.........hor_line.gif (176 bytes)
.
left_cell4.gif (534 bytes)

 

(Cumhuriyet Dergi’de 31 Aralık 2000 Pazar günü yayınlanan TTB Merkez Konseyi II. Başkanı Dr. Metin Bakkalcı ile Berat Günçıkan’ın yaptığı söyleşi)

 

İstenilen, bir tek insanın bile "burnunun kanamadığı" bir çözümdü. Ölüm oruçları "ölüm"ün sınırını zorladığında, mesleğin zorunlu kıldığı "yaşatma" hakkı için demir kapılardan içeri girdi. Adalet Bakanlığı ile tutuklu ve hükümlüler arasında "arabulucu" görevini üstlenenler arasındaydı. Metin Bakkalcı, Türk Tabipleri Birliği adına orada, Bayrampaşa Cezaevi'ndeydi.

Umutluydu, ta ki 19 Aralık günü saat 04.30'a kadar... İşte o an söz bitti... Yirmi cezaevindeki, üç bine yakın tutuklu ve hükümlüyle birlikte, hepimiz yangın yerinin ortasına düştük. Görüntüyü yalanlayan sözler, sözleri yalanlayan görüntülerin içinden gerçeği yakalamaya çalıştık. F tipi cezaevlerinin kamuoyuna rağmen açılmayacağı vaadinin, F tiplerinin "vazgeçilmezliği"ni perdelediğini, otuz kişinin kendini yakarak, yakılarak, kurşunlanarak ölmesiyle öğrendik.

Perdelemenin aktörleri için suçlu bulunmuştu. Manşetler atıldı: Sahte oruç, kanlı iftar... İş makineleriyle, maketler üzerinde bir yılda "eğitilmiş" askeri birliklerle, gazlarla girilen koğuşlarda tutuklu ve hükümlüler "sapasağlam"dı. O halde ölüm oruçlarının bitirilmesi için çaba harcayan, ölümden dönülse bile eylemin bedenlerde yaratacağı tahribata dikkat çeken Türk Tabipleri Birliği hesap vermeliydi. Meslek etiği, ulusal yasalar, uluslararası sözleşmeler göz ardı edilip, suç "otorite ve gücün temsilcisi" taraftan alınıp sadece insan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışan bir grup insanın üzerine yıkılmaya çalışıldı. Nasıl olsa bu şiddetin de mayası tutacak, dışarıya "korku" salınacak, susulacaktı...

Oysa başka ölümler sıradaydı. Koğuşlardaki ölüm oruçları, F tipi cezaevlerinin üç kişilik, tek kişilik hücrelerine taşındı. Kamuoyunun gözleri yine doktorların üzerine yöneltildi: Müdahale etmeyecek misiniz? Türk Tabipleri Birliği İkinci Başkanı Doktor Metin Bakkalcı ile arabuluculuk görüşmelerinden cezaevlerindeki müdahaleye giden süreci ve bugün yetmiş ikinci gününde olan ölüm oruçlarını, sözleşmeleri ve zorlandıkları uygulamaları konuştuk:

 

On iki kişinin yaşamını yitirdiği 1996 ölüm oruçlarında da arabulucu muydunuz?

Hayır, 1996'ta böyle bir durumum olmamıştı. Bu ilk ve umarım bir daha böyle bir şey yaşanmaz.

Türk Tabipleri Birliği bu sürece nasıl dahil oldu?

Bilindiği gibi Türk Tabipleri Birliği bu süreçte, hiçbir şekilde doğrudan taraf değildi, değildir de. Bunun iki açıklaması var, birincisi açlık grevi gibi sonuçta insan yaşamına yönelik bir faaliyeti, bir insan, dahası bir hekim olarak kabul etmemiz mümkün değildi ve taraf olamazdık. İkincisi, şu son dönemde yaşadıklarımız dikkate alındığında, TTB olarak kendi alanımızla ilgili yaptığımız çalışmalardan da görüleceği gibi, hükümetin uygulamak istediği politikalar açısından da, biz taraf değildik.

Arabuluculuğun nedeni neydi?

Biz, insan yaşamı, insan onuru noktasında, hem insan hem de varoluşumuzun gerçek sebebi, insan yaşamını koruyup geliştirme ve iyileştirmekten sorumlu bir meslek grubu olarak, insan yaşamından yana bir taraftık. Bizim tek tarafımız buydu, iki tarafla da, bu konuda, herhangi bir tarafgirlik ilişkimiz yok...

Ama uluslararası sözleşmelere rağmen tutuklu ve hükümlülerden yana taraf olarak gösterildiniz ve yaşamdan yana çığlıklarınız bastırılmak istendi...

Bu tabii ki, büyük bir talihsizliktir, ancak şunu ifade etmek istiyorum, söz konusu olan sadece uluslararası belgeler değil, bugün ülkemizde geçerli olan, Sağlık Bakanlığı'nın yayımladığı, Hasta Hakları Yönetmeliği'nde -ki, bugün birçok sağlık kuruluşunda, kafanızı kaldırdığınız her yerde okuma şansınız vardır- tek cümle vardır: Kişinin onayı olmadan, kendisine herhangi bir tıbbi yardımda bulunulamaz. Bu her yerde olan bir şeydir, hem uluslararası, hem de ulusal belgelerde, sözleşmelerde...

Bu cümlenin çıkış noktası nedir?

Bu soğuk cümle, yılların acılı deneyimlerinin sonucunda oluşmuştur. Doğal olarak herkesin aklına gelen soruya, "Peki insanlara yardımcı olunmayacak mı, ya da nasıl yardımcı olunacak" sorusuna, tıp ilminin bütün imkânlarıyla, titizlikle yapılan bilimsel çalışmalar, tartışmalar sonucunda verilmiş yanıttır. Ne yazık ki, sözünü ettiğiniz durumla, yani taraf olmakla suçlanmakla karşılaşmamızın çok rastlantı olmadığını düşünüyoruz. Bu durumun sadece ülkemizde yaşanmadığını biliyoruz. Birçok ülkede, tıbbın doğrudan müdahil olmadığı kimi konularda, bu konuların çözümüne ilişkin içtenlikli, gerçekçi çözümlerin ortaya çıkarılmaktan imtina edildiği durumlarda, sorunun muhatabı olmayan tıp öne çıkarılarak gerçek sorunun çözümünden uzaklaştırılma çabaları hep yaşandı...

Anımsatırsak...

Bu uluslararası belgelerin ortaya çıkışının hemen önüne baktığınızda, tıp mesleğinin bu trajik sorununa ilişkin acı deneyimler var, 1980'lerde, 1970' lerde, hatta 1900'lere kadar uzanan süreçte, İngiltere'de, Hollanda'da, İtalya'da, Almanya'da yaşananlar var. İnsan yaşamına aykırı olduğu için kabul edemediğimiz açlık grevleri bir yöntem olarak, özellikle tutuklu ve hükümlüler, mülteciler gibi gruplar tarafından gerçekleştirilen bir faaliyet. Bunun muhatabı hükümetler, devletin ilgili organları... Burada insanı esas alan içtenlikli ve gerçekçi çözümlerden imtina edildiği zaman, taraflardan birinin faaliyetinin meşrulaştırılması amacıyla tıp araç haline getiriliyor ve tartışmanın önüne çıkarılıyor...

Burada, bugün yaşanılanlarda meşrulaştırılmak istenen hükümet mi?

Kuşkusuz. Şu son yaşadığımız dönemde, kamuoyu haklı olarak bir soruya yanıt aradı: İyi de tıp bile bile insan sağlığı için hiçbir şey yapmayacak mı? Kamuoyu bu yanıtı iyi niyetli olarak arıyordu, bunu anlayışla karşılıyoruz Demin ifade ettiğim gibi, tıp bilimi yüz yıllardır gerçek çözümü yakalayabilmek için tartıştı. Tıp bu konuda da tabii ki imkânlarını sunacak, ama mesele bunun gerçekçi çözümünün nerede olacağı konusunda düğümlenmiş vaziyette. Sonuç olarak bu son dönemde hükümetin, kamuoyunun bu genel hali, tartışmayı bu noktaya getirmiş oldu. Burada şunu çok açık ifade etmek gerekiyor ki, son dönemde bir trajik hadise daha var, son derece tek taraflı bilgilenme, gerçek bilgiden mahrumiyet, duygu ve düşüncelerin bilgiye dayalı olmayan ifadesi yaşandı. Bilgiye dayalı olmayan, özgürce konuşamadığınız, özgürce kendinizi ifade edemediğiniz, paylaşamadığınız, kendinizi zenginleştiremediğiniz bir ortamda sağlıklı bir karara ulaşabilmek mümkün değil...

Bu ortam özellikle ve özenle hazırlandı...

Türkiye son birkaç haftayı normal düşünme yeteneğini yitirmiş bir halde yaşadı. Evet, ne yazık ki, bilerek böyle bir ortam yaratıldı, haklı gibi gözükebilen birtakım önlemler alındı, fiili, resmi önlemler alındı, insanlar kendi kendine önlemler aldı, sonuçta bilgiden uzak, bilgiden mahrum, doğal reflekslerin kışkırtıldığı bir süreç yaşandı. Doğal reflekslere hürmet etmek gerekiyor ama biz 2001 yılını konuşuyoruz, bu doğal reflekslerle gerçekçi, akılcı, insanı esas alan bilimsel çözümler konusunda beceri gösterilebilmeliydi. Ne yazık ki bu gösterilemedi. Sonuçta, bunu tırnak içinde söylüyorum, iki tarafın sorununda tıp öne çıkarıldı ve gerçek sorun tartışılmaktan alıkonuldu.

Tartışma, ölmek üzere olan bir insana doktorların müdahale edip edemeyeceği zeminine oturtuldu...

Bizim bu dönemde yaptığımız gerek bu ülkedeki, gerek uluslarararası düzeyde hekimlik mesleğine ilişkin birikimleri ifade etmek, biz artı hiçbir şey söylemedik.

Hiç kimseye zorla tedavi uygulanamayacağını söylediniz...

Bu ne yazık ki, hekimlik mesleğinde her gün, son derece sıklıkla yaşanan bir durum, açlık grevlerine özgü bir şey de değil. Bir örnek vermek istiyorum. Kanser hastası bir bayana, ilaç tedavisi dediğimiz kemoterapi tavsiye edildi. Bayan sağlık konularında bilgili olduğu için ilaç tedavisinin saçlarını dökeceğini biliyordu ve sadece çocukları kendisini dökük saçlarıyla hatırlamasınlar diye, sadece bu gerekçeyle, tedaviyi kabul etmedi. Bu hastaya hekimliğin gereği olarak her gün yeniden yeniden, bu tedaviyi kabul etmezse ne gibi sonuçlar olabileceği anlatıldı. Düzgün bir hekim-hasta ilişkisi kurulduğu için, onun anlayabileceği bir şekilde bu bilgi paylaşıldı, ama sonuçta bayan bu tedaviyi kabul etmedi. Aslında yaşamının süresini kısaltıyordu, ama hiç kimse de bu bayanı elinden kolundan tutarak, yatırarak ilaç tedavisi girişiminde bulunamazdı. Çünkü buradaki kritik nokta, bu kişinin bu kararı vermede tıbben yeterliliği var mıdır? Tartışma bu. Eğer bu kararı vermede yeterliyse, bunun aksi bir tutum, yani zoru içeren bir tutum, tıp mesleğinin bir unsuru değil, ne yazık ki değil... Bu tıp mesleği için kahredici bir durum, burada biz kahroluyoruz. Burada hekimlerin yaşadığı travmayı tahmin etmek çok kolay olmasa gerek.

Kezlerce açıklanmasına rağmen bu bilgi tartışmaların dışında tutuldu. Ölüm oruçlarına katılanlar genel kabullerin ötesinde değerlendirilerek "müdahale" meşrulaştırılmak istendi...

İnsan yaşamına yönelik her türlü eylem, doğal kabul edilemez. Bu hekimlik mesleğinin bütünüyle inkârı anlamına gelir. Yanan insanlar, kendilerini yakan insanlar, birileri tarafından yakılan insanlar... Gerçek bilgiye şu anda sahip değiliz, ortada birtakım görüntüler var. Hekimler açısından ise sadece bir gerçek var, insan yaşamına yönelik her türlü faaliyet bizim varlık sebebimizin inkârıdır, bu nedenle bu yaşanılanları kabul etmemiz zaten mümkün değildir. Bunu söylemek istedim, çünkü bu, polemik düzeyinde yürüyen bir tartışmadır...

Açlık grevindeki bir kişiyle hekim arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlayabiliriz?

Açlık grevlerinde de eylemci hasta olarak kabul edilir ve düzgün bir hasta-hekim ilişkisi yeğlenir. Türkiye'de ne yazık ki bunu gerçekleştirme şansı da olmadı. Bir dönem, Sayın Adalet Bakanı'yla 3 Aralık'ta yaptığımız görüşme sonucunda, Tabip Odası uzman heyetlerinin açlık grevcilerini günlük izlemesi, kabul ediyorlarsa muayenesi ve bütün bunları kayıt altına alma faaliyeti gerçekleştirildi. Toplam 10 cezaevinde, toplam 135 ölüm orucunda bulunan tutuklu ve hükümlünün tıbbi muayeneleri yapıldı.

Muayeneleri ne kadar süreyle yapabildiniz?

Bunu, 3 Aralık ile görüşmelerin kesildiği gün olan 14 Aralık arasında yaptık, on bir gün. Görüşmeler kesilince tutuklu ve hükümlüler muayeneyi kabul etmemeye başladılar ve daha sonra da 19 Aralık'ta bir operasyon gerçekleştirildi. Operasyonu Türkiye'de ilk kez üç bakanlık, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı yaptı...

Burada bir soru sormak istiyorum, neredeyse bir senedir bu operasyona hazırlanılmış, cezaevi maketleri üzerinde çalışılmış... Sizce de bu operasyonun kararı alınmış olmasına rağmen arabuluculuk onayı verildi, bir oyalamanın aracı haline getirildiğinizi mi düşünüyorsunuz?

Bugünden bakınca, hakikaten son derece üzgünüz. Ama eğer şu soruyu soruyorsanız, bunu baştan bilseydiniz, ne yapardınız diyorsanız, TTB olarak biz yine aynı şeyi yapardık, çünkü bizim için, içtenlikli olarak insan yaşamı kritik öneme sahip ve bu sebeple, kuşkusuz açlık grevlerinin insanı esas alan bir şekilde çözümü için, her türlü çabayı sarf ederdik.

Öğrenmek istediğim, önceden alınmış kararlarla bugün yaşanan vahşetin ortaya çıkardığı görüntü...

Üzgünüz, bu, büyük bir talihsizliktir. Bu toplumda bunu önceden de öngörenler vardı, bunu biz de zaman zaman aklımıza getirmiş olabiliriz, bugün bu resmen söyleniyor, bütün bunlar doğru ama bizim için içtenlikli olarak insan yaşamı önemliydi. Bu meselenin bir kişinin bile zarar görmeden çözümü konusunda bütün imkânların kullanılmasından yanaydık ve baştan itibaren 2001 yılında, bu ülkede insan aklı bu ölümü aşmaya muktedirdir inancını taşıdığımız için, yine aynı işleri yapardık. Hiç kuşkunuz olmasın. Ama gelinen noktada hakikaten çok üzgünüz. Ve bu noktada, böyle bir durum yaşandığı için, ilgililerin TTB'ye en azından bir özür borcu vardır.

Bu kuşkulara rağmen çözümün sağlanacağına inanıyor muydunuz?

Bir insan yitirilmesin, sakat kalmasın diye, olağanüstü çaba gösterdik. Tabii ki müdahaleye karşıydık ve çözülebileceğine kesin inanıyorduk, şimdi de inanıyoruz. Aslında çözüm var idi ve bu çözümü gerçekleştirme becerisi gösterilebilmek zorundaydı, gösterilmesi gerekiyordu. Bu beceri gösterilememiştir, şu argümanlı bu argümanlı, müdahale tezini tıbbı da kullanarak savunanların uygulaması gerçekleşti. Müdahale tezi uygulamaya sokuldu, bugün itibarıyla ikisi güvenlik görevlisi olmak üzere çok sayıda insanın yaşamı gitti, şimdi izninizle, bu müdahaleyi yapanların bir tek soruya yanıt vermesi gerekiyor, acaba hangi prensipler insan yaşamından daha üstün oldu ki, bu operasyon gerçekleşti? Bildiğiniz gibi daha fazla ölüm bekleniyormuş, öyle açıklamalar yapılıyor, hangi prensiplerdir ki insan yaşamından daha ötedir, bu sorunun açıklanması gerekiyor. Biz insan yaşamından öte hiçbir prensip olamaz diyenlerdendik, onun için müdahaleye karşı çıktık, bunun çözümünün imkân dahilinde olduğunu savunanlardandık. Bugün durduğumuz noktada da bunun imkânı vardı, bunu becermeye mahkûm idik, bunu beceremedik, daha doğrusu bunu beceremediler...

Ve siz suçlandınız...

Ne yazık ki, bu ülkede bazı manşetler atıldı, sahte oruç diye. Dahası birtakım gazeteler "TTB hesap ver" diye manşet attılar. Daha sonra Adalet ve İçişleri bakanları açıklamalarında şu kadar insan ölüm orucunda dediler, bu nasıl bir sağduyu yitiminin söz konusu olduğunu gösteriyor. TTB'nin yaptığını, düşündüklerini, bu zamana kadar olan birikimlerini hiç hesap etmeksizin TTB'ye yönelik, bizce son derece talihsiz bir tutum içine girdiler.

Bu tutum sizden, beklenenle, meslek etiğinin gerekleri arasında, tam da bir taraf olarak zoraki yaratılan bir çatışmanın sonucu mu?

Sayın Adalet Bakanı'nın gerek Meclis konuşma tutanaklarında, gerekse basın açıklamalarında da vardır, cümleyi "Tedaviyi kabul edenlere her türlü önlem hazır" diye kullanmıştır, özellikle de bizim görüşmeler sürecimiz içinde. Burada aslında bizden şu isteniyordu: Zorla besleme. Bu tıbbi bir işlem değildir, tıp eğitiminde de yeri yoktur, olmamıştır, olamaz da. Çünkü mezuniyet öncesinde de, sonrasında da tıp eğitiminde zorla besleme diye bir kavram yok.

Tartışmaların son cümlesi, "Bilinci kapandığında, ne yapacaksınız"?

İki şey söyleyeceğim, bilinci kapanan hasta, adı üstünde tahribatların doruğa çıktığı bir durumdur. Lütfen tıbbın müthiş imkânlarını çaresiz hale bırakmayın, meselenin çözümünü o noktaya getirmeyin. Bu insanlar, gerçek sebeplerin tartışılmasına ve çözümüne muktedirdir, bunun için çaba sarf edin. 1996 deneyimleri gösteriyor zaten, kahredici örnekler ortada, Wernicke-Korsakoff tablosu geliştikten sonra tıbbın imkânları son derece sınırlı. O noktaya gelmeden meselenin çözümü mümkün ve onun için çaba sarf ediniz. İkincisi, bilinci kapandıktan sonra, hekim-hasta ilişkisindeki meslek etiği kuralları çerçevesinde hekimler gereğini yapacaktır, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bugün itibarıyla söylüyorum, ülke sathında hekimler, hekimlik mesleğinin temel ilkeleri çerçevesinde, mesleğin gereklerini zaten yerine getiriyorlar, belki de hekimlik, mesleğinin gereklerini yerine getiren nadir kurumlardan biridir, bu lütfen böyle bilinsin. Mesleklerinin gereklerini yerine getirmeyenleri başka yerlerde aramak gerekiyor, onlar lütfen mesleklerinin gereklerini yerine getirsinler...

Bu tartışmaların ortasında F tipi cezaevleri de açılmış oldu...

Sayın Adalet Bakanı'nın 9 Aralık basın toplantısının hakikaten çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Bakan konuşmasına iki cümleyle başlamıştı: Ülkemizde F tiplerine yönelik çok yoğun eleştiriler var, bir demokratik ülkede bu denli yoğun eleştiriler çerçevesinde F tipine geçiş olamaz, bu yüzden erteledik. Sayın bakan bütün kamuoyuna bu cümleleri söyledi. Şimdi hangi sebeple olursa olsun, F tipine geçişlerle, "Bu ülkede demokrasi yoktur" mu demiş oldu, Sayın Adalet Bakanı.

Biten değil, devam eden bir durumdan söz ediyoruz...

Ne yazık ki bu trajik süreç devam ediyor. Tekrar ediyorum, bu sürecin kritik aktörü hekimler değildir. Birileri bizce zaten kabul edilmediğini daha önce söylediğimiz açlık grevinde bulunuyor, birileri görüldüğü kadarıyla ölüm oruçlarıyla sınırlı olmayan bir operasyon yürütüyor, bunu kendileri söylüyorlar zaten, ama sorun devam ediyor. Ve her şeyden önemlisi de insanların normal düşünmesinin yitirtildiği bir dönem yaşanıyor. Toplum olarak, olağanüstü toplumsal bir travmaya maruz kalmış vaziyetteyiz. Benim yedi yaşında çocuğum var, artık televizyonu kapatıyor, bu konuşmalara isyan ediyor... İnsanoğlunun, 2000 yılında meseleyi bu noktaya getirmeden çözebilme becerisi göstermesi gerekiyordu...

Tanık olduklarınız birey olarak, hekim olarak sizi nasıl etkiledi?

Bu süreçte, meselenin çözülmesine inanarak, her iki tarafın isteğiyle yer aldık, her iki tarafla çok içtenlikli görüşmeler yaptık. O görüşmelerde meselenin çözümünün imkân dahilinde olduğunu hissedenlerdenim. Bu hissetmeme karşın bu denli trajik bir sürecin yaşanması kuşkusuz beni kahrediyor ve ben bunun birinci dereceden tanığı oldum.

Nasıl bir toplum ve nasıl bir algılama ki, yaşama hakkını konuşurken otuz kişinin öldüğü bir "yaşama dönüş operasyonu"nu "inanarak" izliyoruz... Bunu neyle, nasıl açıklayabiliriz?

Biliyorsunuz, bu insanlık tarihi boyunca böyle olmuş, insanlığın olgunluk süreci aslında bu paradoksu ortadan kaldırma süreci olsa gerektir. Biz eğer hâlâ bu noktadaysak, yaşamı ölümler üzerinden kurtarıyoruz paradoksunun inandırıcılığına kendimizi inandırıyorsak -biz inanmıyorsak da birileri inanıyor ya da inandığını söylüyor, ben inandığını söyleyenlerin de inanmadığını düşünüyorum- bu bizim insanlık olarak geldiğimiz noktadaki olgunluğumuzu gösteriyor. Ne yazık ki yeterince olgunlaşmamışız. Bu paradoksun izahı yok zaten, hayatla ölümü yan yana getirmek mümkün müdür, nasıl hayatla ölüm yan yana getirilir?

1996-2000... İki ölüm orucu ve genç insanların ölmeye yatması, ölmeye yatmış bedenlerin "müdahale" ile öldürülmesi... Bu bizim geleceğimize nasıl yön verecek?

Doğrusunu isterseniz, bu şiddetin zihinlerde somutlaşmasının son derece tehlikeli olduğu aşikâr, bunu görmek için hekim olmak gerekmiyor. Ama hekim olarak da söylüyorum ki bu toplumsal travmanın, ruhlarda ve akıllarda yaratılan bu şiddet öğesinin, her kimden gelirse gelsin, tahribatı hakikaten çok büyük. Ben yine de şuna inanıyorum, bu şiddetin zihinlerde, ruhlarda yer etmesine çalışan tüm çabalara karşın, yine de bütünüyle yok edilmeyen bir yerde bir sağduyu var. Biz, önüne hiçbir koşul koymadan insan yaşamı diyen hekimler olarak, o sağduyuya güveniyoruz...

Aynı soruyu tekrarlayacağım, imza koyduğumuz bütün uluslararası sözleşmeler kabul görüyor, ama açlık grevi-ölüm orucu gibi yine sözleşmelere, belgelere dayalı durumda bu kabulü reddediyoruz, neden?

İnsan yaşamına ve onuruna gerçekten bir inanç var mıdır yok mudur sorusuna verilecek yanıt sanırım, bütün bunların açılımını getiriyor. İnsan yaşamının önüne içtenlikle hiçbir şey koymayacaksak, bu sözünü ettiğimiz paradoksları yaşamamız zaten olası olmayacaktır. Ama bir şekilde bir şey koyacaksak, kendimizce çok ulvi gördüğümüz, kendimizden menkul bir şeyler koyacaksak, doğal olarak oraya imza koyarız, onu uygulamayız, buraya imza koymayız, onu uygularız. Ortaya, içtenliği tartışma götüren tutumlar çıkar...

Ana Sayfa

.

Sayfa Başı

Başa Dön

. . . .