Günlüğümden

 

Bu ayki Günlüğümden sayfalarında Pamukkale Ü. Tıp Fak. Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uzm. Dr. Göksel Kıter Altınışık’ın Van 2 No’lu Merkez Sağlık Ocağı’nda çalıştığı dönemde tuttuğu güncesine yer veriyoruz. Sizlerin anılarını da bekliyoruz. Kendi sorunlarınızmış gibi görünenlerin pek çoğu aslında hepimizin sorunu. Çözümleri de paylaşalım.

 

            İki dağ için boynumun borcu... Saint Expuery'in Küçük Prens'i dünyaya varana dek uğradığı gezegenlerden birinde, gözü sayılardan başka şey görmeyen büyüklerden birine rastlamıştı ya, o adamın savı, yıldızların sahibi olduğuydu.Açıklamasını yaparken bu iyeliği akla yatkınlaştırıyor ve daha önce kimsenin yıldızları sahiplenmeyi akıl etmediğini, bunu ilk düşünen kendisi olduğuna göre yıldızların sahibi olmasına kimsenin şaşmaması gerektiğini savunuyordu. Küçük Prens, üzerinde durmadı ama ben bu gerekçeden pay çıkardım ve şimdi bütün dünyaya iki dağım olduğunu duyurmakta kullanıyorum. Himalayalar ve Toroslar değil? Altaylar? Hayır, hayır... Ünlü dağlarla, sıradağlarla, doruğuna ulaşılmaz dağlarla işim yok benim. İki sevgili, kendi halinde, yürekte bağlandığım, adlarını hep andığım dağ... Benim dağlarım...       

 

            Bir gün, nasıl olduğunu anlamadan başladı hepsi. Dağların rengi ise çok önceden değişmişti. Toprakla, çimlerle, yabanıl otlarla, çalılarla, ağaçlarla, güneşin vurmasıyla, bulutun sarmasıyla, gecenin çökmesiyle ortaya çıkan dağ rengi aynıydı kuşkusuz. Ben başlangıçta da bu rengi görmemiştim. Dağlara mor demezden önce renklerini bilmiyordum. Bakmamıştım. Gözlerim değmiştir elbette, ama görmemiştim; üzerinde düşünmemiş, yürek yormamıştım. Sonra epeyce bir süre mor bildim dağları. Konusu açıldıkça, kendimden emin "Dağlar, mordur." dedim. "Hüznü, eli kolu bağlı kalakalmayı anlattıkları için..." Kimse inanmadı; toprağın rengini verdiler ya da ormanın.

 

            Düş gücünü sezdiğim, düşlerime ortak ettiğim bir dostu sıkıştırdım son olarak. Benimle aynı görüşü paylaşan en az bir insan bulmalıydım. Yalnız olmadığımı bilmek için değil, yalnız olmadığını duyurmak için... Ağzından çıkacak o sözcüğe bütün benliğimi sunmuş beklerken "Kırmızı" dedi. "Dağların hepsi kırmızı..." Yollar, yolculuklar boyu akıp gittikleri, birbiri ardına, ucuca eklenip kaydıkları için dağlar, özgürlüğün çağrışımıymış, serüvene çağrıymış... Kendince haklı olabilirdi ya benimseyemedim bu görüşü. Serüven dostumun tutkusuydu. Benim ise dağlardan aldığım tek titreşim, eli kolu bağlı kalakalmak duygusuydu. Bu da duygu sözlüğümde, hüznün karşılığıydı.

 

            Kendi kendime moru hiç sorgulamamıştım. Dostuma da neden kırmızı diye hiç sormadım. Benimsememem, onun görüşünü yadırgamamı, yadsımamı gerektirmiyordu. Ama o sordu: “Neden mor olsun dağlar?”

 

           Sonra da azarla karışık ekledi: “Olabildiğince kırmızı, görmüyor musun?” Görmüyordum. Daha doğrusu, gözlerimdeki kendi gözlemlerimdi. Bir kırmızı vardı ama bu günbatımının coşkusuydu. Yine de içime bir kuşku düşürmüştü.

 

            Böyle küçük ayrıntılarla uğraşmam aslında. Hele verilmiş kararlarımı, yerleşmiş yargılarımı hiç sorgulamam, kurcalamam. İnadımdan... Asıl yapmak istediğim, daha özel bir girişimdi; bilinçaltımı karıştıracaktım. Bu mor yakıştırmasının nereden çıktığını, dağlardaki hüzün çağrışımının kaynağını arayacaktım. Çıkış noktası yüreğimde olmalıydı, çünkü eğreti durmuyordu. Bilinçli ya da bilinçsizce bilinçaltımda gezinirken iki dizelik bir şiir ile bir de Mitoloji anlatımı buldum.

 

            Şiir:

            Derdini kimseye diyememek zor

Dağlar bundan kaskatı, mosmor

Kimin şiiri? Bilmiyorum. Yüzlerce kitap karıştırarak bulabilirim ozanını. Değer mi? Anlamı var mı? Okuyanların olmuyor mu her şiir? Ozanın yüreğini parça parça edip de insanlara sunuşu, adı anılsın diye mi sanki? Bir yerlerde rastlayanlar alsın, yüreğinin eksik bir kıyısını tamamlasın diye... Ben de öyle yapmışım; nasıl bir yürek bağı kurduysam ozanla dağlar mor olmuş, morlar da dağ... Öylesine iç içe koymuşum bu ikisini...

Hadi rengi bulduk, peki ya duygu? O nereden kaldı?

 

            Dağların Miti...

            Bir zamanlar dağların da kanatları vardı, beyaz ve güçlü... Ne zaman uçmak isteseler süzülürlerdi göklerde. Bir zaman, yere konup toprağa bağlanırlardı. Sonra yeni bir zamanda uçmak girerdi düşlerine; kanatlarından başlarlardı kıpırdanmaya ve göklerle kavuşma kaçınılmaz olurdu. O zaman koparırlardı bütün bağlarını, göklere kanat açarlardı; kucağı onlara her zaman açık olan göklere... Peki kim, ne zaman farkına vardı her ayrılışta toprağın duyduğu acının, kopuşlarla topraktan sızan kanlı gözyaşının? Bilinen şu ki o zamandan bu zamana dağlar kök salmıştır toprağa. Dağ başlarındaki deli bulutlar, bir zamanların kanatlarıdır. Uçarlar uçarlar da dağların üstünde, hiçbir zaman uçmaya kandıramazlar onları. İşte o zaman, toprak keyfini sürmeye başlar bağlar kurmanın...

 

            Kendimi hangisiyle özdeşleştirdiğimi anımsamıyorum. Toprakla mı? Yanağımda birkaç ize rastladım. Bulutlarla mı? Göklere yürek alışkanlığım var. Yoksa dağlarla mı? Sözü geçen duygu, eli kolu bağlı kalakalmak olduğuna göre... Bir gerçek var ki hepsinin sonunda kararım kesindi: Dağlar mordur, mosmor...

 

            Bütün bunlar epeyce zaman önceydi.

Peki bunca yoğun iç sorgulamalarından sonra bile bas bas bağırdığım, savunduğum o renk nereye kayboldu? Neden artık dağları mavi görüyorum, hem de baktıkça, rastladıkça huzur buluyorum?

 

            Bir anı...

            Okul bittiğinde ne yapacağımı tasarlamamıştım. Tıp uzun bir eğitimdi ve sonu geldiğinde yazgıya karışamayacağımı düşünüyordum. Oluruna bıraktım, zamana... Zorunlu görev için kura çekmem gerekiyordu. Tam zamanında oradaydım. Yaşamımın en büyük adımlarındandı; yalnızlığa atacaktım, yalnız atmalıydım. Kimseleri istemedim yanımda. Ne bir omuz, kendimi kötü hissedersem gömüp başımı ağlayacağım ne de bir boyun, iyi hissedersem atılacağım. Yüreğimin çarpıntısından gayrısını duymuyordum. Adım okunduğunda kalabalık yok oldu, bir ben bir de o torba... Bir ben bir de o buruşuk kağıt parçası... Bir ben bir de gideceğim memleket... Van... Yüzüm allak bullak olmuş; görmüşler. Yüreğim sersemledi; sezdiler. İşte o anda başladım ağlamaya. Ne çok ağladım... Hiçbir şey düşünemez oldum ya da her şeyi düşünüp tüketmiştim.

 

            Babam ve ben bütün bir gün boyunca yoldaydık. Yola çıkmadan önce adımını bir kez daha yalnız atmak istedim. Deneyimlerim boş ver, dedi, sen yine de bir omuz bulundur yanında. Ürkektim ya söz dinler olmuştum.

            Bütün uzun ve karadan yapılan yolculuklarda olduğu gibi sürekli değişim yaşıyorduk. Coğrafya değişiyordu, iklim ve kültür... Yol çizgisinin sınırlayıcılığında bile görülebiliyordu bu değişim. En çok da mola yerlerinde. Doğudaydık artık, ülkemin doğu kesiminde. İlk kez yolculukta sezdim bambaşka bir dünyaya ayak bastığımı. İçimde duygu kalmamıştı. Kayıtsızdım her şeye karşı. Kim bilir belki de vereceğim olası tepkilere, en gürültülülerine bir hazırlıktı bu durgunluk.

 

            Van'a vardık. Tam anlamıyla bir düş kırıklığıydı yaşadığım. Çoraktı, kupkuru... Sonbaharın sonunda daha ne bekliyordum; bilmiyorum. Topraktan, alçak tavanlı evler dört bir yana serpiştirilmişti; bakımsız, alışmadığım evler... Sağlık ocağıma gittim doğrudan. Bağlantılı olduğum tek yer orasıydı. Bir başka bakımsız, düzensiz yer daha... Küçük şehir-büyük kasabada, unutulmuş izlenimi veren bir binaydı. Kaçıp gitme isteği... Gidememenin hırçınlığı... Hepsi bir arada, bende... Her şey yabancı, kendini böyle boşlukta duymanın nedeni yalnızca bu, dedi avuntum. İnanmaya çalıştım. Yabancılığı üzerimden atana dek ne sıkıntılar çekeceğimi kulağıma fısıldadı karamsarlığım. Hepsine arkamı döndüm, babamın kolunda geceyi geçireceğimiz otele gittim. Hataydı. "Benim otel odam"a tutunamayacağıma göre başlangıç için yanlış bir yer seçmiştim.

 

            İlk kez bir otelde kalacaktım, hem de bilmem kaçıncı sınıf bir otelde. Sağlık ocağından salık verilmişti ve erken çöken karanlıkta başka olanaklar aramaya zamanımız kalmamıştı. Odaya girer girmez farklı bir koku ile karşılaştım. Babama ne bu koku, diye sorduğumda gülümseyerek yanıtladı, gerçek otel kokusu... Benim küçük burjuvam, diyerek yanağımı okşayacağından korktum; şaka kaldıracak durumda değildim. Uyku giysilerimi giymedim, yatak bunu hak etmiyordu. Canım hiçbir şey yapmak, hiçbir şey yemek istemiyordu. Bütün gün sıkılmış, dolmuştum. Hele de göz pınarlarım... Babamı bardak bulması için dışarı yolladım. Çok eski bir numara olduğunu biliyorum ama daha özgününü arayacak zamanım yoktu.

 

            Ağladım; yalnız kalır kalmaz, yalnızlığım kadar kısa süre... Babam sonuna yetişti. Onu üzmek istemiyordum, sustum. Uyumuşum. Gözümü kırpmam sanmıştım oysa...

 

            Sabah, geç kaldığımdan korkarak yataktan sıçradım ve saate baktım. Daha birkaç saatim vardı. Sessizce pencereye yöneldim, perdeleri açtım. İşte ne olduysa o anda oldu.

 

Otel odasının aynı kalmasına karşın bir şeylerin değiştiğini seziyordum. İçimi ısıtan gülümsemeydi yüzümdeki değişiklik... Yüzümü ışıtan inançtı her şeyin iyi olacağını söyleyen. Ne olmuştu? Gece bir rüya gördüysem de anımsamıyordum. O zaman ayırt ettim karşımdaki maviliği... Huzura ermemi sağlayan oydu. Gökyüzü değil, deniz değil. Ben bir dağdan söz ediyorum; bir dağ: Erek Dağı. İlk iş adını öğrendim, daha o sabah. Hem de ne mavi... Kocaman bir turkuaz sanki... Böylece yaşamım aydınlandı. Boşluğa kayıp yok olmamak için bir dala gereksinimim vardı. O, tek ağacı bile olmayan dağdan bana dallar uzandı. Sımsıkı tutundum. Van'da yaşadığım sürece sırtımı Erek Dağına yasladığımı düşünerek rahatladım. Önümde bir başka mavilik; Van Gölü... Yetinmedim bir tane daha buldum. Açık havalarda bütün ululuğuyla karşı kıyıda beliren Süphan Dağı. "Karşı kıyı"nın ayrı bir anlamı vardı; sessiz bir çağrı. Bir gün karşıda olmak, yeniden yuvama yaklaşmak, sonunda ulaşmak çağrışımı... Süphan'ın maviliği de işte böylesi bir huzur kaynağıydı. Bu iki dağ benimdi, bendendi.

 

            İlk gündüzümde pencereden görüp bağlandığım Erek'e ve beni sürekli çağıran Süphan'a bir öğleden sonra uçağın penceresinden el sallıyordum. Yanımda oturan yolcuya bu vedayı açıklamak için "Bu iki dağı görüyor musunuz? Şu mavi dağlar canım... İkisi de benim..." diyerek şaşkınlığına şaşkınlık katmak istedim. Daha doğrusu içimdeki yaramaz kız çocuğu istedi. Aklı başında genç bir bayan olarak "Küçük bir veda..." demekle yetindim. Çoktan bulutların -yoksa kanatların mı- üstündeydik. Dağlarım yine öyle ulu, yine hep sevdiğimce heybetliydiler. Biraz daha yükselince onları gözden yitirdim.

 

            Özdemir Asaf'ın bir şiiri geçti aklımdan:

                        Sen gelirken ağlamıştın,

                        Orası için.

                        Bil, gidersen de ağlayacaksın,

                        Burası için...

            Onu yalancı çıkarmadım...

 

 

 

.......