Dr. Şükrü Hatun*
*Prof.; Kocaeli Üniversitesi
Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Şimdi unutuldu... 1976 kuşağı aynı zamanda zorunlu hizmet kuşağıydı. O
yıl
tıp fakültesine giren gençler 80'nin yaraları kapanmadan 1982-83 yıllarında
Anadolu köylerinde nüfus hesabına göre eşit dağıtılmış sağlık ocaklarına
hekimlik yapmaya gittiler. Çantalarında Onat Kutlar’ın "Yeter ki Kararmasın"
isimli kendilerine yazılmış mektupları vardı. Zorunlu Hizmet Yasası "Bayrağın
ucundan tut desek ‘kaç para’ diye soruyorlar." yakıştırmasıyla hekimlere
hakaret edenler tarafından çıkarılmıştı. Issız dağ köylerinin ya da küçük
nüfuslu şehirlerin insanları, yaşamları ile meslekleri arasında insan olmanın
temel değerleri ekseninde bağ kuran, çoğu zaman iç karartıcı yoksunluklara
karşın daha iyi sağlık hizmeti için çabalayan, uzakta olmanın kapalılığına
direnerek çağdaş tıp bilgisiyle hastalarını tedavi etmeyi sürdüren binlerce
hekimle tanıştı o yıllarda. Onlar bölgelerinin aşılama oranlarını %100'e
çıkarmayı yurtseverlik sayan sınanmış bir hekimlik bilinciyle döndüler
büyük kentlere.
Oraları anımsatan isimler koydular çocuklarına. Çalıştıkları
sağlık ocağının adı yaşamlarında en değerli sözcük olarak kaldı hep. O
sağlık ocaklarının masalarını Tıpta Uzmanlık Sınavı kitapları istila
etmeden önce, telefonun hemen yanında bir kitap vardı: Sağlık Ocağı Hekimleri
İçin Kılavuz... Başları sıkıştığında o kitaba bakarlardı. Pek çoğu ilk
adli raporunu bu kitaptan kopya etti, ev halkı tespit fişlerinin nasıl
doldurulacağını ondan öğrendi. Bu kitabın yazarı Prof. Dr. Nevzat Eren’di.
Nevzat Eren bir sağlık ocağı emekçisiydi ve öğretmeni Prof. Dr.
Nusret Fişek tarafından geliştirilen, temeli "herkese sağlık hizmeti götürmek"
olan toplum hekimliği felsefesinin yılmaz bir savunucusuydu. Her yıl 30-40
çocuğu zatürreye bağlı ölümden kurtaran bir sağlık ocağı hekimi O’nun gözünde
en az bir kalp cerrahı kadar değerliydi. Yaşamını bu görüş özetlediği için
bazı anlı-şanlı kalp cerrahı rektör profesörlerce kendisinden profesörlük
kadrosu esirgendi yıllarca. Son 20 yılda tıp fakültelerinin ve hekimlerin
toplumdan uzaklaştığını, ideallerin sönmeye yüz tuttuğunu, tedavi edici
hekimliğin ve buna bağlı olarak hastaneciliğin önem kazandığını, tam gün
çalışmanın demode olduğunu, hatta aşağılandığını, sağlık hizmetlerinin
özelleştirildiğini, uzman olmanın fetişleştirildiğini ve pratisyen hekimliğin
değersizleştirildiğini gördü ve giderek artan bir kahırla sürdürdü
yaşamını.
Öğrenciliğimde onu Cumhuriyet’in ikinci sayfasındaki yazılarından
tanıyordum ama ilk kez 1979'da önemsiz bir gözaltına alınmanın ardından
okul yönetimince hakkımda açılan soruşturma nedeniyle karşılaştım onunla.
Benimle uzun bir süre konuştuktan sonra "Evlat merak etme!" diyerek uğurlamıştı
odasından. Daha sonraları O’nu Hacettepe Tıp Fakültesi’nde "Evlat, nasılsın?"
diyen sevecen sesiyle anımsadım hep. Yıllar sonra okulu bitirmeye yakın
Ankara'nın Çubuk ilçesinin bir köyünde sağlık ocağında staj yaparken o
sesi yine duydum: "Evlat, nasılsın?" Bir kış günü danışmanı olduğu iki
öğrencisinin yanına gelmişti sağlık ocağına...
O’nun her gördüğünde söylediği" Evlat, nasılsın?" diyen sesinden
destek aldım. Sevgisini hep yüreğimde hissettim. O’nu en son gördüğümde
giderek bozulan sağlığı nedeniyle sesi zayıflamıştı. Beni görünce "Evlat,
‘Türk Tabipleri Birliği’nde On Yıl’ kitabını altını çizerek okudum. Eline
sağlık, ama darılmazsan bir eleştirim var. Kendini ve arkadaşlarını pek
eleştirmemişsin” dedi. Gözyaşlarımı göstermemeye çalışarak sarıldım O’na...
İçimden vedalaştım ve ‘kendisi bilmese de yaşantıma yön veren kişilerden
olduğunu’ söyledim. Yanından ayrılırken "Böyle olduğunu biliyorum evlat.
Sen bana yeni bir kitap gönder, ben de sana altını çizdiğim kitabını vereyim.
Haaa bir de unutma, öğrenciyken verdiğin ifadeni saklıyorum. Bir gün uğra
da al” dedi.
Öldüğünü Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan ilanlardan öğrendiğimde
içimde onun "Evlat, hoş kal" diyen sesini duydum ve ben de ona içimden
"Nur içinde yat hocam" diye seslendim. |