İnsan Hakları ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği: Her Zamankinden Daha Fazla İhtiyacımız Var!

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir. Beyannamenin kabul edilmesinden iki yıl sonrada 10 Aralık İnsan Hakları Günü olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de 6 Nisan 1949'da beyannameyi kabul eden ülkeler arasına katılmıştır.

İnsan hakları kavramı, insanın sırf insan olması dolayısıyla, doğuştan itibaren sahip olduğu, devlet ve bireyler tarafından dokunulamayan haklar bütününü ifade eder. Doğal hukuk kökenli olmaları dolayısıyla insan hakları, bir çeşit doğal hak olarak kabul edilir. Bu doğal hakların en birincil ve en önemli olanı “yaşama hakkı”dır.  

Oysa toplumun yarısını oluşturan kadınların cinsiyetleri nedeniyle yaşam hakkı elinden alınmaktadır. Sadece 2020 yılında bugüne kadar 361 kadın erkek şiddeti nedeniyle yaşamını yitirdi.

Kadınların yaşadıkları hak ihlalleri ilk önce ailede yani özel alanda başlamaktadır. Kadınlar, erkeklerden farklı olarak, okula gönderilmemek, zorla evlendirilmek, çalışmasına izin verilmemek, aile fertleri tarafından şiddete maruz bırakılmak, namus adına şiddete maruz kalmak, öldürülmek gibi birçok insan hakkı ihlaline uğramaktadır. Kadınların çalışma yaşamına girmelerinin engellenmesi, düşük ücretle çalıştırılması, iş hayatına erkeklere kıyasla alt pozisyonlarda başlaması, ev içi emeklerinin göz ardı edilmesi, insan ticareti gibi pek çok şiddet biçimiyle karşılaşan kadınlar, özellikle de erkek egemen politik tercihlerin baskısı altında ezilmektedir.

Evrensel bildirgenin “Hiç kimseye işkenceye yapılamaz, acımasız, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya davranışta bulunulamaz” ilkesi gereğince de kadına yönelik şiddet, insan hakkı ihlalidir.

Sağlık hakkı sosyal devlet tarafından ayrımcılık yapılmaksızın, herkesin koruyucu ve tedavi edici müdahalelere ulaşmasının sağlanması gereken bir sorumluluktur. Dolayısı ile sağlığın doğuştan sahip olunan bir insan hakkı olduğu ilkesinden, kadına yönelik şiddet aynı zamanda sağlık hakkı ihlalidir.

CEDAW Sözleşmesi’nin 12. maddesi sağlık hizmetlerinden yararlanmada kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına ilişkin düzenlemeleri içerir. 1994’te Kahire’de yapılan Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda, devletlerin, aile planlaması ve cinsel sağlığı da içeren üreme sağlığı hizmetleri dahil, tüm sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliğin sağlanması için gereken bütün önlemlerin alınması gerektiği ilkesi kabul edilmiştir. Doğum kontrol çalışmaları ile anne ölümlerinin önlenmesi, “yaşam hakkı”nın ne ölçüde eşit kullanılabildiğinin belki de en temel göstergesidir. Sağlığın insan hakkı olduğu ilkesinden sapmadan halkın ihtiyacı olan, özellikle temel sağlık hizmetlerini eksiksiz her türlü politik tartışmadan uzak gerektiği kadar ve nitelikli olarak topluma ulaştırmak yöneticilerin görevidir.

Kriz durumlarında ise kadınlara ve kız çocuklarına yönelik mevcut eşitsizliklerin derinleştiği, engelliler, yaşlılar, azınlıklar, ülkeleri içinde yerlerinden edilmiş insanlar, göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar, aşırı yoksullar, evsizler/sokakta yaşayanlar gibi “incinebilir/dezavantajlı gruplara” karşı eşitsizlik ve ayrımcılığın arttığı bilinmektedir.

Silahlı çatışmalarda, savaşlarda, kadınların şiddete daha fazla maruz kaldığı ve tarafların üstünlük kurmak amacıyla kadınlara yönelik kabul edilemez baskılar uyguladıkları bilinmektedir. Mülteci ve sığınmacı kadınlar kamplarda, gecekondularda zor ve sağlıksız koşullarda yaşamaktadırlar. Dil sorunu ve yabancı düşmanlığı nedeniyle şiddet uygulayan erkekleri ihbar ettiklerinde sınır dışı edilme korkusuyla da güvenlik, adli kurumlar ve sağlık kurumlarından gerekli hizmeti alamamaktadırlar.

Yine cezaevlerindeki kadınlara yönelik insan hakları ihlallerine öncelikle cezaevine girişte yapılan çıplak arama, personelin kötü muamelesi ve bunların raporlanmasındaki zorluklar, özel hayatın gizliği ve mahremiyet olgusunu zedeleyecek kamera sistemi uygulamaları, sağlık hakkına erişim ile ilgili sorunlar, sağlık kuruluşlarına bir şekilde gidebilen kadın tutuklu ve hükümlülerin kelepçeli muayene yapılması, muayene odasında güvenlik güçlerinin bulunması, sağlık çalışanlarının önyargılı ve özensiz sağlık hizmet sunumu, pandemi koşulları nedeniyle, gidiş ve gelişlerde 14 günlük ya kalabalık koğuşlarda ya da tek başına geçirilen karantina süreleri, hamile kadınların, yeni doğum yapmış kadınların, ciddi ameliyatlar geçiren, ağır hastalıkları olan kadınların güvenlik gerekçeleri ile hastanelerde tutulmak istenmemesi ya da kötü fiziksel koşullarda olan mahkum koğuşlarında tutulması, aile refakatinin engellenmesi, yeni doğum yapan kadınların hemen gözaltına alınması ya da doğuma kelepçeyle götürülmesi, ailesi uzak şehirlerde olanlar açısından aile görüşmelerinin azalması, velayet davaları devam eden kadınların dışarıdaki çocukları ile görüştürülmemeleri, anneleriyle birlikte cezaevinde kalan 0-6 yaş çocuklar için uygun fiziksel, sosyal ve psikolojik ortamların olmaması, bu durumun çocuklar açısından da bir cezaya dönüşmesi, çocukların dış dünyayla bağını kuracak şekilde düzenli olarak kreşe gitmelerinin sağlanamaması, yaşlı, ağır ve kronik hastalıkları olan kadınların cezalarının ertelenmesine yönelik sorunlar, eğitim, beslenme, hijyen ürünlerine ulaşım, bilgiye erişim, haberleşme, ifade özgürlüğü konusunda yapılan kısıtlamalar, ayrıca LGBTİQ+’lar açısından çoğu hapishanedeki ön yargılar ve kapasite artışı nedeniyle, idareye de kolay geldiği için, koğuşta kalması gerekirken hücrelerde tutuluyor olmaları, istedikleri ihtiyaçlara erişmelerinde zorluk, ayrıca cinsiyet değişim uyum süreci için başvuran transların hastane sevklerinde, hormon tedavilerine erişebilmelerinde yaşanan sıkıntılar olarak özetleyebiliriz.

İnsan hakları evrensel bildirgesi ve sonraki uluslararası insan hakları sözleşmelerine dayanarak LGBTİQ+’ların haklarına saygı duyma, destekleme ve korumanın devletlerin yükümlülükleri olduğunu söylemek olanaklıdır. BM Genel Kurulu’nun 2008 tarihli Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Hakkında Bildirgesi cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle dünyanın tüm ülkelerindeki kişilere karşı yönelen şiddet, taciz, ayrımcılık, dışlama, damgalama ve önyargıdan ve söz konusu ihlallere maruz kalan kişilerin bütünselliğine ve onurlarına zarar veren bu tür uygulamalardan rahatsızlık içinde olduğunu belirtmesi, maruz kalınan insan hakları ihlallerine dikkat çekmesi ve devletleri bu konuda çalışma yürütmekten alıkoyan engelleri kaldırmaya çağırması açısından önemlidir.

 Biz hekimler ise;

  • Başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere tüm insan hakları belgelerine uymakla ve insan hakkı ihlallerinin karşısında yer almakla yükümlüdür. Ev içi şiddeti, tecavüzü, cinsel tacizi, çocuk cinsel istismarını, kadın ticaretini kapsayan cinsiyet temelli şiddetin farkında olmalıdır. Bu tür şiddete maruz kalan kadınlarda kronik ağrı, sakatlık, düşük, somatik bozukluk, istenmeyen gebelik, cinsel yolla bulaşan hastalık, depresyon, madde bağımlılığı, intihar girişiminin sık görülebileceğini bilir ve buna benzer yakınmalarla gelen kadınlarda şiddeti sorgulamayı ihmal etmemeli,
  • Sağlık politikalarının; kadınların maruz kaldıkları hastalık risklerinin ve kadın sağlığı sorunlarının doğasının göz önünde bulundurulmasını gerektirecek, toplumsal cinsiyete duyarlı olacak biçimde oluşturulması için mücadele etmeli,
  • Kadınların cinsiyetçi işbölümü gereği çocuk ve yaşlı bakımından sorumlu kabul edildiğini ve bu durumun kadınların kamusal yaşama katkılarını zorlaştırdığını bilir ve sağlık alanındaki eşitlik açısından, çocuk bakımı, yaşlı ve engellileri kapsayan sağlık bakımı olanaklarının sağlık ve sosyal güvenlik programlarında dikkate alınmasını öncelemeliyiz.

Giderek otoriterleşen rejimlerin uygulamaları ve mevcut krizlerin pandemi koşulları ile derinleşmesi sonucunda hak ihlallerinin arttığı bu dönemde kadın hekimler olarak güçlü hak savunuculuğuna her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu, insan hak ihlallerinin son bulduğu bir dünya ısrarımızı sürdürdüğümüzü bir kez daha söylüyoruz.

TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu