dönemi, polis dendiğinde, adamın eli ayağı titriyor. Neyse, işin aslını öğrenmede gecikmedik. Sevgili yayıncımız, o "tatsız" konuşmada, benim sarfettiğim sözlerin, "kendisini tehdit" anlamına geldiğini, karakola bir dilekçe ile iletmiş! İş başa düştü ve üçümüz birlikte bizi "davet eden" karakola gittik. Üçümüzü görünce şaşıran başkomiser, ifademi aldıktan sonra, aslında, beni yalnız davet ettiğini ima ederek, "çok akıllısın doktor, psikiyatristinle birlikte geziyorsun" dedi. Onların şahitliği ile, bu tehdit suçlamasından yırtmış olduk... İnsanın psikiyatristi ile birlikte gezmesini yararlarını Hüray vesilesi ile öğrenmiş olmuştum.

1980 sonrasının kurutulan kültürel ortamının nadide çiçeklerinden biri de, Bilim-Sanat dergisiydi. Hüray (tabii ki Caner de) ile yaşamımızın çakıştığı güzel yerlerden biri de bu dergiydi. Önceleri ayrı ayrı izliyorduk, dergiyi. 1981 Ocak ayından itibaren. Sonra bir gün, derginin 16.sayısında "Üniversiteye Giremeyiş Sınavları" başlıklı bir yazı gördüm. Altındaki imza, tanıdıktı; Hüray Caner. Demek ki dedim, bizimkiler, yine kalemi ellerine almışlar. Sohbetlerimizde önemli bir yer tutmaya başlayan Bilim-Sanat, giderek yaşamımızda da önemli bir yere oturmaya başladı. 1983 yaz başından itibaren, Mümtaz (İdil)'ın yardımı ile gidip gelmeye başladığım dergi, artık ikinci adresimiz, yeni okulumuz olmaya başlamıştı. Sağlıkla ilgili yazılar da olsun diye çabalıyorduk. Caner, daha kıdemli olarak "döşenirken", bizler toplantılar yaparak, ne yapabileceğimizi tartışıyorduk. Hüray, o sırada dergiye ilk yazısını yazdı. Sayı 34, "Orta Eğitimde Rehberlik Diye Bir Sistem". İmzası ilginçti, yeni doğan oğlunun adı...Barış Işık. Milli Eğitim Dispanseri'nde görev yaparken, gözlediği günlük sorunlar üzerinden kaleme almıştı. Dergide ayrıca, eğitim ile ilgili birkaç yazı daha vardı. Sonra, tıpla -dolaylı olarak- ilgili bir yazı daha yazdı, dergide; "Firavunun Gizi". Tutankamon'un hastalığını tartışan, arkeoloji-sanat-tıp-tarih gibi alanların kesişmesini yansıtan ilginç bir yazıydı. Sonra Caner'le-çok olumlu tepkiler aldığı için-sinema yazıları yazmaya başladı. Kendi adıma, sinemaya farklı gözle bakmamda çok katkısı olduğunu söyleyebileceğim bu yazılar arasında "kuvvetle" hatırladıklarım var: Kaos, oldukça hoş iç çözümlemeleri ile verilmişti. Gülün Adı, hangi düzlemde hangi çatışmaların işlendiği analitik olarak anlatılıyordu. Biraz da Türkiye'nin o zamanki güncelliği ile paralellik kurarak, bir çöküşün öyküsünü anlatan "Under the Vulcano"yu okuyunca, hiç o gözle filmi seyretmediğime hayıflanmıştım. Aslında tek bir film yazısı olmayıp, aşkın toplumsallığını inceleyen, herşeyden önemlisi, 35 yaşımızın star filmi "Falling in Love"a değindikleri "Aşkın Toplumsallığı" yazısı. Sonra, Müfreze, Tılsımım Koru Beni, Güneye Giden Yollar, vb. Ama, asıl hoş-ve de popüler-yazılar, 1980'li yılların ortasından sonra yükselmeye başlayan Türk filmlerine ilişkindi. Bir yerde de, "hep yabancı film mi yazacaksınız" eleştirisine tepkiydi. Çok da iyi yaptılar. Hatırlarsanız, ilk "12 Eylül" filmleri, Her Şeye Rağmen, Anayurt Oteli, Ses, Sen Türkülerini Söyle, Gece Yolculuğu, vb.

Sinema yazıları ile, Hüray, Caner'le birlikte bizlere sinemayı sevdirirken, 99 sayı bir demokrasi odağı olarak işlev görmüş Bilim-Sanat'ı taşıyanlardan olmuşlar, onlarla bu süreci paylaşma olanağını bize sunmuşlardır.

Sanıyorum, çoğunuz "Topluluk ve Birey" diye bir kitabı hatırlamıyorsunuz. 1986 yılında Bilim ve Sanat Yayınları tarafından basılan, Petrovski'nin Sovyetler Birliği'ndeki toplumsal ruhbilimini incelediği kitap. Son zamanlarda "meşhur olan" grup psikolojisi konusundaki güzel bir kitaptı ve yeterince tanınmadı. Bugün bile bilinmiyor. Hüray Caner'le birlikte iki cilt olarak çevirdi, kitabı. Kendileri de, reklamını yapmadılar. Üstelik, sadece psikoloji alanında çalışanları değil, insan ilişkileri ile ilgilenen herkesi ilgilendirecek bir geniş kapsama sahip olmasına karşın...Hüray'ın (ve de Caner'in) üretimleri bu kadar değil. Hepsini de hatırlayabilmek de mümkün değil. Ama, bu konuda altı çizilmesi gereken nokta, söz konusu üretimlerin birlikte olmasıdır. Alanları farklı olmasına karşın, birlikte üretim yapmaları, çok sayıda insanı imrendirecek düzeydeydi.

Sonra, Hüray'lar, Caner'in Tügsaş'ta çalışması nedeniyle, Balgat'taki lojmanlara göçtüler. Bu göç, "kekli" sohbetlerimizi azalttı. Gerçi, Ankara Tabip Odası'nda 1986'dan itibaren başlayan Çağdaş Hekim yürüyüşümüzde birlikteydik, ama o özel ve özel olduğu kadar haz veren sohbetlerde azalma olmuştu. Sonra, Caner Sağlık Bakanlığı Proje Koordinatörlüğü'ne doğru yol alırken, Hüray da İzmir'e gidiyordu; Dokuz Eylül'e. 1993'de Bolu'da TTB Tıbbi Etik Günleri'nde karşılaştığımızda, nasıl da sevinip, sarılmıştık birbirimize. Hatta, araları fırsat bilerek, bazen de toplantılardan keserek fırsat yaratıp, sohbet etmiştik. Sonra, görüşmelerimiz giderek seyrekleşti...

1997 yazında, yolumuz tekrar birleşti. İzmir'e Dokuz Eylül'e gelmiştim. Çok sayıda arkadaşım vardı ve de gelince "hoş geldin" demelerini bekledim. Çoğu dedi, özellikle Mehmet (Alakavuklar). Ama, bazıları, aynı yurtta kaldıklarımız, ortak arkadaşlarımız olanlar, tanımadılar bile. Hüray'la o zaman tekrar görüşmemiz beni mutlu etmişti. Eskisi gibi sohbetlerimiz olmamakla birlikte, biliyordum ki, Ankara'da özellikle, Numune'de birlikte çalışırken, en sıkıntılı zamanlarımda desteğini, dostluğunu gördüğüm Hüray'la aynı yerdeyiz ve yine bir sıkıntım olduğunda, onunla rahatlıkla paylaşabilirim.

Ama, bir yaz günü, duyduk ki, rahatsızlanıp, Ankara'ya gitmiş. Ameliyat olmuş. Caner'e telefonda durumunu sorduğumda, "iyileşmeye başladı" mesajını sevinerek, herkesle paylaşmıştım. Ta ki, bir Ağustos sıcağında Ankara'da Cumhuriyet Gazetesi'ndeki küçük ölüm ilanını okuyana kadar... İzmir'de yapılan törene gidemedim. Belki de, sen benim İzmir'li değil, çok sevdiğim, Ankara kadar sevdiğim, Ankara'lı arkadaşım olduğun için. Ankara kadar vefalı ve Ankara kadar sıcak, hem öğretmen hem dost, İzmir'de halen Ankaralı dost. Güle güle Şirin Hüray. İyi ki, seni tanımışım. Erken ölümün karşısında, tek tesellimiz seni tanımış olmak belki de...

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön