e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

1 Mayıs 2003  Sayı: 104

 

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” tasarısını değerlendirdi: Özelleştirmeci, yerelleştirmeci, yönetişimci!

"Sözleşmeli hekimlik" geliyor

7.jpg (20258 bytes)SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Güler, Türkiye’nin idari yapısını kökten değiştirecek olan tasarıda, sosyal devleti ortadan kaldırarak kamu yönetimini tamamen sermayeyedevredecek düzenlemelere yer verildiğini belirtti. Güler, tasarının yasalaşması durumunda başta hekimler ve sağlık çalışanları olmak üzere kamu personelinin çok ciddi hak kayıplarına uğrayacağını söyledi.

Tıp Dünyası - ANKARA - Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, Bakanlar Kurulu’nun gündeminde bulunan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı”nın kamu yönetimini tamamen sermayeye ve özel sektöre devretmeye zemin hazırladığını söyledi. Tasarının anayasaya aykırı düzenlemeler içerdiğine dikkat çeken Güler, yasalaşmasının önlenmesi için bütün kesimlerin çaba göstermesi gerektiğinin altını çizdi.

Birgül Ayman Güler’in Tıp Dünyası’nın soruların verdiği yanıtlar şöyle:

- Sayın Güler, öncelikle tasarının genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?

Tasarının 3 temel özelliği var: Birincisi “özelleştirmeci” yani kamu hizmetlerini piyasa hizmeti haline getirmeyi amaçlayan bir tasarı. İkincisi “yerelleştirmeci” bir tasarı; ancak bu yerelleştirme çeşitli özellikleri bakımından federalist nitelikli açılımlara sahip bir yerelleşme. Üçüncü özelliği ise -son dönemlerin en önemli kavramıdır- kamu yönetiminde karar mekanizmasını yönetişim esaslarına oturtması; “yönetişimci” bir tasarı. Üç sözcükle ifade etmem gerekirse, özelleştirmeci, yerelleştirmeci ve yönetişimci bir tasarı.

- Üç özelliğin bir araya gelmesini nasıl değerlendirebiliriz? Bir bütün olarak tasarı bizi neyle karşı karşıya bırakıyor?

Bu doğru bir yaklaşım. Önce üç özellik bir arada, bir bütün olarak nasıl değerlendirilmeli;   buna ilişkin görüşü belirtmek ve Türkiye’nin, halkın ve ücretli çalışanların genel çıkarları açısından “olumsuz” değerlendirmesini hemen yapmak gerekiyor. Çünkü gerçekten yerelleştirme özelleştirmeyi çağırıyor bu tasarıda. Özelleştirme için öngörülen her akıl yerelleştirme politikası ile hayata geçiyor. Özelleştirme ve yerelleştirme ikisi beraber yönetişimci karakterinde somutlanıyor.

Ama tek tek bakalım şimdi. Tasarının yerelleşme özelliği devletin temel görevlerini İl Özel İdarelerine devretmesinde ortaya çıkıyor. Bazı görevler belediyelere bırakılıyor ama ağırlık özel idarede. Milli eğitim, sağlık, orman, tarım, sanayi, enerji gibi devletin en temel görevleri il özel idarelerine bırakılıyor. Belediyelere çevre, sosyal yardım, gençlik ve spor görevleri aktarılıyor, trafik hizmetleri belediyelere bırakılıyor ama toptan değil. Her belediyenin meclisi “Ben trafik hizmetlerini üzerime alabilirim” biçiminde karar alacak, karar İçişleri Bakanı’na gidecek, Bakan onayladığı takdirde o kentte trafik hizmetleri belediyelere aktarılacak ve böylece yumuşak bir geçiş yapılacak. Köy hizmetleri lağvediliyor ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü bütün görevleri ve varlıklarıyla beraber il özel idarelerine aktarılıyor. Bunun istisnası İstanbul. İstanbul’da İl Özel İdaresi’ne değil, Büyükşehir Belediyesi’ne ve köy hizmetleri görevlerini tüm il sınırları içinde görmek üzere aktarıyor. Buna ek olarak bizim sistemimizde olmayan bir bölge yönetimi öngörüyor tasarı. “Bölge Kalkınma Ajansı” adlı yeni bir birim oluşturmayı öngörüyor. 26 bölgeye bölüyor Türkiye’yi. Aslında tasarıda böyle bir rakam yok; ama orada “‘İstatistik bölge düzeyi 2’de Bölge Kalkınma Ajansları Kurulur” ifadesi var. “İstatistik Bölge Düzeyi” AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan bir terim. AB Katılım Ortaklığı Belgesi Türkiye’den istatistik ve kalkınma amaçlı bölgeler oluşturmasını istemişti. Bunu 3 Kasım seçimlerinden önceki hükümet   yerine getirmişti ve 22 Eylül 2002 günlü Resmi Gazete’de Türkiye’yi bölgelere ayıran bir Bakanlar Kurulu kararı çıkmıştı. Bu karara göre Türkiye’de 3 düzey bölge yaratıldı. Birinci düzey bölge 12, ikinci düzey 26 adet ilan edildi, üçüncü düzey de “illerdir” denildi; 81 adet. Burada önemli bir özellik ortaya çıkıyor. Bize göre iller bölge değildir. İl devlet örgütlenmesinde bir kademedir, bölgenin altında diye algılarız ili. Ama AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde 22 Eylül’de iller “üçüncü düzey bölgeler” olarak tanımlandığı için birden bire bu yerelleşmenin niteliği de değişiyor. İl özel idaresine aktarılan yetki, il yereline aktarılan değil, il bölgesine aktarılan yetki anlamına kavuşuyor birden bire. Dolayısıyla bu yerelleşme hem illeri katılım ortaklığı belgesine göre bölge diye tanımladığı için, hem illerin üzerine 26 adet yeni bölge kurulmasını öngördüğü için bölgeci bir yerelleşmeyi öngörüyor. Bölgeci yerelleşme, yetkilerin dağılımına baktığımız zaman federalist açılımlar sağlayan bir özelliğe kavuşuyor.

- Tasarı, bazı bakanlıkların taşra teşkilatının kaldırılmasını öngörüyor. Bunu özellikle sağlık alanı ve Sağlık Bakanlığı’nın teşkilatlanması yönünden değerlendirebilir misiniz?

Çok sıkıntı yaratacak. Tasarı bakanlıkları ikiye ayırıyor: 5 bakanlık taşrada örgütlenebilir, bunun dışında kalan 10-12 bakanlığın taşrada örgütlenmesi yasaklanıyor. Taşrada örgütlenmesi yasaklanan bakanlıklardan biri de Sağlık Bakanlığı. Bu ne demektir? Sağlık Bakanlığı Ankara’da bir bakanlık merkezine sahip olacak ama il sağlık müdürlüğü, ilçe sağlık müdürlüğü gibi taşrada uzantıları olmayacak. Şu anda varolan sağlık müdürlükleri olduğu gibi İl Özel İdarelerine devredilecek. İl Özel İdareleri genel yönetim kurumu değil, yerel yönetim kurumudur. Dolayısıyla bu devirden sonra doktorlar merkezi yönetimin personeli olmayacaklar, yerel yönetimin personeli olarak iş görecekler. Yerel yönetimin personeli peki nasıl istihdam edilmek isteniyor? Bunun yanıtını da “Yerel Yönetimler Tasarısı”nda buluyoruz. Orada “yerel yönetimlerde istihdam esas olarak sözleşmeliliğe dayanır” diye bir hüküm var. Demek ki şu anda memur statüsünde olan tüm kamu çalışanları sözleşmeli olarak istihdam edilmeye başlanacaklar. Memurluk ile gelen anayasal ve yasal güvenceler ortadan kalkıyor, bütün güvencelerden yoksun son derece korumasız yeni bir istihdam tarzı ortaya çıkıyor.

- Peki personelin sözleşmelerini yapma yetkisi kimde olacak? 

Buna ilişkin alt düzenlemeler yapılmadı ne düşünüldüğünü bilmiyoruz ama sözleşmeli istihdamın esası onu istihdam edecek idareye işe alma, işten çıkarma yetkisini tanımaktır. Dolayısıyla il özel idareleri sözleşme yapacakları personeli kendileri seçecekler, sözleşmeleri yapacaklar, sözleşmeyi fesih yetkisi de doğrudan doğruya onlarda olacak demektir. Öyle görünüyor ki 5 yıllık sözleşme temelinde çalışma iradesi var. 5 yıl seçim dönemlerine denk gelir. Bu durumda bütün kamu personeli, öğretmenler için de geçerli, hekimler ve yardımcı sağlık personeli için de geçerli. Adeta 5 yılda bir yapılan yerel seçimlerin iradesine bağlı olarak sözleşme yapacaklar ya da bunun feshedilmesi sürecini yaşayacaklar. Bu çalışanlar açısından çok önemli hak kayıpları demek. Hizmetin verilmesi açısından getireceği kayıpları aslında en iyi hekimler ve bu alanda çalışan sağlık personeli değerlendirir. Kamu hizmetlerinde sürekliliği sağlayabilmek, farklı bölgeler arasında varolan eşitsizlik nedeniyle, ülkenin bazı illerinde yeterli sayı ve nitelikte sağlık personeli bulmak durumuyla karşılaşmak, o kamu hizmetinin ülke genelinde eşitlikçi bir tarzda verilmesini engelleyecek ve hizmetin niteliğinde de kanımca önemli düşmelere, gerilemelere neden olacak.

- Bu anlamda hizmeti alacaklar açısından da büyük sorunlar söz konusu demek ki...

Son derece önemli. Aslında buradan “Hizmet bakımından sonucu ne olur”a döndüğünüz zaman, sağlık hizmetlerinin il özel idarelerine devredilmesi, orada çalışanların sözleşmeli hale getirilmesi son hedef olarak hizmetin piyasaya terki. Bu süreci görmemiz gerekiyor.

- Sözleşmeli istihdam ve hizmetin piyasaya terkedilmesi arasında nasıl bir ilişki var?

Çok doğrudan bir ilişki var. KİT’lere bakın bugün. KİT’lerde çalışan personelin yalnızca yüzde 4’ü memur. Bunlar 1985’den bu yana çok hızlı bir şekilde sözleşmeli yapıldılar. Her sözleşmeli sıfatı ardından KİT’in satılması mümkün hale getirdi. En önemli engellerden biridir memurun orada istihdamı. Belediyelere bakın; belediyelerde çalışanların yüzde 35’i memurdur. Bu demektir ki, belediye hizmetlerini taşeronlaştırma, ihale, hizmetin tümüyle piyasaya terki mümkün hale gelmiştir. Oysa merkezi yönetime bakın, merkezi yönetimde toplam çalışanların yüzde 80’i günümüzde hala memur. Bu kitleyi çözmediğiniz sürece merkezi yönetim hizmetlerini özelleştiremezsiniz. Şu anda sistemin üzerinde hiçbir oynama yapmadan, memurları -çoğu öğretmen ve sağlık emekçisidir-  sözleşmeliye geçirmeniz mümkün değil ama yerelleştirerek sözleşmeye geçirmeniz mümkün. O nedenle yerelleştirme, özelleştirme ile son derece içiçe yürüyor. Şu anda hizmet özel idareye devrediliyor, bununla beraber, çalışanlar memur statüsünde sözleşmeli statüye getiriliyor. Bu noktadan sonra işte sağlık ve eğitim hizmetlerinin özellikle, özelleştirilmesinin önünde duran kadro memuriyet ortadan kaldırılmış oluyor. Bunu takip edecek 3. adım özelleştirme olacaktır. Özelleştirme aynı zamanda yabancılaştırma anlamına gelecek. Onu da DTÖ’nün GATS adı verilen hizmetler ticareti anlaşmasından biliyoruz. Eğitim ve sağlık sektörü için ABD “Daha geniş bir serbestleştirme yapın, ülkenize bu hizmet alanlarında yabancı sermayenin girişi için önemli engeller var, bu engelleri kaldırın” diye taleplerde bulunuyor. Dolayısıyla merkezi yönetimde yüzde 80 oranında varolan memuriyet, temel devlet hizmetlerinin özelleştirilmesini engellediği için yerelleştirme, yerelleştirmeyle beraber sözleşmeli istihdam ve ardından eğitim, sağlık hizmetlerinin yabancılaşma ağırlıklı özelleştirilmesi süreci geliyor. O nedenle en başta söylediğimiz 3 özellik çok içiçedir. Bu tasarının yerelleşmesine taraftar olup özelleşmesine karşı çıkmak, mantıken mümkün değil. Anlamı bütünde ortaya çıkıyor.

- Tasarının ilk bakışta sivil toplum kuruluşlarının katılımını destekleyen bir görüntüsü var. Özellikle TTB’nin bulunduğu yerden bakınca, bu olumlu bir hüküm mü? Bunu nasıl değerlendirmek gerek?

“Sivil Toplum Örgütüne (STÖ) yer vermek” cümleciğinin görüldüğü her yerde hemen hemen özel sektör lafı da vardır. Vatandaşlara STÖ’lere, meslek odalarına daha fazla katılım sağlamak gibi bir fıkrası var. Ama hemen ardından merkezi yönetimin yetkileri bölümünde, “Kamu yönetiminin işleyişine özel sektör ile STÖ’lerin katılımını sağlamak ve bunun için gerekli mekanizmaları kurmak” biçiminde bir hüküm daha var. Özel sektör ile STÖ’lere kamu karar mekanizmalarını açmak “yönetişim” tipi yeni yönetim modelini kurmak demektir. İlk bakışta demokratik, katılımcı bir mekanizma öngörüyor gibi durur bu fıkra, ama bütün anlamını aslında özel sektör sözünde yakalarsınız. 1989 yılında Dünya Bankası “yönetişim” lafını ortaya attığından beri, Dünya Bankası, OECD, Birleşmiş Milletler ve çeşitli akademisyenler kuşkusuz “yönetişim” adı verilen bir modeli hiç ara vermeden övdüler. Ortaya şimdi “21. yy’ın kamu iktidarında iktidarı kim kullanır?” sorusuna cevap veren yeni bir iktidar modeli var. O modele göre bundan böyle iktidar 3 eşit ortak arasında paylaşılacaktır. Birisi bürokrasi, birisi özel sektör, birisi STÖ olacak. STÖ’ler katılım unsuru olarak demokratik bir manzara çizer. Ama burada sorunlar var. STÖ dediğiniz şey örgütlü toplumu anlatır. Türkiye’ye dönüp bakın, örgütlü toplumun olanaklarından yararlanan hangi kesimlerdir? Genel olarak iş çevreleri, özel sektör ya da sermaye dediğiniz kesim örgütlü toplumun en örgütlü unsurlarıdır. Ama sermaye dışı kesimin örgütlü toplumun unsuru olduğunu söylemek son derece zordur. Dolayısıyla siz, diyelim ki yönetişim üzerine bir model açtınız. Bir koltuğa bürokrasiyi oturttunuz, öbür sandalye doğrudan doğruya diyelim ki tıp alanında yerli ya da yabancı ayrımı yapmadan özel sektörü temsilcisini oturtuyorsunuz, STK olarak orada Türk Tabipleri Birliği yerine ilaç sanayicileri derneklerini görebilirsiniz, hasta haklarını savunan bir dernek yerine ilaç endüstrisinin derneği daha STK’dir. Dolayısıyla üçüncü sandalyeye onu oturttuğunuz zaman adeta kamu kudretini bürokrasiyle sermayenin doğrudan o alandaki çıkar grupları arasında paylaştırmışsınız demektir. Nitekim o tasarının birinci maddesi çok açıktır: “Devletin görevi, rekabeti sağlayacak bir piyasa düzeni kurmak ve düzenleyici fonksiyon görmektir” der. Sosyal devlet yok. Sosyal devleti kendi genel amacı içerisinde görmeyen tasarı, sosyal devletin unsurları olarak örgütleri olsa bile, sermaye dışı kesimlerin temsilcilerini niye soksun ki iktidar sandalyesine. Amaç açık bakın;  yerelleştirme özelleştirme için; bütün kamu hizmetleri özel sektöre devredilmesi iktidarda özel sektöre yer açmak için, böyle bir 3’lü saç ayağı üzerine kurulmuş tasarı.

- Tasarının yasalaşmasını önlemek için yapılabilecek bir şeyler  yok mu içinde bulunduğumuz aşamada?

Olmaz olur mu? Tabii ki var. Bir kere bu kapsamda bir düzenleme yasa ile yapılamaz. Bu kapsamda bir düzenleme ilkeleri itibarıyla anayasaya aykırıdır. Anayasada yapılması gereken işler bir yasayla kotarılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla en başta bunun hukuk dışı bir girişim olduğunu söylemek gerekir. Anayasaya aykırılık çok açık hükümlerde de vardır. Örneğin anayasada bugün idarenin kuruluşu, idarenin bütünlüğü ilkesine dayanır. Bu tasarı idarenin yerinden yönetim ilkesine dayanmasını öngörüyor. İdarenin bütünlüğü ilkesi de, yerinden yönetim, yerellik ilkesine dayandırmak, anayasanın en temel ilkesinde değişiklik anlamına gelir. Dolayısıyla bu yasa yalnızca bu tavrı nedeniyle anayasaya aykırıdır. Anayasada yapılabilcek bir değişikliği yasayla gündeme getiremezsiniz. Dolayısıyla bu hukuka aykırılığın kabul edilmemesi gerekir. Tek tek kamuda çalışan herkesin ve onların örgütlerinin, bu tasarıya ilişkin görüşlerini açıkça ortaya koymaları gerekiyor. Bu uzman birilerinin yapmak zorunda oldukları bir iş değil. Hemen bu günden başlayarak, her platformda bu yasa sürecine dahil olmak gerekir.

- Tasarının sizce en önemli en dikkat edilmesi gereken yanı ne?

Yönetişim... Çünkü ister yerelleştirme olsun, ister özelleştirme olsun bütün hedef tüm kamu iktidarını, tüm kamu hizmetlerini sermayeye devir tasarısı bu. Genellikle yönetişim katılımcıdır, STÖ’dür gibi değerlendiriliyor ve bunu da yönetişim lafına oturtuyorlar. Yönetişim sözcüğü, gerçek bir toplumsal gerici dalga aslında. Yerelleşme denince bir kısım insanlar “Vay eyalet sistemi geliyor” diyerek onun üzerine hücum ediyorlar. Ben de çok tedirginim bundan. Bu ciddi bir tehlike. Bir kısım, kendini sol görüp “Yaa merkeziyetçiliği boşver, dünyayla bütünleşmek lazım, yerelleşme iyidir” diyerek özelleştirmeye vuruyor. İki taraftan böyle gidiyor iş. Aslında ikisi içiçe ve bir noktada yönetişim denilen yeni iktidar tarzında buluşuyor. Yönetişim biraz yabancı, biraz işte katılım falan var diye hoşa da gidiyor belki. O noktada bastırılıyor. Ama işin sorunlu kısmı bu yönetişim bölümünde ortaya çıkıyor.

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön