. |
 


|
|
(Cumhuriyet
Dergi’de 31 Aralık 2000 Pazar günü yayınlanan TTB Merkez Konseyi II. Başkanı Dr.
Metin Bakkalcı ile Berat Günçıkan’ın yaptığı söyleşi)
İstenilen,
bir tek insanın bile "burnunun kanamadığı" bir çözümdü. Ölüm
oruçları "ölüm"ün sınırını zorladığında, mesleğin zorunlu
kıldığı "yaşatma" hakkı için demir kapılardan içeri girdi. Adalet
Bakanlığı ile tutuklu ve hükümlüler arasında "arabulucu" görevini
üstlenenler arasındaydı. Metin Bakkalcı, Türk Tabipleri Birliği adına orada,
Bayrampaşa Cezaevi'ndeydi.
Umutluydu,
ta ki 19 Aralık günü saat 04.30'a kadar... İşte o an söz bitti... Yirmi
cezaevindeki, üç bine yakın tutuklu ve hükümlüyle birlikte, hepimiz yangın yerinin
ortasına düştük. Görüntüyü yalanlayan sözler, sözleri yalanlayan görüntülerin
içinden gerçeği yakalamaya çalıştık. F tipi cezaevlerinin kamuoyuna rağmen
açılmayacağı vaadinin, F tiplerinin "vazgeçilmezliği"ni perdelediğini,
otuz kişinin kendini yakarak, yakılarak, kurşunlanarak ölmesiyle öğrendik.
Perdelemenin
aktörleri için suçlu bulunmuştu. Manşetler atıldı: Sahte oruç, kanlı iftar...
İş makineleriyle, maketler üzerinde bir yılda "eğitilmiş" askeri
birliklerle, gazlarla girilen koğuşlarda tutuklu ve hükümlüler
"sapasağlam"dı. O halde ölüm oruçlarının bitirilmesi için çaba
harcayan, ölümden dönülse bile eylemin bedenlerde yaratacağı tahribata dikkat çeken
Türk Tabipleri Birliği hesap vermeliydi. Meslek etiği, ulusal yasalar, uluslararası
sözleşmeler göz ardı edilip, suç "otorite ve gücün temsilcisi" taraftan
alınıp sadece insan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışan bir grup insanın
üzerine yıkılmaya çalışıldı. Nasıl olsa bu şiddetin de mayası tutacak,
dışarıya "korku" salınacak, susulacaktı...
Oysa
başka ölümler sıradaydı. Koğuşlardaki ölüm oruçları, F tipi cezaevlerinin üç
kişilik, tek kişilik hücrelerine taşındı. Kamuoyunun gözleri yine doktorların
üzerine yöneltildi: Müdahale etmeyecek misiniz? Türk Tabipleri Birliği İkinci
Başkanı Doktor Metin Bakkalcı ile arabuluculuk görüşmelerinden cezaevlerindeki
müdahaleye giden süreci ve bugün yetmiş ikinci gününde olan ölüm oruçlarını,
sözleşmeleri ve zorlandıkları uygulamaları konuştuk:
On iki kişinin
yaşamını yitirdiği 1996 ölüm oruçlarında da arabulucu muydunuz?
Hayır, 1996'ta böyle bir
durumum olmamıştı. Bu ilk ve umarım bir daha böyle bir şey yaşanmaz.
Türk Tabipleri Birliği
bu sürece nasıl dahil oldu?
Bilindiği gibi Türk
Tabipleri Birliği bu süreçte, hiçbir şekilde doğrudan taraf değildi, değildir de.
Bunun iki açıklaması var, birincisi açlık grevi gibi sonuçta insan yaşamına
yönelik bir faaliyeti, bir insan, dahası bir hekim olarak kabul etmemiz mümkün
değildi ve taraf olamazdık. İkincisi, şu son dönemde yaşadıklarımız dikkate
alındığında, TTB olarak kendi alanımızla ilgili yaptığımız çalışmalardan da
görüleceği gibi, hükümetin uygulamak istediği politikalar açısından da, biz taraf
değildik.
Arabuluculuğun nedeni
neydi?
Biz, insan yaşamı, insan
onuru noktasında, hem insan hem de varoluşumuzun gerçek sebebi, insan yaşamını
koruyup geliştirme ve iyileştirmekten sorumlu bir meslek grubu olarak, insan
yaşamından yana bir taraftık. Bizim tek tarafımız buydu, iki tarafla da, bu konuda,
herhangi bir tarafgirlik ilişkimiz yok...
Ama uluslararası
sözleşmelere rağmen tutuklu ve hükümlülerden yana taraf olarak gösterildiniz ve
yaşamdan yana çığlıklarınız bastırılmak istendi...
Bu tabii ki, büyük bir
talihsizliktir, ancak şunu ifade etmek istiyorum, söz konusu olan sadece uluslararası
belgeler değil, bugün ülkemizde geçerli olan, Sağlık Bakanlığı'nın
yayımladığı, Hasta Hakları Yönetmeliği'nde -ki, bugün birçok sağlık
kuruluşunda, kafanızı kaldırdığınız her yerde okuma şansınız vardır- tek
cümle vardır: Kişinin onayı olmadan, kendisine herhangi bir tıbbi yardımda
bulunulamaz. Bu her yerde olan bir şeydir, hem uluslararası, hem de ulusal belgelerde,
sözleşmelerde...
Bu cümlenin çıkış
noktası nedir?
Bu soğuk cümle, yılların
acılı deneyimlerinin sonucunda oluşmuştur. Doğal olarak herkesin aklına gelen
soruya, "Peki insanlara yardımcı olunmayacak mı, ya da nasıl yardımcı
olunacak" sorusuna, tıp ilminin bütün imkânlarıyla, titizlikle yapılan bilimsel
çalışmalar, tartışmalar sonucunda verilmiş yanıttır. Ne yazık ki, sözünü
ettiğiniz durumla, yani taraf olmakla suçlanmakla karşılaşmamızın çok rastlantı
olmadığını düşünüyoruz. Bu durumun sadece ülkemizde yaşanmadığını biliyoruz.
Birçok ülkede, tıbbın doğrudan müdahil olmadığı kimi konularda, bu konuların
çözümüne ilişkin içtenlikli, gerçekçi çözümlerin ortaya çıkarılmaktan imtina
edildiği durumlarda, sorunun muhatabı olmayan tıp öne çıkarılarak gerçek sorunun
çözümünden uzaklaştırılma çabaları hep yaşandı...
Anımsatırsak...
Bu uluslararası belgelerin
ortaya çıkışının hemen önüne baktığınızda, tıp mesleğinin bu trajik sorununa
ilişkin acı deneyimler var, 1980'lerde, 1970' lerde, hatta 1900'lere kadar uzanan
süreçte, İngiltere'de, Hollanda'da, İtalya'da, Almanya'da yaşananlar var. İnsan
yaşamına aykırı olduğu için kabul edemediğimiz açlık grevleri bir yöntem olarak,
özellikle tutuklu ve hükümlüler, mülteciler gibi gruplar tarafından
gerçekleştirilen bir faaliyet. Bunun muhatabı hükümetler, devletin ilgili
organları... Burada insanı esas alan içtenlikli ve gerçekçi çözümlerden imtina
edildiği zaman, taraflardan birinin faaliyetinin meşrulaştırılması amacıyla tıp
araç haline getiriliyor ve tartışmanın önüne çıkarılıyor...
Burada, bugün
yaşanılanlarda meşrulaştırılmak istenen hükümet mi?
Kuşkusuz. Şu son
yaşadığımız dönemde, kamuoyu haklı olarak bir soruya yanıt aradı: İyi de tıp
bile bile insan sağlığı için hiçbir şey yapmayacak mı? Kamuoyu bu yanıtı iyi
niyetli olarak arıyordu, bunu anlayışla karşılıyoruz Demin ifade ettiğim gibi, tıp
bilimi yüz yıllardır gerçek çözümü yakalayabilmek için tartıştı. Tıp bu
konuda da tabii ki imkânlarını sunacak, ama mesele bunun gerçekçi çözümünün
nerede olacağı konusunda düğümlenmiş vaziyette. Sonuç olarak bu son dönemde
hükümetin, kamuoyunun bu genel hali, tartışmayı bu noktaya getirmiş oldu. Burada
şunu çok açık ifade etmek gerekiyor ki, son dönemde bir trajik hadise daha var, son
derece tek taraflı bilgilenme, gerçek bilgiden mahrumiyet, duygu ve düşüncelerin
bilgiye dayalı olmayan ifadesi yaşandı. Bilgiye dayalı olmayan, özgürce
konuşamadığınız, özgürce kendinizi ifade edemediğiniz, paylaşamadığınız,
kendinizi zenginleştiremediğiniz bir ortamda sağlıklı bir karara ulaşabilmek
mümkün değil...
Bu ortam özellikle ve
özenle hazırlandı...
Türkiye son birkaç
haftayı normal düşünme yeteneğini yitirmiş bir halde yaşadı. Evet, ne yazık ki,
bilerek böyle bir ortam yaratıldı, haklı gibi gözükebilen birtakım önlemler
alındı, fiili, resmi önlemler alındı, insanlar kendi kendine önlemler aldı,
sonuçta bilgiden uzak, bilgiden mahrum, doğal reflekslerin kışkırtıldığı bir
süreç yaşandı. Doğal reflekslere hürmet etmek gerekiyor ama biz 2001 yılını
konuşuyoruz, bu doğal reflekslerle gerçekçi, akılcı, insanı esas alan bilimsel
çözümler konusunda beceri gösterilebilmeliydi. Ne yazık ki bu gösterilemedi.
Sonuçta, bunu tırnak içinde söylüyorum, iki tarafın sorununda tıp öne
çıkarıldı ve gerçek sorun tartışılmaktan alıkonuldu.
Tartışma, ölmek üzere
olan bir insana doktorların müdahale edip edemeyeceği zeminine oturtuldu...
Bizim bu dönemde
yaptığımız gerek bu ülkedeki, gerek uluslarararası düzeyde hekimlik mesleğine
ilişkin birikimleri ifade etmek, biz artı hiçbir şey söylemedik.
Hiç kimseye zorla tedavi
uygulanamayacağını söylediniz...
Bu ne yazık ki, hekimlik
mesleğinde her gün, son derece sıklıkla yaşanan bir durum, açlık grevlerine özgü
bir şey de değil. Bir örnek vermek istiyorum. Kanser hastası bir bayana, ilaç
tedavisi dediğimiz kemoterapi tavsiye edildi. Bayan sağlık konularında bilgili olduğu
için ilaç tedavisinin saçlarını dökeceğini biliyordu ve sadece çocukları
kendisini dökük saçlarıyla hatırlamasınlar diye, sadece bu gerekçeyle, tedaviyi
kabul etmedi. Bu hastaya hekimliğin gereği olarak her gün yeniden yeniden, bu tedaviyi
kabul etmezse ne gibi sonuçlar olabileceği anlatıldı. Düzgün bir hekim-hasta
ilişkisi kurulduğu için, onun anlayabileceği bir şekilde bu bilgi paylaşıldı, ama
sonuçta bayan bu tedaviyi kabul etmedi. Aslında yaşamının süresini kısaltıyordu,
ama hiç kimse de bu bayanı elinden kolundan tutarak, yatırarak ilaç tedavisi
girişiminde bulunamazdı. Çünkü buradaki kritik nokta, bu kişinin bu kararı vermede
tıbben yeterliliği var mıdır? Tartışma bu. Eğer bu kararı vermede yeterliyse,
bunun aksi bir tutum, yani zoru içeren bir tutum, tıp mesleğinin bir unsuru değil, ne
yazık ki değil... Bu tıp mesleği için kahredici bir durum, burada biz kahroluyoruz.
Burada hekimlerin yaşadığı travmayı tahmin etmek çok kolay olmasa gerek.
Kezlerce açıklanmasına
rağmen bu bilgi tartışmaların dışında tutuldu. Ölüm oruçlarına katılanlar
genel kabullerin ötesinde değerlendirilerek "müdahale" meşrulaştırılmak
istendi...
İnsan yaşamına yönelik
her türlü eylem, doğal kabul edilemez. Bu hekimlik mesleğinin bütünüyle inkârı
anlamına gelir. Yanan insanlar, kendilerini yakan insanlar, birileri tarafından yakılan
insanlar... Gerçek bilgiye şu anda sahip değiliz, ortada birtakım görüntüler var.
Hekimler açısından ise sadece bir gerçek var, insan yaşamına yönelik her türlü
faaliyet bizim varlık sebebimizin inkârıdır, bu nedenle bu yaşanılanları kabul
etmemiz zaten mümkün değildir. Bunu söylemek istedim, çünkü bu, polemik düzeyinde
yürüyen bir tartışmadır...
Açlık grevindeki bir
kişiyle hekim arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlayabiliriz?
Açlık grevlerinde de
eylemci hasta olarak kabul edilir ve düzgün bir hasta-hekim ilişkisi yeğlenir.
Türkiye'de ne yazık ki bunu gerçekleştirme şansı da olmadı. Bir dönem, Sayın
Adalet Bakanı'yla 3 Aralık'ta yaptığımız görüşme sonucunda, Tabip Odası uzman
heyetlerinin açlık grevcilerini günlük izlemesi, kabul ediyorlarsa muayenesi ve
bütün bunları kayıt altına alma faaliyeti gerçekleştirildi. Toplam 10 cezaevinde,
toplam 135 ölüm orucunda bulunan tutuklu ve hükümlünün tıbbi muayeneleri yapıldı.
Muayeneleri ne kadar
süreyle yapabildiniz?
Bunu, 3 Aralık ile
görüşmelerin kesildiği gün olan 14 Aralık arasında yaptık, on bir gün.
Görüşmeler kesilince tutuklu ve hükümlüler muayeneyi kabul etmemeye başladılar ve
daha sonra da 19 Aralık'ta bir operasyon gerçekleştirildi. Operasyonu Türkiye'de ilk
kez üç bakanlık, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı yaptı...
Burada bir soru sormak
istiyorum, neredeyse bir senedir bu operasyona hazırlanılmış, cezaevi maketleri
üzerinde çalışılmış... Sizce de bu operasyonun kararı alınmış olmasına rağmen
arabuluculuk onayı verildi, bir oyalamanın aracı haline getirildiğinizi mi
düşünüyorsunuz?
Bugünden bakınca,
hakikaten son derece üzgünüz. Ama eğer şu soruyu soruyorsanız, bunu baştan
bilseydiniz, ne yapardınız diyorsanız, TTB olarak biz yine aynı şeyi yapardık,
çünkü bizim için, içtenlikli olarak insan yaşamı kritik öneme sahip ve bu sebeple,
kuşkusuz açlık grevlerinin insanı esas alan bir şekilde çözümü için, her türlü
çabayı sarf ederdik.
Öğrenmek istediğim,
önceden alınmış kararlarla bugün yaşanan vahşetin ortaya çıkardığı
görüntü...
Üzgünüz, bu, büyük bir
talihsizliktir. Bu toplumda bunu önceden de öngörenler vardı, bunu biz de zaman zaman
aklımıza getirmiş olabiliriz, bugün bu resmen söyleniyor, bütün bunlar doğru ama
bizim için içtenlikli olarak insan yaşamı önemliydi. Bu meselenin bir kişinin bile
zarar görmeden çözümü konusunda bütün imkânların kullanılmasından yanaydık ve
baştan itibaren 2001 yılında, bu ülkede insan aklı bu ölümü aşmaya muktedirdir
inancını taşıdığımız için, yine aynı işleri yapardık. Hiç kuşkunuz olmasın.
Ama gelinen noktada hakikaten çok üzgünüz. Ve bu noktada, böyle bir durum
yaşandığı için, ilgililerin TTB'ye en azından bir özür borcu vardır.
Bu kuşkulara rağmen
çözümün sağlanacağına inanıyor muydunuz?
Bir insan yitirilmesin,
sakat kalmasın diye, olağanüstü çaba gösterdik. Tabii ki müdahaleye karşıydık ve
çözülebileceğine kesin inanıyorduk, şimdi de inanıyoruz. Aslında çözüm var idi
ve bu çözümü gerçekleştirme becerisi gösterilebilmek zorundaydı, gösterilmesi
gerekiyordu. Bu beceri gösterilememiştir, şu argümanlı bu argümanlı, müdahale
tezini tıbbı da kullanarak savunanların uygulaması gerçekleşti. Müdahale tezi
uygulamaya sokuldu, bugün itibarıyla ikisi güvenlik görevlisi olmak üzere çok
sayıda insanın yaşamı gitti, şimdi izninizle, bu müdahaleyi yapanların bir tek
soruya yanıt vermesi gerekiyor, acaba hangi prensipler insan yaşamından daha üstün
oldu ki, bu operasyon gerçekleşti? Bildiğiniz gibi daha fazla ölüm bekleniyormuş,
öyle açıklamalar yapılıyor, hangi prensiplerdir ki insan yaşamından daha ötedir,
bu sorunun açıklanması gerekiyor. Biz insan yaşamından öte hiçbir prensip olamaz
diyenlerdendik, onun için müdahaleye karşı çıktık, bunun çözümünün imkân
dahilinde olduğunu savunanlardandık. Bugün durduğumuz noktada da bunun imkânı
vardı, bunu becermeye mahkûm idik, bunu beceremedik, daha doğrusu bunu beceremediler...
Ve siz suçlandınız...
Ne yazık ki, bu ülkede
bazı manşetler atıldı, sahte oruç diye. Dahası birtakım gazeteler "TTB hesap
ver" diye manşet attılar. Daha sonra Adalet ve İçişleri bakanları
açıklamalarında şu kadar insan ölüm orucunda dediler, bu nasıl bir sağduyu
yitiminin söz konusu olduğunu gösteriyor. TTB'nin yaptığını, düşündüklerini, bu
zamana kadar olan birikimlerini hiç hesap etmeksizin TTB'ye yönelik, bizce son derece
talihsiz bir tutum içine girdiler.
Bu tutum sizden,
beklenenle, meslek etiğinin gerekleri arasında, tam da bir taraf olarak zoraki
yaratılan bir çatışmanın sonucu mu?
Sayın Adalet Bakanı'nın
gerek Meclis konuşma tutanaklarında, gerekse basın açıklamalarında da vardır,
cümleyi "Tedaviyi kabul edenlere her türlü önlem hazır" diye
kullanmıştır, özellikle de bizim görüşmeler sürecimiz içinde. Burada aslında
bizden şu isteniyordu: Zorla besleme. Bu tıbbi bir işlem değildir, tıp eğitiminde de
yeri yoktur, olmamıştır, olamaz da. Çünkü mezuniyet öncesinde de, sonrasında da
tıp eğitiminde zorla besleme diye bir kavram yok.
Tartışmaların son
cümlesi, "Bilinci kapandığında, ne yapacaksınız"?
İki şey söyleyeceğim,
bilinci kapanan hasta, adı üstünde tahribatların doruğa çıktığı bir durumdur.
Lütfen tıbbın müthiş imkânlarını çaresiz hale bırakmayın, meselenin
çözümünü o noktaya getirmeyin. Bu insanlar, gerçek sebeplerin tartışılmasına ve
çözümüne muktedirdir, bunun için çaba sarf edin. 1996 deneyimleri gösteriyor zaten,
kahredici örnekler ortada, Wernicke-Korsakoff tablosu geliştikten sonra tıbbın
imkânları son derece sınırlı. O noktaya gelmeden meselenin çözümü mümkün ve
onun için çaba sarf ediniz. İkincisi, bilinci kapandıktan sonra, hekim-hasta
ilişkisindeki meslek etiği kuralları çerçevesinde hekimler gereğini yapacaktır,
bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bugün itibarıyla söylüyorum, ülke
sathında hekimler, hekimlik mesleğinin temel ilkeleri çerçevesinde, mesleğin
gereklerini zaten yerine getiriyorlar, belki de hekimlik, mesleğinin gereklerini yerine
getiren nadir kurumlardan biridir, bu lütfen böyle bilinsin. Mesleklerinin gereklerini
yerine getirmeyenleri başka yerlerde aramak gerekiyor, onlar lütfen mesleklerinin
gereklerini yerine getirsinler...
Bu tartışmaların
ortasında F tipi cezaevleri de açılmış oldu...
Sayın Adalet Bakanı'nın 9
Aralık basın toplantısının hakikaten çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Bakan
konuşmasına iki cümleyle başlamıştı: Ülkemizde F tiplerine yönelik çok yoğun
eleştiriler var, bir demokratik ülkede bu denli yoğun eleştiriler çerçevesinde F
tipine geçiş olamaz, bu yüzden erteledik. Sayın bakan bütün kamuoyuna bu cümleleri
söyledi. Şimdi hangi sebeple olursa olsun, F tipine geçişlerle, "Bu ülkede
demokrasi yoktur" mu demiş oldu, Sayın Adalet Bakanı.
Biten değil, devam eden
bir durumdan söz ediyoruz...
Ne yazık ki bu trajik
süreç devam ediyor. Tekrar ediyorum, bu sürecin kritik aktörü hekimler değildir.
Birileri bizce zaten kabul edilmediğini daha önce söylediğimiz açlık grevinde
bulunuyor, birileri görüldüğü kadarıyla ölüm oruçlarıyla sınırlı olmayan bir
operasyon yürütüyor, bunu kendileri söylüyorlar zaten, ama sorun devam ediyor. Ve her
şeyden önemlisi de insanların normal düşünmesinin yitirtildiği bir dönem
yaşanıyor. Toplum olarak, olağanüstü toplumsal bir travmaya maruz kalmış
vaziyetteyiz. Benim yedi yaşında çocuğum var, artık televizyonu kapatıyor, bu
konuşmalara isyan ediyor... İnsanoğlunun, 2000 yılında meseleyi bu noktaya getirmeden
çözebilme becerisi göstermesi gerekiyordu...
Tanık olduklarınız
birey olarak, hekim olarak sizi nasıl etkiledi?
Bu süreçte, meselenin
çözülmesine inanarak, her iki tarafın isteğiyle yer aldık, her iki tarafla çok
içtenlikli görüşmeler yaptık. O görüşmelerde meselenin çözümünün imkân
dahilinde olduğunu hissedenlerdenim. Bu hissetmeme karşın bu denli trajik bir sürecin
yaşanması kuşkusuz beni kahrediyor ve ben bunun birinci dereceden tanığı oldum.
Nasıl bir toplum ve
nasıl bir algılama ki, yaşama hakkını konuşurken otuz kişinin öldüğü bir
"yaşama dönüş operasyonu"nu "inanarak" izliyoruz... Bunu neyle,
nasıl açıklayabiliriz?
Biliyorsunuz, bu insanlık
tarihi boyunca böyle olmuş, insanlığın olgunluk süreci aslında bu paradoksu ortadan
kaldırma süreci olsa gerektir. Biz eğer hâlâ bu noktadaysak, yaşamı ölümler
üzerinden kurtarıyoruz paradoksunun inandırıcılığına kendimizi inandırıyorsak
-biz inanmıyorsak da birileri inanıyor ya da inandığını söylüyor, ben
inandığını söyleyenlerin de inanmadığını düşünüyorum- bu bizim insanlık
olarak geldiğimiz noktadaki olgunluğumuzu gösteriyor. Ne yazık ki yeterince
olgunlaşmamışız. Bu paradoksun izahı yok zaten, hayatla ölümü yan yana getirmek
mümkün müdür, nasıl hayatla ölüm yan yana getirilir?
1996-2000... İki ölüm
orucu ve genç insanların ölmeye yatması, ölmeye yatmış bedenlerin
"müdahale" ile öldürülmesi... Bu bizim geleceğimize nasıl yön verecek?
Doğrusunu isterseniz, bu
şiddetin zihinlerde somutlaşmasının son derece tehlikeli olduğu aşikâr, bunu
görmek için hekim olmak gerekmiyor. Ama hekim olarak da söylüyorum ki bu toplumsal
travmanın, ruhlarda ve akıllarda yaratılan bu şiddet öğesinin, her kimden gelirse
gelsin, tahribatı hakikaten çok büyük. Ben yine de şuna inanıyorum, bu şiddetin
zihinlerde, ruhlarda yer etmesine çalışan tüm çabalara karşın, yine de bütünüyle
yok edilmeyen bir yerde bir sağduyu var. Biz, önüne hiçbir koşul koymadan insan
yaşamı diyen hekimler olarak, o sağduyuya güveniyoruz...
Aynı soruyu
tekrarlayacağım, imza koyduğumuz bütün uluslararası sözleşmeler kabul görüyor,
ama açlık grevi-ölüm orucu gibi yine sözleşmelere, belgelere dayalı durumda bu
kabulü reddediyoruz, neden?
İnsan yaşamına ve onuruna
gerçekten bir inanç var mıdır yok mudur sorusuna verilecek yanıt sanırım, bütün
bunların açılımını getiriyor. İnsan yaşamının önüne içtenlikle hiçbir şey
koymayacaksak, bu sözünü ettiğimiz paradoksları yaşamamız zaten olası
olmayacaktır. Ama bir şekilde bir şey koyacaksak, kendimizce çok ulvi gördüğümüz,
kendimizden menkul bir şeyler koyacaksak, doğal olarak oraya imza koyarız, onu
uygulamayız, buraya imza koymayız, onu uygularız. Ortaya, içtenliği tartışma
götüren tutumlar çıkar... |
|