Deprem değil, cinayet! Bu durumu başka türlü tanımlayamıyorum.
Ben Adana depremini yaşadım. O korkunç, insanın dünyasının sallanması hissini
yaşadım. Ama İzmit, Sakarya ve İstanbul o hissi daha şiddetli, daha uzun
ve sonuçları çok acı olacak biçimde yaşadılar. Binalar kağıt gibi yıkıldılar,
insanlar öldü, yaralandı, sakat kaldı. Basın yalnızca felaket tellalığı
yaptı.
Deprem Allah’tan geliyor, bir doğa olayı. Ama insanları deprem
değil, binalar öldürüyor. Neden yanyana iki binanın biri tamamen çöküyor,
diğeri sağlam kalıyor? Ben, devletin bana yüklediği sorumlulukları yerine
getiriyorum; ve şimdi de devletten beni korumasını istiyorum. “Ev alırken
depreme dayanıklı mı bakın.” gibi komik sözler duymak istemiyorum. Madem
bütün Türkiye deprem kuşağında, bütün binaların depreme dayanıklı yapılmasını
ve bunun denetlenmesini istiyorum. İnsanların “Allah’tan geldi, ölen ölür,
kalan sağlar bizimdir.” gibi olmayacak bir kaderciliğe inanmasını istemiyorum.
Ahlamayı, vahlamayı bırakıp çözüm üretilmesini istiyorum. Cumhurbaşkanının
ağlamasını istemiyorum, halk için bir deprem yasası çıkarılmasını sağlamasını
istiyorum.
Belki kendimiz için değil ama çocuklarımız için lütfen artık
birşeyler yapalım.
Dr. Sibel Akar
42 gün, yüzbinlerce kişinin hayatını alt üst eden berbat sarsıntının
üzerinden 42 gün geçti. Şu an sabah saat 4.30. Yine saat 3.00’de
uyandım ve oyalanıyorum.
İlk haftalarda binlerce kişinin yaptığına son artçı ile ben
de katıldım. Bu saatlerde şehirde binlerce kişi sokakta oturup bekliyor.
Uykuda yakalanma korkusu oturmuş bir kere. Garip tesadüf ki asıl artçılarda
hep aynı saatlerde gelmekte ısrar ediyor.
Bir türlü normalleşmemize izin vermeyen artçılar. Günler içinde
tedirginliğini soğutuyorsun, tamam bitti, bitmese bile o kadar olmaz diyorsun,
bir tokat daha ilk günler daha iyi idik. Dayanmaya, direnmeye, yeniden
başlamaya bir gücümüz vardı. Ama her yeni sarsıntı daha bitmediğini hatırlatıyor,
geçmişi hafızamıza daha bir kuvvetle kazıyor ve korkuları azdırıyor. Bu
havadan hiç çıkamayacakmışız gibi gelmeye başladı.
Korku çevremizdeki insanlarla en büyük ortaklığımız, her an her
sohbette biraz daha kendini azdırıyor bir gece betonun altında kalma korkusu.
Hani ilk günlerde getirdikleri, enkaz altından çıkabilmiş akıl almaz durumdaki
bedenlerin akibetine uğrama korkusu. Enkaz altında kalanlar, durmadan çalışan
iş makinaları ve tozları sıra sıra kamyonlarda darmadağın olmuş beton ve
demir yığınları, beton aralarında kumaş parçaları, ekranda sürekli deprem
geyiği, hiçbiri sana izin vermiyor, normalleşmemize yardımcı olmuyor. Ne
zaman bir tanıdık görsem, depremden sonra ilk kez, kuvvetlice sarılıp,
ilk soru kimin kimsen nasıl, evin sağlam mı? Aldığın haberler sarsıntıcı
olmuyor ama her geçen gün daha bir sarsıyor. İlk günler daha
bir kolaydı acıyı kabullenmek. Bir de garip ortak bir duygu var tüm şehirde.
Özellikle o geceyi yaşayanlarda. Sanki yalnızca biz birbirimizi anlıyor
gibiyiz. Geçende bir hastam çadırkente gelen pskoloğa
güvenmeyip o gece burada olan bir hekimi istediğini söylüyordu. İlk zamanlar
birkaç günden daha fazla şehirden uzaklaşanların ilk yaptığı vicdan azabı
ile geriye dönmek oldu. Gittiğimizde aynı şeyi farkettik, insanların yanında
yabancı idik, yaşadıklarımız onları yeterince ilgilendirmiyordu,
bir an önce gezegenimize dönmeliydik. Artçıların izin verdiğince unutmaya
çalışıyoruz, dışardakiler de bitsin bu iş artık diyorlar. Şehir dışından
gelenler bile daha bir rahat davranıyorlar. Ama hariçten birisi çıkıp
da kafa bulmuyor mu, ya da bir sallasada ödün nereye karışıyor bir görelim.
Daha önce yazdıklarımın çoğunu gönderemedim, daha sonra göndermeyi
düşünüyorum, isteyen okur. Sarsıntısız günler dileği ile, sevgilerimle.
Dr.Sefa Müezzinoğlu / İzmit
|