Günlüğümden
Bu ayki Günlüğümden sayfalarında, Dr. Göksel Altınışık
Kıter’in anılarına yer veriyoruz. Sizin anılarınızı da bekliyoruz. Kendi
sorunlarınızmış gibi görünenlerin pek çoğu aslında hepimizin sorunu. Çözümleri
de paylaşalım.
7 Ağustos 1993
Onu ilk gördüğüm
günü anımsamıyorum. Sonradan çok uğraştım gözümün önüne getirmek için ya
olmadı. Ama olayların üst üste binmeye başladığı zamanı çok iyi biliyorum.
Bendeki başlangıç, elinde göz damlası, odamın kapısını çalmaksızın içeri dalışı
ve "Hiç işe yaramadı bu ilaç" deyişi... Kayıtlar arasında
araştırdığımda adına ilk kez bir ay kadar öncesinde rastladım. Evet, o ilacı
sağlık ocağındaki olanaklar arasında en uygunu olarak düşünüp ben vermişim.
Çiçeği
burnunda bir doktordum. İlk görev yerimdi ama kısa sürede "Allah razı olsun
doktoranım, bişeyciğim kalmadı", "Benim eniştenin derdini kimseler
bilemediydi de senin verdiğin hap iyi gelivermiş", "Elin uğurlu mu ne,
kızım, bu iğne bana pek yaradı"larla yavaş yavaş şımartılmaktaydım.
Sağlık ocağının bir köşesinde küçük cerrahi girişimler bile yapıyordum.
Bazılarını Sağlık Müdürlüğü’nden bazılarını okulumdan toparladığım gereçlerle.
Eldeki tanı yöntemlerinin kısıtlılığında, her derde deva olmam hele de bütünüyle
çözümlemem olanaksızdı ama bu kız çocuğunun sorunu neydi acaba?
İçeri dalışıyla
irkilmiştim. Hem uğraştığım bir iş vardı hem de bir kız çocuğu yanında büyüğü
olmaksızın muayene yerinin yanındaki odama dalmış, tedavimi yargılamaya
başlamıştı. Kendime gelince elimdeki evrakları masanın üzerine bırakıp "Gel
bakalım. Baştan anlatmaya başla" dedim. Ezberi yarıda kesilmişçesine durakladı
ve usulca masamın önündeki sandalyeye ilişti. Doğrudan yüzüme bakıyordu.
Sekiz-dokuz yaşlarında
olduğunu düşünmüştüm. Kayıtlarda on üç olarak geçmiş. Ufak tefek, yöre
çocuklarının pek çoğuna göre sağlıklı görünen, eli yüzü temiz, gözlerinde
farklı bir pırıltısı, yanaklarında utanmanın değil coşkunun pembeliği olan,
şiveyle ve devrik tümcelerle konuşan, başı dik, kararlı tavırlarıyla ne
istediğini bildiği sezilen bir kız çocuğuydu. Saçları bir yemeniyle örtülmüştü
ya sanırım kumraldı. Burnunun üstünde çilleri vardı. Bunlar ilk anda dikkatimi
çekiveren özellikleriydi.
"Ver bakayım
neymiş o ilaç?"
Uzattı.
Tavrında bir tuhaflık vardı. Tanımlayamadığım bir başkalık... Rahatsız edici
miydi? Hayır. Sanırım o yaş grubundan öbür çocuklarla karşılaştırılınca
ortaya çıkan bir ayrılıktı bu, belki de ayrıcalık...
Okuldan sevk
alarak muayene olmak için sağlık ocağıma gelen çocuklarla konuşmayı seviyordum.
Öylesine ürkek, öylesine tatlı oluyorlardı ki özel zaman ayırıyordum her birine.
Başları önlerine eğik, omuzlarının arasına gömük, giriyorlardı içeri. Yanlarında
ya öğretmenleri ya da sınıf arkadaşları, kapıdan girişte kalakalıyorlardı. Ne söylesem,
ne sorsam hep aynı yüksek, tek düze ses tonuyla ve her tümcenin sonuna mutlaka bir
"Örtmenim" ekleyerek yanıt veriyorlardı. Genelde kısa, ayrıntıya inmeyen
yanıtlar... ilgilerini çekmeye çalışarak sorgulamamı yapıyor, arada şakayla
karışık azarlıyor, ürkütmeden muayenemi tamamlayıp önerilerimi takılarak, güldürerek
söylüyordum. Sonra bir kez de karşımdakinin yinelemesini istiyordum. Anladığından
emin olmak için.
Çok zaman araya giren süre işe yarıyordu; yineleme bölümünde
gözler yüzüme dek kalkmış, omuzlar gevşemiş, ses yumuşamış oluyordu. Bir
keresinde gözlerini gözlerime dikmiş, kıpırdamaksızın bakan bir çocuğa ne
olduğunu sorduğumda, çok tatlısınız örtmenim, demişti. Günün en rahatlatıcı
anlarıydı bunlar. Çocuk sıcaklığında, yumuşaklığında...
Gelelim Elif'e.
Hani odama dalan o kıza. O karşılaşmamızda iletişimi beraberinde getirmişti. Belki
de benim anımsamadığım gerçek ilk karşılaşmada benzer süreçlerden geçmiştik ve
bu kez daha rahat davranabiliyordu. Karşısındaki insan erişilmez değildi ve bir
diyeceği varsa hemen oracıkta demeliydi. Bu hoşuma gitti. Yine de daha özenli bir girişin,
kendisine daha fazla yardımcı olacağını söylemeden edemedim. O da ayrımına
varmış olacak ki durakladı, ilk hızı biraz kesilerek konuşmasını sürdürdü. Ayrıca
sesi yumuşamış, yanaklarının pembeliği daha da belirginleşmişti. Koltuğuma
yaslanıp onu dinlemeye koyuldum.
Göz damlasını ben
vermişim. Dediğim biçimde, aksatmadan kullanmış. Gerçi çapaklanma geçmiş ama gözlerinin
ağrısına hiç iyi gelmemiş ilaç. Hem zaten bu ağrı çok uzun zamandan beri varmış.
Bebekken onu düşürmüşler, kafası taşa çarpmış. İşte gözlerinin kaymasına bu
kaza neden olmuş. Hem gözleri kayıyor diye çok üzülüyormuş. Her gece ağlamaktan
yastığı ıpıslak oluyormuş.
Olayın duygusal
yönü bu denli yoğunlaşınca ilacı, endikasyonlarını bir kenara bıraktım.
Dikkatimi Elif'in gözlerine verdim. Ancak o zaman bir gözün hafif dışa kaydığını
ayırt edebildim. Yavrucuğum, dedim, öyle belirgin bir kayma yok gözlerinde. Bence sen
büyütüyorsun. Sorununun hafife alınması hoşuna gitmedi, küskünleşti. Eğer bu
denli sorun yapıyorsa bir göz doktoruna gönderebileceğimi söylediğimde ise ilgilenir
gibi oldu. Sonra birden "Siz halletseniz. Annem yok benim. Babam da. Kimse para
vermez bana." dedi.
Öyküsünün
geri kalanını böylece anlatmaya başladı. Ah Elif, ne diyeyim ben sana?
Annesi ve babası
bir kazada, o çok küçükken, ölmüşler. Yedi kardeşi daha varmış. Onlar köyde
kalmışlar. Elif köyde yaşamak istemediği için bir tanıdıklarının yanına
gelmiş. Kadın ona çok kötü davranıyormuş. Okula mı? Gitmiyormuş, daha doğrusu göndermiyorlarmış.
Hem artık o da gitmek istemiyormuş. Kadının iki çocuğuna bakıyor, ev işlerini de
yapıyor, bulaşıkları, çamaşırları yıkıyormuş. Bir tek yemek
yaptırmıyorlarmış. Çok yoruluyormuş. Hem gözlerine de çok üzülüyormuş. Her
gece ağlıyormuş gözlerinin ağrısından. Ameliyat olması gerektiğini söylüyorlarmış.
Bu öykünün
yarısıyla bile Elif benim için yardım edilecek, elden gelen yapılacak bir çocuk
olurdu. Hemen onun yanında, aklıma gelen birkaç yeri aradım. Durumunu anlattım
telefonda, aynı bana anlattığı gibi. Aldığım yanıtlara sevindim. Yardım
edebilecek bazı kurumlar vardı ve devreye sokmak için hemen harekete geçebilirdik
ancak yanında kaldığı kişiyle ya da velisi kimse onunla gitmeliydi. Bu koşul
sağlanmadıkça kimse ona yardım edemezdi. Telefon konuşmalarım boyunca Elif yerinde
duramıyordu. Ahizeyi yerine koyar koymaz muştuyu ona da verdim. Benim keyfime diyecek
yoktu ya o bir türlü sevinemiyordu. Derdini söyledi sonunda. Yanında kaldığı kadın
buna razı olmazdı, zaten buraya da ondan habersiz, kaçarak gelmişti. Yanına gidip
yanağını okşadım. Başka yolu yoktu; önce bana gelirlerdi birlikte ve uygun bir
dille anlatarak ikna ederdim. Bu arada hastaneyi de aramış ve ücretsiz muayene
olabilmesini ayarlamıştım. Bakalım ne tür bir tedavi önereceklerdi. Teşekkür
ederek gitti.
Bir dahaki gelişine
dek uzun zaman geçince telaşlandım. Aklıma bir sürü olumsuz olasılık geliyordu.
Sonra bir gün, yanında orta yaşlı bir kadınla odamdan içeri girmesiyle rahatlayıverdim.
Kadın "Sağolasın doktoranım, bizim kızla pek bi ilgilenmişin" deyince
işimin korktuğumuz kadar zor olmayacağını geçirdim içimden. "Buyurun, oturun.
Elif'in nesi oluyorsunuz?" "Annesiyim."
Annesi?
"Yani öz
annesi mi? Yani onu siz mi doğurdunuz?"
Kadın kim bilir
nasıl şaşırmıştır anne kavramı üzerine böyle art arda sorular sorduğum için.
Yanıtı kesindi:”Elbet doktoranım, onu ben doğurdum.”
Elif'e takıldı
gözlerim. Kafam allak bullak... Elif'in yüzü de. Sanki annesi, kendisine ihanetetmişti
bellettiklerini değil de gerçekleri söyleyerek. Elif'i zor durumda bırakmıştı.
Öyle bakıyordu annesinin yüzüne. Birden Elif'in öyküsü geçti aklımdan. Acaba ne
kadarı doğruydu? Kendimi toparlayarak "Peki babası?" diye sordum.
"Bi otelde
getir götür işlerine bakıyo. Durumumuz yok. Nasıl iyi ettiririz bu kızın gözlerini
doktoranım?"
Bitkindim.
İnanılmaz derecede kırgın. Yüreğin paramparça olması deyişini yaşıyordum. Son
bir uğraşla yardımcı olacak kişinin adını ve adresini yazdığım kağıdı kadına
uzattım, gidin ilgilenecekler, dedim. Yüzlerine bakacak durumda değildim. Yanımda göreve
yeni başlayan bir arkadaşım vardı. Tam da o gün, Elifler gelmeden önce ona
deneyimlerimle pembe bir tablo çiziyordum. Neler olduğuna anlam veremedi. Biraz kendime
gelince anlattım. Durmaksızın bütün dünyaya anlatabilecekmişim gibi hissetmeye
başladım.
Ama "İnsanları
tanıyacaksın" yorumlarından çekindiğim için bu olayı kendime saklamaya karar
verdim. Güvensizliğin içimde büyümesi, yaşamımın o döneminde en son gereksinim
duyacağım şeydi.
İlginç bir
gece yaşadım. Kendimle baş başa, bir o yana bir bu yana dönerek, uykusuz. Ya Elif doğru
söylediyse... O kadın Elif'e gerçekten kötülük yapıyorsa bunu elbette
saklayacaktı. Elif'in o anki yüz anlatımı geliyordu gözümün önüne,
şaşkınlığı... Kadının hiç de yalan söylüyor gibi bir hali yoktu. Kafam karmakarışıktı.
Ne düşüneceğimi bilemiyordum.
Ertesi gün ilk iş, kayıtlardan Elif'in izini sürdüm. Açık
bir adres bulamayınca canım sıkıldı. Yeniden gelmesini beklemeyecektim çaresiz.
Geldi.
Bu kez gözleri
yerde içeri girdi. Susuyordu. Ben çağladım. "Senin ne yaptığından haberin var
mı? Hadi yalan söyledin, bu yalanları benim onca insana söylememe nasıl razı oldun?
Hiç mi sıkılmadın? Beni ne duruma düşürdüğünün farkında mısın?" Bir
tek, beni çok kırdın, demedim.
"Başka türlü
bana yardım etmeyeceğinizi düşündüm." Bu yanıtın bence tek anlamı vardı:
Elif'in suçsuzluğu olasılığıyla beynimi kemiren soruların yersiz olduğu.
Rahatlayamadım.
"Şimdi niye geldin?"
"Doktor
ameliyat olmam gerekmediğini söyledi. Gözlük takacakmışım. Bana gözlüğü kim
alabilir? Babamın parası yok bunun için."
Durdum, kısacık bir süre. Sonra telefonu aldım elime, gözlük
için konuşacaktım. Birkaç yerden sonra Valilikte yardım edebilecek bir kişi buldum.
Bu işle özel olarak ilgilendiğimi belirttim. Gönderin, dedi, elimden geleni yaparım.
Adı, soyadı ve yeri bir kağıda yazıp Elif'e verdim. Ne işe yarayacaksa bir de söz
aldım ondan; bir daha, asla, hiçbir koşulda yalan söylemeyeceğine ilişkin. O
gittikten biraz sonra arkadaşımın bana baktığını ayırt ettim. Bakma öyle, dedim,
tamam ben iflah olmaz türdenim.
Başka bir kente
atanıp oradan ayrıldıktan sonra bir gün, kalınca bir zarf aldım. Bir mektup:
Sağlık ocağının çalışanları adresimi vermek istememişler ama çok yalvarmış.
Yaşamında ona en iyi davranan insan benmişim. Ben çok iyi bir insanmışım. Hiç
unutmayacakmış ne beni ne de bana verdiği sözü. Yaptığından utanıyormuş. Kendi
işlediği bu mendili kabul edersem çok mutlu olacakmış. Bir de mendil çıktı zarfın
içinden. Kalemle çizilip üzerinden iğne-iplik ile geçilmiş ortaokulda benim de öğrendiğim
teknikle. Çiçekler ve kalplerin arasında kocaman bir yazı vardı. "Sizi çok
seviyorum. Elif" Mendili panoma astım.
Şimdi onu
kazanılmış bir çocuk olarak düşünmek, sözünü tuttuğuna inanmak istiyorum.
Kendimi avutuyor olsam da umurumda değil. Çünkü en çok gereksinim duyduğum,
insanlara güvenmek...
Elif, lütfen... |