Ana Sayfa | Eski Sayılar

İnsan bedeni savaş alanı olmasın!
Prof.Dr. CEM KAPTANOĞLU
Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu Üyesi


Britanya Hekimler Birliği'nin belgelerinde, 1974 yılında Britanya'da ölüm orucu tutan IRA üyelerine uygulanan zorla besleme girişimleri şöyle anlatılmaktadır. "Ağızları bir cerrahi alet ile zorla açılmakta ve turuncu renkli, yağlı bir hortum boğazlarından aşağıya doğru itilmektedir. Sonra sıvı bir karışım hortuma dökülmektedir. Bunu hemen hemen her zaman kusma ve mide bulantısı izlemektedir", "...Dişlerin arasına tahta bir blok yerleştirilmektedir. Bu blok, içinden yağlı bir mide hortumunun geçtiği bir delik ihtiva etmektedir. Direnme söz konusu olduğunda ağzı açmak için çelik bir kelepçe kullanılmaktadır. Bu tür durumlarda mahkumu sabit tutmak için birkaç kişi gerekli olmaktadır." Britanya, Fas veya İspanya'da bu tür girişimler başarıya ulaşamadı. Ancak bunlar ve benzeri deneyimler, Dünya Hekimler Birliği'nin 1975 tarihli Tokyo Bildirgesi'nin şekillenmesini sağladı. Bu bildirgede, hekimin besin almayı reddeden bir mahkum karşısında ne yapacağı veya yapmayacağı açık bir şekilde tanımlanmıştır. "Mahkum besin almayı reddederse ve doktorun görüşüne göre, besin almayı gönüllü bir şekilde reddetmesinin sonuçları hakkında sağlıklı ve rasyonel bir yargıda bulunması mümkünse, mahkuma zorla besin verilmemelidir. Mahkumun böylesi bir yargıda bulunma kapasitesine sahip olmadığı konusundaki karar, en azından bir bağımsız doktor tarafından onaylanmalıdır. Besin almayı reddetmenin sonuçları doktor tarafından mahkuma açıklanmalıdır."
     TBMM Adalet Komisyonunda birkaç gün önce kabul edilen "Türk Ceza Kanunu ile Hapishane ve Tevkifhanelerin İdaresi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" nın 5. maddesi şöyledir; "...kendilerine verilen yiyecekleri sürekli olarak reddettikleri taktirde, bu hareketlerinin kötü sonuçları ile bırakacağı bedensel ve ruhsal hasarlar konusunda ceza infaz kurumu veya tutukevi tabibince bilgilendirilirler. Psikososyal hizmet birimince de bu hareketlerinden vazgeçmeleri yolunda çalışmalar yapılır ve sonuç alınamaması halinde, beslenmelerine kurum tabibince belirlenen rejime göre uygun ortamda başlanır." Bu madde, hükümlü ve tutukluları  zorla beslemeyi, yasal bir uygulama haline getirmekte ve başta cezaevi hekimleri olmak üzere hekimlerin hastalarına karşı zora başvurmalarını  yasal bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. 5. maddenin gerekçesi şöyle açıklanmaktadır: " 5. maddede, açlık grevi ve ölüm orucunda bulunanlar ile sağlık sorunu olan hükümlü ve tutuklular hakkında hangi hallerde zora başvurulabileceği ve bunların kendilerine verilen yiyecek ve içecekleri sürekli olarak reddetmeleri halinde alınacak tedbirler ve yapılacak çalışmalar belirtilmektedir. " Bu madde, gerekçesinden de anlaşılabileceği gibi, aslında, hekimin denetim ve yönetiminde hastasına karşı "hangi hallerde zora başvurulabileceğini" tanımlamaktadır. Oysa çağdaş hekimlik uygulamalarında, hasta-hekim ilişkisinde zorun yeri yoktur. Hekim hastasını sağlık durumuyla ilgili olarak bilgilendirir, hastanın tedaviyi kabul veya reddetme hakkı vardır. Modern tıp, hastaya tedavi amacıyla da olsa, zor uygulanıp uygulanamayacağıyla ilgili tartışmaları çok gerilerde bırakmıştır.
Hasta-hekim ilişkilerinde, hastanın, hastalığıyla ilgili karar süreçlerine katılımını engelleyen, hekime sınırsız yetki veren, ebeveyn-çocuk modeli, günümüzde çağdışı kalmıştır. Son 50 yılda hasta-hekim ilişkisi, gittikçe daha eşit, katılımcı bir modele doğru evrilmiştir. Artık hastalar, hekime teslim olan değil, hekimle erişkin-erişkin ilişkisi içinde haklarını arayan, hastalığı hakkında bilgilendirilmeyi isteyen ve tedavi sürecindeki tüm kararlara katılan bir konumdadırlar. Günümüzde kişisel hak ve özgürlüklere, kişinin özerkliğine verilen önem artıkça, "tedavinin reddedilmesi", "tedavinin bir bölümünün kabulü" gibi konular, hasta haklarının tartışılmaz
unsurları olarak kabul edilmiştir. 1981 yılında Lizbon'da, 34. Dünya
Hekimler Kurultayında benimsenen "Hasta Hakları Bildirgesi"nin temel maddelerinden biri de " Hastanın, yeterli bilgileri aldıktan sonra tedaviyi kabul etme ya da reddetmeye hakkı vardır." diyen (c) maddesidir. Bu maddeyle, kişinin kendi bedeni üzerinde karar verme hakkı, tıbbi uygulamalarda dikkate alınması gereken temel bir hak olarak benimsenmiştir. Kişinin bu hakkını kullanabilmesi, yani kendi yazgısını belirleyebilmesi için; kendisiyle ilgili konularda karar verebilme açısından "yeterli" olması gerekir.
     "Yeterlik" (zihinsel ehliyetlilik) hukuki ve tıbbi boyutları olan bir kavramdır. Kişinin, algılama, düşünme, yargılama, karar verme gibi yetilerinin yeterliliğini tanımlar. Bir kişinin kendi değer yargıları, inançları ve tercihleri doğrultusunda, bedenine ve sağlığına yönelik olarak yapılacak tıbbi girişimlere karar verebilmesi, yani özerkliğinin olması, "yeterli" olması koşuluna bağlıdır.
     "Yeterli" olmadığı için kendileriyle ilgili tıbbi kararlara katılamayanlar, çocuklar ve ağır ruhsal hastalıkları olanlardır. Ancak ruhsal hastalığı olan kişilere, onayları alınmadan uygulanacak  tedavilerde uyulması istenen etik ilkeler de, Dünya Hekimler Birliği tarafından 1977 yılında kabul edilen Havai Bildirgesinde açıklanmıştır. Bu durumlarda bile hekimin yetkileri sınırsız değildir.
    Ölüm oruçlarına veya açlık grevlerine katılanların hepsinin ruhsal hastalıkları nedeniyle böyle davrandıkları, yani "yeterlik" lerinin olmadığı iddiası, bilim dışıdır. Bu iddiaları ileri sürenlere, "Glasnost" öncesinde Sovyetler Birliği'ndeki akıl hastalıkları hastanelerinde 6000 politik "hasta" bulunduğunu ve pek çoğunun "reformla ilgili sanrı"lardan muzdarip olduğunu hatırlatmak isteriz. Baskıcı rejimlerin, muhaliflerini susturmak için psikiyatri kliniklerini ve psikiyatrik tanıları nasıl kötüye kullandıklarını bütün dünya bilmektedir. Ayrıca ruhsal hastalıkları nedeniyle "yeterli" sayılamayacak düzeyde "hasta" olan kişilerin hukuki yeterliklerinin de olmaması gerekir ki bu da o kişilerin cezaevinde bulunmalarıyla çelişen bir durumdur.
     Ölüm orucu veya açlık grevini, intihar davranışı olarak tanımlayarak, politik bir problemi psikiyatrinin alanına itme  çabalarına bazı hekimlerin de destek olmaları üzücüdür. Ancak yaklaşık 1 yıldır sürmekte olan ölüm oruçlarının veya açlık grevlerinin bir ruhsal hastalık veya intihar davranışı olmadığını anlamak, nesnel bir bakış açısıyla hiç de zor değildir.. Ölüm oruçlarında, intihar davranışında olduğu gibi çözüme kapalı, ilişkilerin kesildiği, içe dönük bir tutum gözlenmemektedir. Aksine; talepler ileri süren, çözüm beklentisi olan, dışarıyla ilişkilerin devam ettiği, dışa açık bir tutum söz konusudur. İntiharda, ölümün tek çözüm olduğu düşüncesine saplanılmıştır ve yaşamın ortadan kaldırılması amaçlanır,
ölüm oruçlarında ise yaşam koşullarının  değişimi talep edilmektedir. Ölüm oruçlarında, diyaloğa kapalı olan intihar davranışından farklı olarak, başkalarına yönelen onları da kapsayan, karışmalarını isteyen bir tutum sergilenmektedir. Sorunun diyalogla çözülebileceği umudunun hala yitirilmemiş olmasının temelinde, ölüm oruçlarıyla, intihar davranışı arasındaki bu farklılık yatmaktadır. Türkiye'de sürmekte olan ölüm oruçlarında da eylemciler, orucu bırakmak için bazı taleplerinin yerine getirilmesini istemektedirler. En önemli talepleri de F tipi cezaevlerinde tecrit uygulamasına son verilmesidir. Tecritin mahkumun ruh ve beden sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri bilimsel kanıtlarıyla ortaya konmuş yadsınamaz
bir gerçektir.
     Açlık grevi veya ölüm orucuna katılan kişiler, bilinçleri açık olduğu sürece "yeterli" ve "özerk" bireyler olarak kabul edilirler. Dünya Hekimler Birliği'nin 1991 yılında yayımlanan Malta Bildirgesi'nde açlık grevcisi şöyle tanımlanır: "Açlık grevcisi, zihinsel olarak ehliyetli, açlık grevine kendi iradesiyle karar vermiş, bu nedenle belirli bir zaman için yiyecek ve/veya sıvı almayı reddeden kişidir" Başka deyişle, bu kişiler, kendi değer yargıları, inançları ve tercihleri doğrultusunda, bedenlerine ve sağlıklarına yönelik olarak yapılacak tıbbi girişimler hakkında karar verebilecek durumdadırlar. Bu bağlamda, yukarda da belirtildiği gibi, Lizbon Bildirgesi'nde yer alan " Hastanın, yeterli bilgileri aldıktan sonra tedaviyi kabul etme ya da reddetmeye hakkı vardır." şeklindeki temel hasta hakkını kullanmaları için hiçbir engel yoktur .
     Açlık grevcilerinin örgüt bağlantılarının özerkliklerini bozduğunu, sağlıklı düşünmelerini engellediğini iddia etmek, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Otoritenin, kendisi gibi düşünmeyenlere, farklı olanlara ve bu doğrultuda mücadele edenlere "hasta", "hezeyanlı" etiketini yapıştırması, söz konusu yaklaşımla çok kolaylaşacaktır. Dini, politik, ideolojik vb. inançları, ruhsal hastalık belirtisi olarak tanımlamak, yukarda belirttiğimiz gibi akıl hastanelerini, politik, ideolojik "hastalarla" doldurmanın yolunu açar. Kaldı ki Malta Bildirgesi'nde, hekimin, grup halinde yapılan eylemlerde, eylemcinin grup baskısında kaldığını düşünmesi
halinde yapması gerekenler açıkca belirtilmiştir. " Açlık grevine gidenler zorla (açlık grevine) katılma baskısından korunmalıdır. Bu, açlık grevinde bulunan diğer kişilerden ayrı tutulmayı gerektirebilir." Adalet Bakanlığı'nın yasa tasarısında belirtilen, açlık grevcisinin veya ölüm orucundaki kişinin psiko-sosyal yaklaşımlarla ikna edilmesinin ne anlama geldiği de bu bağlamda tartışılmalıdır. Psiko-sosyal "ikna" görevini kimler yapacaktır? İkna için, ne gibi yöntem ve araçlar kullanılacaktır? Bunca yaşanan olaydan sonra, cezaevi idaresinin, eylemcilerin özerkliğine saygı göstereceğine kamuoyunun ikna edilmesi kolay olmayacaktır.
      Demokratik ülkelerin tümünde, hekimlik meslek uygulamalarına yol gösteren ve dünya ülkelerinin deneyimlerinden süzülerek hazırlanmış uluslararası bildirgelere rağmen, Adalet Bakanlığı, son yasa tasarısı ile hekimlik mesleği uygulamalarına müdahale etmek istemektedir. Açlık grevindeki hastasına zorla müdahale etmek zorunda kalan, buna yasayla zorlanan hekimler, hekimlik mesleğinin evrensel etik ilkelerini çiğnemekle, yasalar önünde suçlu duruma düşmek arasında seçim yapmaya zorlanacaklardır.
İrlanda, Fas, İspanya, Güney Afrika gibi ülkelerde yaşananlar göstermiştir ki, bu tür durumlarda hekimlerden gerçek istenen, insani bir girişim olarak mahkumun hayatını kurtarmaktan çok, hükümetlerin politik kararlarını mahkumun bedenine zorla uygulamaktır. Hekimlik uygulamalarının, iktidarların politik operasyonlarına alet edilmesi, hekimler açısından kabul edilemez bir durumdur. Mahkumların eylem alanları cezaevi koğuşlarıyla sınırlıyken
kullanılan müdahale araçları, eylem sınırlarını, beden sınırlarına kadar çektiklerinde kullanılacak müdahale araçlarından  farklıdır. Dün, müdahalenin araçları, özel timler, gaz bombaları, mermilerdi, bugün "turuncu renkli yağlı mide hortumu", "ortasında delik ihtiva eden ağızlıklar", serum şişeleri  olacaktır. Daha önce yapılana benzer bir "hayata dönüş operasyonu"nun insanların bedenlerinde tekrarlanmasına hekimlerin katılması
beklenmemelidir.