e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

15 Kasım 2004  Sayı: 128

 

Ankara Üniversitesi SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Korkut Boratav:

“Ekonomik istikrarsızlık ana ögeleriyle devam ediyor”

  • Türkiye’nin kaderi bugün Ankara’da ve Türkiye toplumunun bünyesinde değil, dış dünyada belirlenmektedir.
  • 2001 krizinin ardından yaşanan bu canlanmayı başarı olarak görmek olanaklı değildir. Ekonomik istikrarsızlık ögeleri ana hatlarıyla devam etmektedir.
  • AKP Hükümeti kendisinden önceki iktidarı bütünüyle siyasetin çöp tenekesine atmış olan halk tepkisini ciddi bir şekilde algılamamıştır.

6.jpg (6054 bytes)Tıp Dünyası - ANKARA - Türk Tabipleri Birliği’nin her yıl eski başkanlarından Prof. Dr. Nusret Fişek anısına düzenlenen “Prof. Dr. Nusret Fişek Halk Sağlığı Bilim Ödülü” bu yıl Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Korkut Boratav’a verildi.

“Türkiye iktisadı üzerindeki çalışmaları sonucunda sağlığın belirleyicilerinin tanımlanmasında ve irdelenmesindeki çabaları ile halk sağlığında çalışanların sağlık alanındaki eşitsizlikler konusunda aydınlatılmasına katkılarından dolayı” ödüle değer görülen Boratav, ödül töreninde Tıp Dünyası’nın Türkiye ekonomisinin şu anda içinde bulunduğu duruma ilişkin sorularını yanıtladı:

- Sayın Boratav, Türkiye ekonomisinin şu anki durumuna ilişkin genel bir değerlendirme yapar mısınız? 2001 krizinin etkileri geçti mi?

2001 krizi Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı en ağır ekonomik kriz oldu. Ekonomik kriz olmanın da ötesinde çok ciddi ve ağır sosyal hatta siyasal kriz oldu. Siyasal krizi şu bakımdan vurgulayabiliriz. Türkiye’yi krize sürükleyen siyasi iktidar olduğu gibi seçimler aracılığıyla halk tarafından tasfiye edildi. Olduğu gibi 3 partiyle ve onların yanı sıra bir başka büyük sağ parti de siyasetten tasfiye edildi. Bu kadar büyük bir siyasi tasfiye hareketi, aslında bir siyasi krizdir. Türkiye’yi yöneten kadroların meşruiyetlerini yitirdiğini gösterdi. Niye yitirdiler? Krize yol açan politikaların ve krizi insafsız ve gaddarca yönetmenin bedelini ödediler. O nedenle krize tekrar bakalım. Milli gelir gibi nicel göstergelere dikkat edersek Türkiye tarihinin en ağır krizidir ama daha sosyal boyutları da çok ağır olan ve hala giderilemeyen bir krizdir. Kriz, bir yerde, pek çok iktisadi ve finansal krizin gerçekleştirdiği bir işlevi Türkiye’de de gerçekleştirmiştir, emekçi sınıfların göreli ve mutlak durumlarını bozmuş ve bu bozulma krizden sonraki canlanma yani eskiye dönüş konjonktüründe düzelmemiştir.

Örneğin yaratılan işsizlik hala adeta neredeyse kriz dönemine yakın düzeydedir. Bu şu anlama geliyor: Alt sınıflar krizin bedelini ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Buna mukabil sermaye sınıfları kriz süreci içinde yeniden uyarlama ve yapılanma sağladılar, Türkiye yoksullaştı, Türkiye dış dünyaya olağanüstü kaynak aktardı, fakat bu yoksullaşma, kaynak aktarımının yükü esas olarak Türkiye toplumunun çalışan, emekçi ve yoksul katmanlarına yansıdı. Nihayet bir şey daha söyleyeyim, gerek Türkiye’yi krize sürüklerken, gerek krizi yönetirken ve bugünkü konjonktürde krizin en ciddi sonuçlarından biri, toplumu yönetme yani ekonomik ve sosyal politikaları yönetme melekelerinin giderek Türkiye’nin siyasi karar organlarından dış dünyaya kaymasıdır. Türkiye’nin kaderi bugün Ankara’da ve Türkiye toplumunun bünyesinde değil, dış dünyada belirlenmektedir. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği gibi odaklar Türkiye toplumunun ekonomik, sosyal hatta siyasi kaderini çizmekte, bizim iktidarlarımız ise giderek adeta bu direktifleri uygulayan basit aktörler olmanın küçültücü pozisyonunu sineye çekmektedirler.

- Ekonomi alanında son derece olumlu bir hava estirilmeye çalışılıyor. Bunun gerçeklik payı nedir?

1998 yılının milli gelir düzeyine 2003 yılında ancak ulaşıldı. 2004 adeta kayıp 5 yıldan sonra Türkiye’nin tekrar büyüme patikasına doğru adım attığı bir yıl olarak görülebilir. Bu büyük çalkantı çöküntü ve canlanmayı bir başarı olarak görmek mümkün değildir. Zira ekonominin istikrarsızlık ögeleri ana hatlarıyla devam ediyor. Ekonominin yönetilme ve karar alma mekanizmaları Türkiye toplumunun aktörlerinin, siyasi iktidarlarının elinden kaybolmuştur. Dolayısıyla marifet iktidarların değildir; ortada bir marifet de yoktur. Ekonominin önümüzdeki yıllarda sağlıklı ve istikrarlı bir şekilde büyüyeceğine ve toplumun tüm kesimlerine yaygın bir büyüme ve paylaşım sürecinin gerçekleşeceğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur.

- Hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP Hükümeti kendisinden önceki iktidarı olduğu gibi siyasetin çöp tenekesine atmış olan halk tepkisini ciddi bir şekilde algılamamıştır. O insanların, o siyasetçilerin yaptığı politikayı aynen uygulamaktadır. Kendi modelleri değildir, dış dünyadan empoze edilen modellerdir. Türkiye’de sermaye sınıfı bu modelleri benimsemiştir çünkü yağmadan pay almak istemektedir. Özelleştirme yani esas olarak KİT’lerin ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi Türkiye toplumunun ve ekonomisinin bir yağma operasyonudur. Başka hiçbir gerekçe yoktur. Bu yağmaya zamanla dış dünyanın sermaye hatta mafyatik sermaye grupları da katılmaktadır. Olayın bir başka vahim tarafı sadece kamu mülkiyetinin değil, aynı zamanda kamu hizmetlerinin de özelleştirilmesine dönük operasyonlardır. Bunu biz sağlıkta görüyoruz, bunu biz fiilen eğitimde görüyoruz. Halk sağlıkçıların çok daha iyi bildiği, çok daha iyi analiz ettiği, vitrin özelliği taşıyan sloganlarla, aldatıcı sloganlarla sağlık hizmetleri adım adım özelleştiriliyor, piyasaya teslim ediliyor. Türkiye toplumu bunun da tepkisini er veya geç gösterecektir. Sağlık emekçilerinin ve halk sağlıkçılarının gösterdiği direnme ve dayanışmayı muhalif siyasi hareketlerin aynı ciddiyetle benimsememeleri bu bakımdan çok ciddi bir handikaptır. Bana göre Türkiye’nin kamu varlıklarının ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasına dönük her türlü adım son tahlilde yıkımın mimarlığını yapmaktır. Buna karşı çıkmamız lazım.

- Bütün bu politikaların, bu uygulamaların sağlığın bileşenleri üzerindeki etkisi, sonuçları ne olabilir sizce?

Dünya Bankası’nın imaline ve inşasına katkı yaptığı sağlık politikaları esas olarak temel sağlık dedikleri sağlık hizmetini kamusal bir mal olarak görüyor. Bu son tahlilde koruyucu hekimliktir. Onun ötesindeki sağlık hizmetlerini adım adım piyasalaştırılabilecek parçalara bölerek pazarlamak istiyor. Fiilen kendi uzmanlarına açıkladıkları bir şey vardır: Koruyucu sağlığın dışındaki her türlü sağlık hizmetinin finansmanını şu veya bu şekilde insanlar kendi kaynaklarıyla karşılayabilirler. Yani hekim tedavi hizmetlerini, özellikle hastane hizmetlerini tamamen piyasaya terk etmenin büyük olumsuzluklar taşıdığını hekimler, özellikle de halk sağlıkçılar benden iyi biliyor. Küçük bir fiyatlandırmanın hizmetten yararlanmayı ne kadar azaltacağını çeşitli araştırmalar gösterdi. Sembolik bir fiyatlandırma bile basit sağlık hizmetlerinden -koruyucular dahil olmak üzere- yoksunluğu getiriyor. Onun için bunlara da karşı durmamız gerekiyor.

- Karşı durma noktasında neler yapılması gerekiyor? Çünkü bu konuda eleştiriler, uyarılar sürekli olarak yapılıyor ama hükümetin bu konuda pervasızlık ya da duyarsızlık olarak nitelendirilebilecek bir tutumu var…

Pervasızlık ve duyarsızlık var hiç şüphesiz. İkincisi siyasetin yapısında büyük şanssızlık var. Türkiye siyaseti yapay bir yapılanma içindedir. Seçmenin adeta azınlık oyuyla oluşan bir parlamento söz konusudur. Türkiye’de şu anda sosyal demokrasi solundaki solun siyasete aktif bir biçimde katılmasını engelleyecek yapay ve baskıcı mekanizmalar işlemiştir. Bunların en ağırı yüzde 10 seçim barajıdır. Ana muhalefet kendi solunu boş bulduğu için ortaya yaklaşmayı yeğlemektedir çoğu zaman. Bütün bu duyarlı konularda sağlığın, eğitimin özelleştirilmesi ve kamu varlıklarının peşkeş çekilmesi gibi olay ve operasyonlarda muhalefetin çok daha radikal ve dirençli davranmamasının nedeni kendi solundaki boşluktur. Bu konuda hekimler gerekli mücadeleyi yapıyorlar; Türk Tabipleri Birliği ve kendi meslek örgütleri aracılığıyla. Mesele bu mücadelenin siyaset planına aktarılması ve siyaset planına aktarılması ve siyaset mücadelesi içinde iktidarın köşeye sıkıştırılması ve geri itilmesidir. Aksi halde mücadelenin başarımları sınırlı olacaktır. Hastayla hekimi karşı karşıya getirme operasyonunu başarısız kılmak zorundayız.

 

“Beni bu ödüle layık gördükleri için beklemediğim bir sürprizle karşılaştım. Ödül gerekçesi beni onurlandırdı. Bu derecede layık olduğumu düşünmüyorum samimiyetle. Son 25-30 yıldır Türkiye’yi, özellikle Türk halkını, toplumunu çeşitli bunalımlara sürükleyen, çaresiz bırakan, mücadele araçlarını elinden alan, yalnız bırakan, komşusunu, yoldaşı, iş arkadaşı, mücadele arkadaşı olarak değil, rakibi olarak görmeye yönlendiren neoliberal   politikalara, kapitalizmin saldırısına, sermayenin saldırısına karşı bir iktisatçı olarak, bir sosyal bilimci olarak kalemimle, yazılarımla, katkılarımla karşı çıkmaya çalıştım. Bu karşı çıkma doğrultusundaki yazdıklarım, çizdiklerim ve katkılarımın hekimler tarafından izlendiğini biliyordum. Beni bu derece onurlandıracak şekilde ve düzeyde izlendiğimi bir kez daha öğrenmek beni çok mutlu etti. Sizin aracılığınızla onlara teşekkür ederim. Kürsüde söyleyemediklerimi bu vesiyleyle söylemiş olayım.”

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön