e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

15 Eylül 2003  Sayı: 110

 

dışarıdangöz...

Prof. Dr. Erinç Yeldan*

IMF politikaları neyi amaçlıyor?

Türkiye ekonomisi 1998’den bu yana dolaylı ya da dolaysız biçimde Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından yönetilmekte ve denetlenmektedir.  Özellikle Şubat 2001 krizi sonrasında şekillenen IMF programının ana dayanağı “piyasalara güven sağlama yoluyla istikrar” görüşüdür.  Programın kurgusuna göre, Türkiye IMF tarafından kendisine sunulan “yapısal uyarlama reformlarını” yerine getirmeyi taahhüt edecek; belli aralıklarla da bizzat IMF tarafından denetlenecektir.  Bu denetimler sonucunda Türk hükümeti ve bürokrasisi “başarılı” bulunduğu ölçüde “piyasalar” tarafından “güvenilir” olarak algılanacak, böylece de faizler üzerindeki risk marjı düşecek, tüketim ve yatırım talebi uyarılacak ve Türkiye büyüme patikasına girecektir.

Bu mantık çerçevesinde hazırlanan Mayıs 2001 tarihli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve sonrasında taahhüt edilen Niyet Mektupları’nın makroekonomik hedefleri 2006 sonuna değin kamu kesimi birincil (faiz dışı) bütçe dengesinde milli gelire oran olarak %6.5 düzeyinde bir fazla yaratmayı öngörmektedir. Dolayısıyla, bir doğmatik saplantı haline dönüşen %6.5 faiz dışı fazla hedefi Türkiye’nin üzerine düşen ev ödevini başarıp başaramadığının somut bir göstergesi olarak algılanmaktadır. Diğer yandan, birincil (faiz-dışı bütçe) dengesinde her ne pahasına olursa olsun fazla yaratma kaygısı, doğrudan doğruya diğer harcama kalemlerine yansıtılmış, bu yaklaşımdan en büyük payı da kamunun yatırım harcamaları almıştır.  İşçilik maliyetleri hariç tutulursa, konsolide bütçe toplam yatırım harcamalarının, 1995’ten bu yana, toplam harcamaların %6’sını aşmadığı görülmektedir.  1985’de bütçe harcamaları içinde %20.7’ye ulaşan bir paya sahip olan yatırım harcamalarının 1990’larda hızla geriletilmiş olması ve 2000’li yıllara girerken Cumhuriyet tarihinin en düşük değerlerine sahip olması çok düşündürücü bir gelişmedir. 

Kamu harcamaları içinde faiz harcamalarının payı giderek yükselirken, eğitim ve sağlık harcamalarının payı giderek gerilemektedir. 1990’da eğitim harcamalarına ayrılan pay, toplam harcamaların %18.8’i iken, 2000 başında bu oran %11.2’ye gerilemiş durumdadır.  Kamu yatırımlarının iç borç servis yükü karşısında bu şekilde gerilemesi 1990’lı yılların en vahim sonucudur. 

Bu istikrarsız yapı altında devlet bütçesi artık sosyal hizmet üreticisi amacını tamamen terlk etmiş ve kamunun  kaynaklarını doğrudan doğruya finansal sistemin spekülatif çıkar hesaplarının denetimine terk etmiştir.  Bu tesptimizi vurgulamak için konsolide bütçe içinde çok önem taşıyn iki değişkenin seyrine bakacağız. Bunlar borç faiz ödemeleri ile kamunun vergi gelirleridir.  Aşağıda 1 No’lu Şekil bu iki verinin birbirine oranını hem bütçe hedefi olarak, hem de  bütçe yılı sonunda gerçekleşen değerler  olarak sergilemektedir.  Yani Şekil 1’de faiz harcamalarının vergi gelirlerine oranı hem maliye politikası olarak hedeflenen değerleri, hem de yıl sonunda gerçekleşen değerleri sunmaktadır.

Şekil’de sunulan verilere göre Türkiye 1990’lar boyunca vergi gelirlerinin giderek artan bölümünü faiz ödemelerine ayırmayı hedeflemektedir.  Her bütçe dönemi sonunda faiz ödemelerinin, vergi gelirlerinin daha yüksek bir bölümünü erittiğini gözlemelerine karşın bütün hükümetler, faiz harcamaları üzerine herhangi bir operasyona gitme cesaretini gösterememiş ve bir sonraki sene toplamayı hedefledikleri vergi gelirlerinin, faiz harcamaları tarafından el konulmasına seyirci kalmışlardır.  Faiz harcamalarının vergi gelirlerine oranı 2002’de %84 olarak gerçekleşmiştir. Söz konusu yılın bütçe tasarısında konulan hedefin ise %74 olduğu görülmektedir.  2003 yılı bütçesi de kendisinden evvelki uygulamaları aynen korumakta ve 2003’te konsolide bütçe vergi gelirlerinin %74’ünü faiz harcamalarına ayırmayı planlamaktadır.  Türkiye’de devlet bütçesi artık bir faiz ödeme planından ibarettir.

Bunun ötesinde, faiz harcamalarının milli gelirin %15’inden fazlasını götürdüğü bir ortamda sürdürülmesi planlanan kamu kesimi faiz dışı fazla hedefi ancak sağlık, eğitim ve kamu yatırımlarında olağanüstü kısıntılar sonucu sağlanabilecektir. Sosyal hizmet yatırımlarında planlanan bu türden daralmalar ise bir yandan işgücünün verimini düşürmekte, diğer yandan da ileriki nesillerin refah düzeyini geriletmektedir.  Bu saptamalardan hareketle 2000’ler Türkiye’sinde devlet bütçesinin artık sosyal altyapı ve ekonomik büyüme hedeflerinden giderek uzaklaştığını görmekteyiz.

Dolayısıyla, 2000’li yıllarda Türkiye kamu maliyesinin karşılaştığı temel ikilem, bir yandan borç servisinin sürdürülmesi, diğer yandan da sosyal hizmet yatırımlarının finanse edilmesi gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. 1990’lı yılların borçlanma temposunun sürdürülemeyeceği ve iç borç yükünün toplumsal maliyetinin çok yüksek olacağı açıktır.

Sonuç: Güven ve İstikrar, Kim İçin?

Sonuç olarak, mevcut IMF programının herşeyden önce Türkiye’nin vadesi gelmiş iç ve dış borçlarını çevirme programı olarak çalıştığı açıktır.  Bu anlamda, IMF’den sağlanan ve her defasında medyada büyük bir başarı olarak nitelendirilen dış kaynak girişinin ardında yatan gerçeğin aslında Tükiye ekonomisinin uluslararası sermayenin güvenini sağlama operasyonundan ibaret olduğu çok yalın olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye ekonomisi artık dış kaynağa bağımlı hale gelmiş ve kendi özkaynakları ve kendi kurumsal yapıları ile büyümenin altyapısını oluşturamaz duruma sürüklenmiştir.

Bütün bu iktisadi politikalar ve tasarımlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, IMF’nin yönlendiriciliğinde sürdürülen ve “alternatifsiz” olduğu öne sürülen bu programın, Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığını arttırıcı; kalkınma ve sanayileşme perspektiflerini terk ettirici; ve ulusal mal ve finans piyasalarının gelişmiş ülkelerin ekonomileriyle marjinal ve taşeronlaştırılmış bir biçimde eklemlenmesini öngören; dış şoklara karşı da korunaksız ve savunmasız olan bir ekonomi yaratma projesi olduğu açıkça görülmektedir.

*Bilkent Üniversitesi

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön