e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

15 Temmuz 2004  Sayı: 124

 

ATK ile ilgili açıklamalarının ardından İstanbul Üniversitesi’ndeki görevlerinden alınan Fincancı ve Koç yargıya başvurdu

“Sorun eleştiriye bile tahammülsüzlük noktasında”

4.jpg (22000 bytes)5.jpg (8101 bytes)Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: Yukarıdan sürekli denetlenen, gözetlenen insanlar gelişimlerini özgürce sürdüremezler. YÖK yukarıdan denetimi ve eleştiriye tahammülsüzlüğü kurumsallaştırdı.

Prof. Dr. Sermet Koç: Üniversiteler düşünce özgürlüğünü ve demokrasiyi yaşatamıyor ise, toplumun başka kesimlerinden bunu beklemeye de hakkımız olamaz.

Tıp Dünyası - İSTANBUL - Adli Tıp Kurumu’ndaki (ATK) AKP kadrolaşmasına ve ATK’nin bağımsız olmadığına ilişkin olarak yaptıkları açıklamaların ardından İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nce üniversitedeki görevlerinden alınan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ve Prof. Dr. Sermet Koç, kararın iptali için YÖK’e ve mahkemeye başvurdular.

Fincancı ve Koç ile görevden alınma sürecini ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’na Türk Tabipleri Birliği tarafından “intihal” nedeniyle verilen meslekten men cezasından sonra alınması dikkat çeken kararı konuştuk:

- Adli Tıp Kurumu ile ilgili açıklamalarınızın ardından İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nce açılan soruşturma sonucu üniversitedeki görevinizden alındınız. Bu süreç nasıl işledi?

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: Hakkımda soruşturma açıldığını bildiren ve beni ifade vermeye davet eden bir yazı aldım. Yazının ekinde Sabah Gazetesinin 9 Şubat tarihli nüshasında yer alan ve Adli Tıp Kurumu ile ilgili röportajımız bulunuyordu. Bu yazı eklenmiş olmakla birlikte ne ile suçlandığımızı bildiren herhangi bir ifade davet yazısında yer almıyordu. Anılan tarihte ifade vermeye gittiğimde ise, Sabah Gazetesi ile ilgili soru yöneltilmedi. Sorular tümüyle Radikal Gazetesinin 7 Aralık tarihli ekinde yayınlanmış olan “Bilirkişileri Kirletenler Kim” başlıklı makalem ile ilgiliydi. Davet yazısında Adalet Bakanlığı ve Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’nın başvurusu üzerine bu soruşturmanın başlatıldığı bildirildiğinden bu yazıları ve dosyanın tamamını görme talebimi ilettim ama hazırlık soruşturması safhasında sayılacağından buna olanak olmadığı belirtildi. Sabah Gazetesinde yayınlanan röportaj Prof. Dr. Sermet Koç ve Doç Dr. Ümit Biçer’in de görüşlerini aktarıyordu. Röportajda benim söz ettiğim ise daha çok işkence olgularına yaklaşımı içeriyordu. Adli Tıp Kurumu’ndan diğer meslektaşlarım söz ettiğinden ben çok fazla bu konuya değinmemiştim. Suçlandığım konuyu da bilmediğimden, savunmamı her iki yazıyı da içeren biçimde yazılı olarak sundum. Kısa süre sonra Prof. Dr. Sermet Koç ile birlikte Anabilim Dalı Başkanlığı’ndan alındığımızı, “yönetim görevinden ayırma” cezası ile cezalandırıldığımız bildiren soruşturma sonucunu aldık. Gerekçeli bir karar her ikimize de iletilmemişti. Bir hukuk profesörünün de yer aldığı soruşturmacılar heyeti eliyle, baştan sona hukuk ihlalleri yapılmıştı. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun, hazırlık safhasında dahi tüm suçlamaları içeren belgeleri alma hakkımızı düzenleyen 1992 tarihli değişikliği hatırlatılmasına rağmen buna uyulmamış, suçlandığımız konu açıkça bize bildirilmemiş, gerekçeli karar iletilmemişti.

Prof. Dr. Sermet Koç: Konunun iki boyutu var: Birincisi, Türkiye’de son yıllarda Adli Tıp Kurumu(ATK) ile ilgili süregelen tartışmalar; ikincisi, üniversitelerdeki YÖK ve ona bağlı sorunlar. ATK Türkiye’de başlıca bilirkişilik kurumu. Dünyada iş hacmi bakımından eşi benzerine rastlanmayacak, devasa büyüklükte bir bilirkişilik kurumundan bahsediyoruz. Her yıl 180 000 olguya/dosyaya bakmaktadır.Yüksek yargı organları, ATK’nu en son karar mercii olarak kabul etmekte ve dolayısıyla ATK’nun verdiği raporlar adalet sistemini üzerinde önemli bir rol oynamaktadır. Bizler doğal olarak, yıllarca hem bu yapının içinde önemli görev ve sorumluluklar aldık, hem de Türkiye’de bilirkişilik sisteminin çağdaş standartlara getirilmesi ve ATK’nun   siyasi etkilerden uzak, “özerk” bir yapıya kavuşması için çabalar içinde olduk. Ama maalesef, her siyasi iktidar döneminde Adalet Bakanlığı,  bu önemli gücün, bağımsız veya özerk bir yapıya kavuşmasını sakıncalı bulmuşlar, hep ellerinin altında bulundurmak istemişlerdir.

Cumhuriyetin kuruluşunda bile, iyi yetişmiş sınırlı insan sayısına rağmen, bu kurumun başına bir profesör getirilmiştir. Son dönemde, devletin bu teamülüne bile uyma gereği duyulmamış, ilk kez her hangi bir akademik özelliği olmayan bir uzman ATK’nun başına getirilmiştir. Henüz  uzmanlığını yeni almış bir kişi, her hangi bir liyakat ve akademik ölçme kriteri olmaksızın, siyasi otoritenin tercihine bağlı olarak,  ATK’nda üyelik, daire başkanlığı gibi önemli görevlere getirilebilmektedir. Başta, üniversitelerdeki Adli Tıp Anabilim Dalları ve uzmanlık derneğimiz Adli Tıp Uzmanları Derneği(ATUD) olmak üzere; ilgili kurum ve kişilerin eleştirilerine kulak verilmemiş, dışlanmıştır. Bizler bu süreçte tamamen akademik kimliğimizin, sorumluluğumuzun bir gereği olarak bilimsel ortamlarda ve medyada ATK ile ilgili görüşlerimizi açıkladık. Ama ne yazık ki, Adalet Bakanlığı ve ATK Başkanı bu eleştirilere dahi tahammül edemedi ve çalıştığımız üniversite rektörlüklerine şikayetçi oldu. ATK Başkanı hakkımızda davalar açtı. Üniversitede hakkımda soruşturma yapılması ve görevden alınmama gerekçe gösterilen şey, Sabah Gazetesi’ndeki ATK hakkındaki bir haberde, benle yapılan bir röportajdan aktarılan 4-5 cümledir.  Bu 4-5 cümle de ben neler neler söylemişim meğer… Ben, söz konusu gazete röportajında, ATK ile ilgili olarak yayınlanmayan sistemik kapsamlı eleştirilerim yanı sıra; “ATK’nun başına ilk kez  bir akademik özelliğe sahip olmayan uzman getirilmesinin sakıncalarına” değindim. Bu eleştirilerimi, bu alanda yıllardır yer alan bir uzman olarak; akademisyen kişiliğimle ve sorumluluğumla yaptım. İlk kez mi? Hayır ben ve bir çok akademisyen bunu ve ATK’nun özerk akademik yapıya kavuşturulması gerektiğini yıllarca her ortamda söyledik, yazıp çizdik. Hatta bir önceki ATK Başkanı, aynı konuyu resmi bilimsel toplantılarda ve yayın organlarında defalarca dile getirmiştir. O halde “eleştirmek”,   bir “hakaret” ve “suç” olarak kabul edilecekse, vay halimize. Öyleyse bu suç, hem yürütme, hem yüksek yargı organları; hem de üniversitelerin başında bulunanlar tarafından da bizimkisi ile kıyaslanmayacak boyutta defalarca işlendi.

- Akademik bir ortamda, görüşleriniz nedeniyle hakkınızda soruşturma açılmasını ve bunun sonucunda görevden alınmanızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fincancı: Üniversitelerin özgür düşünce ve bilimin üretildiği yerler olmaktan çıkmasının en somut göstergesi olarak, tabii ki... YÖK özgürce düşünen, tartışan ve eleştiren bilim insanlarına uygun bir biçim değildir. Yukarıdan sürekli denetlenen, gözetlenen insanlar gelişimlerini özgürce sürdüremezler. YÖK yukarıdan denetimi ve eleştiriye tahammülsüzlüğü kurumsallaştırdı. Bunun sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz. Kurumsallaşan yanlışlar nedeniyle de fark edilmesi veya fark edilse de yüksek sesle dile getirilmesi her geçen gün daha da güçleşiyor.

Koç: Benim kişisel olarak üzüldüğüm asıl nokta, üniversiteler  bilim ve düşünce özgürlüğünün; demokrasinin, eleştiri  ve tartışma kültürünün yaşam bulduğu yerler olmalı idi. En azından yapılan eleştirilerin “hakaret” olduğu iddiası ile üniversiteye yapılan başvuruların üniversite yönetimince dikkate alınmaması gerekirdi. Üniversiteler düşünce özgürlüğünü ve demokrasiyi yaşatamıyor ise, toplumun başka kesimlerinden bunu beklemeye de hakkımız olamaz. Ben, bu görevden alınmamız olayının arkasında başka bir neden aramaya da gerek duymuyorum. Sorun, ne acı ki eleştiriye bile tahammülsüzlük düzeyindedir.

Ben ve Sayın Fincancı bir gazetede tamamen kendi bilim alanımız ile ilgili olarak toplumu ilgilendiren önemli konularda görüşlerimizi açıkladık. Ama maalesef,  yürütülen soruşturma süreci  en başından itibaren ağır savunma hakkı ihlalleri ile; üniversitelerde eşine az rastlanacak bir tarz ve süratte tamamlandı ve İstanbul Üniversitesi Rektörü tarafından görevlerimizden alındık. İncelendiğinde bir çok tuhaflık ve çelişki ile dolu olduğu dikkat çeken YÖK Disiplin Yönetmeliği’ne dahi aykırı bir yol izlendi. Disiplin Komisyonu’nun soruşturması sonucunda, önce Yükseköğretim Kurumları Yönetici ve Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nin 8/ı maddesi uyarınca “Aylıktan Kesme” disiplin cezası verilmiş olmasına karşın; söz konusu Yönetmeliğin 16. maddesi gerekçe gösterilerek; çok ilginç bir şekilde bu cezanın bir altı olan(!) 7. madde (“Yönetim Görevinden Ayırma” cezası) önerilmiş ve uygulanmıştır. Bu uygulamanın asıl amacının, görevlerimize son verilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Yönetmeliğin 8/ı maddesine göre; “Hizmet içinde taşıdığı resmi sıfatın gerektirdiği itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunma” aylıktan kesme cezası ile cezalandırılmaktadır. Akademik çalışma alanına ve hekimlik uygulamalarına ilişkin görüş açıklamayı resmi sıfatlarının gerektirdiği itibar ve güveni sarsmak olarak değerlendirmek hiçbir mantıksal dayanağı olmayan bir bahanedir.  Esasında, artık hukukiliği dahi tartışılır haldeki YÖK Kanunu ve buna bağlı olan üniversitelerdeki sistem, öğretim üyelerini kendileri ile ilgili en temel konularda bile konuşmasını suç(!) haline dönüştürebilecek derecede trajik ve bir o kadar “üniversite olma” kavramına aykırıdır.

- Konuyu hukuksal zemine taşıdınız mı?

Fincancı: Elbette. Bir hukuk ihlaline sessiz kalmamız beklenemezdi, değil mi? Ayrıca bu tehdidi kişisel algılamamak gerekiyor. Tehdit eleştirel kimliğe ve ifade özgürlüğüne yönelikti. Dolayısıyla hukuki zeminde tartışılması önemliydi.

Koç: Evet, elbette. Hiç tereddütsüz ve haklılığımızdan emin olarak YÖK ve idari yargıya başvurduk. Ama henüz her hangi bir gelişme olmadı.

- Bu sürece ilişkin son durum nedir?

Fincancı: Henüz bir gelişme olmadı. Bekliyoruz.

Koç: Başta meslek örgütümüz olmak üzere toplumun geniş kesimleri kurumsal veya kişisel olarak buna tepki gösterdiler, bize destek oldular. Bu sorun,  şahsımızla ilgili olmasının dışında, tamamen bir “aydın” ve “demokrat” olma tavrı ve sorumluluğu ile ilgilidir.

- Sizin eklemek istedikleriniz var mı?

Fincancı: Meslek örgütümüzün bize sahip çıkması, özgürlüklerin kısıtlanması ve bilim insanı kimliğinin zapturapt altına alınması girişimlerine karşı birlikte mücadele geleneğinin sürdürülmesi çok önemlidir. Tehditlerin gerçek olmadığını, dayanışma ruhuyla tehditlere karşı durulabileceğini gösterdiği için...

Koç: Son birkaç yılda daha da açık bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, ATK’nun yapısı ve ATK’nun verdiği raporlar, toplumun gündeminde sık sık bir tartışma konusu olmaya devam edecek. Bir an önce yürütme erkini elinde bulunduranların bu konudaki eleştirilere kulak vermesi ATK’nu çağdaş özerk bir yapıya kavuşturması gerekir. Adalalet Bakanı Cemil Çiçek dahi,  Nokta Dergisi’ndeki (28.06.2004 tarihli 1095. sayısı)röportajında,  “Adli Tıp’ın yetersizliğinin yargıyı erezyona uğrattığını, işlerin yürümediğini” kabul etmektedir. Ama ne yazık ki,  AKP’nin seçim programında verdiği sözün aksine, soruna köklü yapısal çözümler getirmek yerine;   “ATK’nun özerkleştirilmesinin söz konusu olmadığını, Türkiye’de özerkliğin üniversiteler de dahil fayda yerine zarar getirdiğini(!)” söyleyebilmektedir.

Doğrusu, üniversiteler açısından da durum farklı sayılmaz. Ama üniversitelerdeki sorunu, Adalet Bakanının iddiasının aksine, gerçekte üniversitelerde özerkliğin işletilmemesinde aramak gerekir.YÖK Yasası başta olmak üzere bilime ve özerkliğe aykırı tüm yapılar, konu ile ilgili kurum ve sivil toplum örgütlerinin görüşleri de dikkate alınarak, bir an önce yeniden çağdaş bir şekilde düzenlenmelidir. Son olarak; başta meslek örgütümüz olmak üzere, tüm sivil toplum örgütlerine ve toplumun tüm  haklarını savunan kişilerine teşekkür ediyorum ve “İyi ki meslek örgütüm var!” diyorum.

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön