Ana Sayfa | Eski Sayılar

TTB 50. BÜYÜK KONGRESİ ÖNÜMÜZDEKİ 20 YILI
MERCEK ALTINA ALDI

Türk Tabipleri Birliği 50. Büyük Kongresi 31 Haziran - 1 Temmuz 2001 tarihinde Ankara'da yapıldı.
TTB Merkez Konseyi Başkanı Füsun Sayek 50. Büyük Kongre'de, 1953 yılına kadar gelen süreçteki Etibba Odaları'nı (1928-1953) ve 1953'te TTB'nin hangi yaklaşımla kurulduğunu aktararak başladığı açış konuşmasında, kuruluşumuzdan bu yana geçen 48 yılın üzerine, büyük kongrelerin örgütler için önemini öncelikle vurguladı. Yasada büyük kongreye verilen görevleri hatırlattı. Ardından yaşadığımız dünya ve Türkiye ortamını güncel veriler ve olaylarla tanımlayarak eşitsizliklerin altını çizdi. TTB Merkez Konsey Başkanı Füsun Sayek'in konuşmasını özetleyerek yayınlıyoruz:
"Altı milyarlık Dünyamız, bin kişilik bir köy olsaydı: 200 kişi gelirin %75'ine, bir diğer 200 kişi gelirin %2'sine sahip olurdu. Bu köyde yalnızca 70 kişinin otomobili vardı. Köyün 3 milyon doların üstündeki bütçesinden en çoğu silaha ayrılmakta, köyde kişi başına 6 dönüm toprak düşmekte. 1/3'ü mikropsuz temiz suya sahipti. Köyün altında nükleer patlayıcılar bulunmaktaydı...
Son on yıl içinde yani sözüm ona dünya ekonomisinin büyük bir gelişme gösterdiği dönemde, yoksulluk içinde yaşayanların sayısı, 600 bini çocuk olmak üzere 1.2 milyara ulaşmıştır. Başka bir deyişle bugün dünyadaki her dört insandan biri yoksuldur.
Yaşadığımız çağda; dünya çelişkilerle doludur. Bu dönemde, insanlık onuru, adalet, eşitlik idealleri pek çok yerde, pek çok kurumun gayretiyle yaşama geçirilmiştir. Son 50 yılda, bulaşıcı ve önlenebilir hastalıklardan ölebilecek milyonlarca insan bağışıklama, temiz içme suyu, sanitasyon, kitlesel bilgilendirme kampanyaları gibi halk sağlığı önlemleri sayesinde ölmemiş, kurtulmuştur.
Bugün yüzbinlerce kadın; gebelikleri arası uzatıldığından ve gebelikte izlemeleri yapıldığından hayattadır. Bu yetmez.
Sağlıklı annelerin doğurduğu, iyi beslenen başlıca çocuk hastalıklarına karşı bağışıklanan milyonlarca çocuk yaşarken, bunu başaramayan, sömürücü ve tehlikeli işlerde çalışan çocuk sayısı da arttı. Bu çelişki görmezden gelinemez.
Günümüzde pek çok toplum yoksulluk tuzağına teslim olmuştur. 20. yüzyılın ekonomik olgusu küreselleşme; piyasalar ulusal sınırları aşarak yayılırken ve görece olarak çok sınırlı bir kesimin gelirlerini artırırken büyük bir grubun yaşamları daha da güçleşmektedir. Ülkelerarası, ülkelerin içindeki halklar arası uçurumlar büyümektedir.
Dünyada şiddet artmaktadır. Geçtiğimiz yıl 31 milyon mülteci dünyanın altını üstüne getiren çatışmaların ortasında kalmıştır.
ILO'nun tahminlerine göre, gelişmekte olan ülkelerde yaşları 5-14 arasında olan 250 milyon çocuk işçi vardır; 50-60 milyon çocuk tehlikeli koşullarda çalışmaktadırlar.
Bu karamsar tablonun kader olmadığını dünya görmüştür.
İnsanların adaletsizlik, hastalık ve ağır yoksulluk durumları olmaksızın gelişebilecekleri bir dünya özlemi giderek artmaktadır.
Yeryüzünde; haksızlıklara itiraz eden mücadeleci insanların sayısı da artmaktadır. Sağlıkla ilgili konulara ayrılan kaynakların yetersizliği pek çok kişiyi öfkeden çıldırtacak düzeye gelmektedir.
Geçtiğimiz yıllarda eylemler yapan gruplar;
BORÇ ÖLDÜRÜYOR - TÜM BORÇLAR İPTAL EDİLSİN diyerek umutları yeşertiyorlar.
Bu kampanyalarda şu verileri kullanıyorlar:
Sahra Afrikası Batı'ya her hafta 250 milyon dolar borç ödüyor. Borç krizi yüzünden her gün 1900 çocuk ölüyor.
17 Afrika ülkesinde HIV/AIDS'i önlemek için gerekli temel harcama miktarı yılda 1.4 milyar dolar. Bu, onların borçları ertelense dahi yapacakları faiz geri ödemesine eşit. Bolivya yılda 250 milyon dolar borç geri ödemek zorunda, bu rakam sağlığa harcananın üç katı.
Petrol şirketi EXXON'un 2000 yılı net karı 17 milyar dolar. Bu rakam 13 Afrika ülkesinin toplam borcuna eşit.
O halde borçlar ertelenmeli.
Bizde de faturayı yoksullar ödüyor. Ve bizde de borç öldürüyor.
Son 20 yılda 427 milyar dolar borç anapara ve faizi ödedi Türkiye. Yirmi yıl önce 10 milyar dolar olan dış borç bugün 114 milyar dolar, iç borçsa 50 milyar doları aşmış durumda.
Türkiye'nin 2000 yılında borç toplamı mülki gelirinin %80'ine ulaştı.
Türkiye önemli bir sosyal/ekonomik kriz dönemindedir. Bu kriz dönemi bazı zorluklar getirmiştir.
Değerlendirmeler yapılıp bazı karar değişiklikleri yapılabilecekken, benzer bir 18. Program gündeme getirilmiştir. Bu program "ulusal" değildir; kalkınma, bağımsızlık, kendimize yeterlik kavramlarını içeren bir program gerekir dendikçe otarşi (yani dünyadan kopma) olur denmekte ve eleştirilmekte. Oysa ki kalkınmanın temel ekonomik kuralları olan: yabancı banka kredilerine bağımlılığı azaltmak, ithalat/ihracat bileşimini değiştirmek, teknolojide dışa bağımlılıktan kurtulmak; dünya ile ilişkiyi kesmeyi gerektirmez.
Bugün Türkiye'de tam teslimiyetçi bir politika izlenmektedir.
İktidardaki üçlü işbirliği (koalisyon değil) hem kendi içinde hem birbiriyle sonsuz uyum göstermektedir.
Tarihin belki de en çalışkan parlamentosu bir haftada toplumun sağlığını, refahını etkileyecek pek çok yasayı bazısını hiç tartışmadan yasalaştırabilmektedir.
İşte bazıları: Şeker Kanunu 04.04.2001, Tütün Kanunu 20.06.2001, YÖK'de değişiklik yapan Kanun 26.06.2001, Bazı Kanun ve KHK'de değişiklik yapan Kanun 20.06.2001, Teknoloji Geliştirme Bölgeleri... 26.06.2001, Milletlerarası Tahkim Kanunu 21.06.2001, Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu 25.06.2001...
Bunlardan Tütün Yasası için TTB özel bir mücadele yürütürken, tanık olduğumuz süreç yüreğimizi yaralamıştır. Herkesin hayır dediği yasa geçmiştir.
Kriz öncesi de süreklilik kazandığını düşündüğümüz ve teknik hata sonucu değil, bilinçli yeni liberal politik tercihlerle oluşan bunalım sağlığı etkilemektedir, etkileyecektir.
Sağlığın belirleyicileri olan yoksulluk (işsizlik), düşük gelir, beslenme, eğitim sorunları derinleşmektedir. Kişi başına ulusal gelir düşmüştür.
Medyada yoğun bir bombardımanla çeşitli kesimler birbirlerini anlamaz, empati yapamaz hale gelmiştir. Örneğin tarıma ayrılan kaynak kara delik olmaktan uzaktır. Yine de böyle sunulmaktadır. Kamu bütçesinden ayrılan 3 milyar dolar destek OECD ülkeleri rakamlarıyla eştir. Tarımın verimsiz olduğu savı da yanlıştır. Evet maliyeti yüksektir ancak bu kullanılanların özelleştirilmiş olmasındandır. Tarım ulusal gelirin %16'sını oluşturmaktadır. Tarımı öldürülen ülkemiz artık vatandaşını besleyememektedir. Kişi başına yıllık et tüketimi 27 kg, süt/süt ürünü tüketimi 160 kg'dır. Oysa ki AB'de et 87 kg, süt 350 kg'dır. Kalsiyum, demirden zengin bu gıdaların az tüketimi anemi ve raşitizm yapmaktadır (%20). Tarım alanında EBK, SEK, TZDK, Yem Sanayi, Tekel özelleştirilmiştir. Bu durum Türkiye kırsalını zora sokmuş, son 20 yılda kentleşme oranı en yüksek ülkeler arasında Türkiye üçüncü olmuştur. Aslında bu bir kentleşme değil, varoşlaşmadır ve bu gerçekler sağlığı çok etkilemektedir.
Sağlık alanındaki değerlendirmemizi iki boyutta yapabiliriz. Birinci değerlendirme "sonuçlarla" olmalı. O halde bir kez daha hergün bir uçak dolusu bebeğimizin, her yıl 1500 annemizin öldüğünü söyleyebiliriz. 25.000 çocuğumuz zatürreden ölmekte (günde 70), 2001 yılında hala bağışıklama programımız tam oturmadığından kampanyalarla desteklenmek durumunda kalınmıştır. Çocuklarımız bodur, %30'u temiz suya muhtaç, kadınlarımız üreme sağlığı konusunda bilgisizdir. Bizler toplum olarak bunları tam algılayamıyor gerçeğe dönemiyoruz. Oysa gerçek şu: 9 milyon çocuk yoksulluk sınırında. Aile içi şiddet nedeniyle evini terkeden çocuk 3000, suça itilen, sanık sandalyesine çıkan çocuk sayısı 6.000.
Sağlık sistemimizi değerlendirmek önemlidir, tüm dünya biliyor ki sağlık sistemlerine yatırım yapmadan sağlıkta ilerleme çok zordur. Türkiye'de durum bellidir:
%2.2 Sağlık Bakanlığı bütçesi.
%4'ü aşmayan GSMH (Sağlık payı).
100 dolar/kişi sağlık harcaması.
Oysa ki yine bilinen bir gerçek: sağlığın iyileşmesinin, iyileştirilmesinin yoksulluğu engelleyici bir faktör olduğudur ve bilinmeli ki, sağlığa yatırım yoksulluğu azaltacaktır.
Tüm bu anlattıklarımız gerçektir, gerçeği söylemek iyidir, yorumlamak iyidir, ama daha iyisi değiştirme isteği ve azmidir.
Değerli meslektaşlarım; hep bildiğiniz gerçekleri aktardım, kendi ortamımızdan da konuşmakta yarar var:
Bunalım sonrası ağırlaşan, ama aslında daha önceden süreklilik kazanan bir tıp/sağlık ortamımız var:
Özlük haklarımız gaspedilmiş, eğitim alanında tüm gelişmelere karşın (tıp fakültelerinde daha iyi eğitim vb.) sayısal/nitelik sorunları; uzmanlık eğitiminde tüzük, yönetmelik, atama sorunları, sürekli mesleki gelişim hakkımızın olmaması gibi...
Tüm bunlar birlikte çalıştığımız diğer meslektaşlarımızın da sorunları:
Hemşirelik eğitimi yerle bir edilmiş, diş hekimleri sorunlu, eczacı arkadaşlarımız baskıda, örgütlülük kırılmaya çalışılıyor...
Bir yandan biber gazı ile saldırılıyor, öte yandan "dışarı" korkusu ile genelgeler yayınlanmakta, "aman bunlara fırsat vermeyin" denmektedir.
Artık öfkeler canlı yayınlarda dışa vuruluyor hem de en ağır sözlerle.

SONRAKİ SAYFA