Ana Sayfa | Eski Sayılar

12 Eylül'ün 20. yıldönümünde sağlıkta yarattığı tahribatı
bir kez daha hatırlatıyoruz:
Örgütsüz emek, sağlıksız toplum!


12 Eylül'ün yarattığı tahribatın sonuçlarını hekimler de büyük ölçüde yaşadılar. Tam Gün Yasası kaldırıldı, zorunlu hizmet getirildi, hekimlerin örgütü kapatıldı. Hekim ücretleri dolar bazında yarı yarıya düştü. 1961 Anayasası ile devletin sağlık alanında güvence olma işlevi 1982 Anayasası'nda düzenlemeye dönüştürüldü. Bu genel çerçeve sağlığın ticarileştirilmesi politikası ile birlikte son 20 yılın temel politik omurgasını oluşturdu.

Tıp fakültesi ve hekim sayısının arttırılması ile kamuda çalışan hekimlerin ücretlerinin düşük tutulması çizgisi, sağlık alanında kamu kurumlarının çökertilmesi ve sağlığın ticarileştirilmesi ile birleştirilince 12 Eylül'ün hekimlik ortamına ilişkin bir diğer sonucu belirginleşiyordu: Değerlerde erozyon/yozlaşma. "Önce insan" diyen hekim "önce para"; "önce eğitim" diyen öğretim üyesi "önce özel hasta ve döner sermaye payı" demeye başlıyordu.

12 Eylül'ün baş aktörlerinin hekimler de dahil olmak üzere hesap vereceği çok geniş bir kesim var. 12 Eylül'ün hükümetler düzeyinde sorgulanmamış olması, kurulmuş olan bütün hükümetlerin de aynı çizgiden besleniyor olmaları anlamını taşıyor. Türkiye sağlığı ve sağlık çalışanlarını önemseyen bir anlayışa ihtiyaç duyuyor. Sorgulamadığımız sürece 12 Eylül, aktörlerinin yanı  sıra bizim için de tarihte kara bir leke olarak varlığını sürdürecek.

1980 yılında üniversite sınavına girerken tıp fakültesini ilk tercih olarak işaretleyenler  25 Ağustos 1981 tarihinde  "Bazı Sağlık Personelinin Devlet Hizmeti Yükümlülüğüne Dair Kanun"un (yaygın adlandırmayla mecburi hizmet yasası) çıkacağını  elbette bilemezlerdi. Tıpkı bunun gibi bilemeyecekleri bir başka olay da, büyük bir heyecanla birinci sınıfına başlayacakları tıp fakültelerinin açılmasına birkaç gün kala 12 Eylül "ihtilali"nin olacağıydı. 12 Eylül"ün her şeyi etkileyecek bir bütünlük içererek emir komuta zinciri içerisinde gelmesi anlaşılır olabilmekle birlikte, özel olarak hekimlerin yaşantısını bu kadar büyük ölçüde etkileyeceğini tahmin etmek -özellikle de ilk günlerde- pek mümkün değildi. Ancak ilerleyen günler, işin başında gözüken "Netekim" Paşa'nın yurt gezilerindeki ifadeleriyle geleceğe ilişkin merakları gideriyordu. Hekimler için "bayrağın ucundan tut desen kaç para diye sorarlar" ile başlayan süreç, zorunlu hizmette hekimlerin kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde sağlık hizmeti için gönülsüz oldukları düşüncesinden kalkarak ve hekimi olmadığından yakınan halka "ağaca bağlayın kaçmasınlar" a varan akıl vermelere ulaşabiliyordu. Elbette söyleme yansıyan cümleler icraatta anayasal ve yasal düzeyde birçok düzenleme ile birlikte yürütülüyordu. Öyle ki 12 Eylül'den yıllar sonra haftalık olarak yayınlanan bir dergideki  "muhasebe" yazısında bir hekim aşağıdaki değerlendirmeyi yapabiliyordu: "12 Eylül kimilerine göre islamcı kesime, büyük bir çoğunluğa göre sola karşı yapılmıştır. Bana sorarsanız 12 Eylül hekimlere karşı yapılmıştır; çünkü en çok hekimlere vurmuştur". İfadenin mizahi bir yanı olmakla birlikte izlenen politika ve söyleme bakınca hak vermemek mümkün değil denebilir.
Kuşkusuz  12 Eylül  emir komuta zinciri içerisinde, 24 Ocak 1980 ile Türkiye'ye çizilen yeni ekonomik modelin gerçekleştirilebilmesi için bir "görevdi". Klasik ifadesiyle "ithal ikameci modelden ihracata yönelik" bir sisteme geçme sürecinde modelin yol alabilmesi için gerek duyulan istikrar ortamının tamamlayıcısıydı 12 Eylül. Bu görev ilk andan başlayarak Türkiye'de yaşayanların büyük bir çoğunluğunun, çalışanların acıları, sıkıntıları, on binlerce insanın işkenceden geçirilmesi, cezaevlerine atılması, yargısız infazları, idamlar vb. hukuksuz bir ortamda yürütüldü, yürüdü ve yürüyor. Emeğin örgütlü hayatı sona erdirildi. Hekimlerin örgütü TTB de bu süreçte kapatıldı. Halen sorumlularından hesabın sorulmadığı ve toplumun vicdanında bu hesabın görülmemiş olmasının boşluğu ile yaşanıyor hayat. 12 Eylül'ün hukuksuz, demokratik olmayan ve toplumu örgütsüz kılmaya mahkum eden yasal  ve anayasal çerçevesi  halen varlığını sürdürüyor, güncel formülleriyle daha da  pekiştirilerek.
1980'den bu yana geçen 20 yıllık sürede sağlık alanı ve özel olarak da Türkiye'de hekimlik ortamına yönelik birkaç parametrenin karşılaştırmasını yapmak izlenen politikayı adlandırmada yol gösterici olacaktır
12 Eylül sonrası (hükümet programını göz ardı edersek) 11 Kasım 1980'de sağlıkla ilgili ilk adımını MGK atıyor: Gülhane Askeri Tıp Akademisi Kanunu.(Kenan Evren'in daha sonra GATA mezunlarına hitaben yaptığı bir konuşmada "önce askersiniz, sonra doktor" dediği hala hatırlardadır). GATA'yı saymaz isek ilk adım 2162 sayılı Tam Gün Yasası'nın "hizmet ihtiyaçlarını karşılamaması ve devleti gereksiz mali külfete sokması" gerekçesiyle kaldırılmasıdır. Tam süre 2368 sayılı yasa ile değiştirilirken, yasanın sağlık çalışanlarına getirdiği avantajlar kaldırılmış, fakat diğer memurlara göre 1 saat fazla çalışma hükmü korunmuştur. 25 Ağustos 1981 yılında da zorunlu hizmet yasalaşmıştır. Anayasa düzeyinde ise, daha önce 1961 anayasası ile devletin sağlık alanında güvence olma işlevi 1982 anayasasında düzenlemeye dönüştürülmüştür. Bu genel çerçeve sağlığın ticarileştirilmesi politikası ile birlikte son 20 yılın temel politik omurgasını oluşturmuştur. Elbette bu politikayla eş zamanlı atılan adımlarla 1980'de 17 olan tıp fakültesi sayısı 2000'de 48'e, 27241 olan hekim sayısı (16699 uzman, 10542 pratisyen) 1998'de 77344'e (34189 uzman, 43155 pratisyen), ücret  1979'da (1/4'ü çıplak uzman maaşı) 676 dolar iken 2000'de 360 dolara karşılık gelir oldu.
Hekimlik ortamını doğrudan ilgilendiren adımlar anlamında tıp fakültesi sayısı ve hekim sayısının arttırılması ile kamuda çalışan hekimlerin ücretlerinin düşük tutulması çizgisi, sağlık alanında kamu kurumlarının çökertilmesi/desteklenmemesi ve sağlığın ticarileştirilmesi ile birleştirilince 12 Eylül'ün hekimlik ortamına ilişkin bir diğer sonucu belirginleşiyordu:Değerlerde erozyon/yozlaşma. Yurt sevgisi, dayanışma vb. kavramlar yerini rekabet ve kara bırakıyor; "önce insan" diyen hekim  "önce para" demeye; "önce eğitim" diyen öğretim üyesi, "önce özel hasta ve döner sermaye payı" demeye başlıyordu. Elbette 12 Eylül'ün zinde kuvvetleri bu adımlar için gerekli temiz ortamı sağlamak üzere, gerektiğinde arkalarında 1402'likler vb.ni bırakarak ilerliyorlardı.
Sonuçta 12 Eylül Türkiye'de çalışanların/yaşayanların aleyhine olarak  yeni bir ekonomik modelin yürütülebilmesi için yapılan bir askeri darbe olarak yakın tarihte yerini aldı. Bugün içinde yaşadığımız çerçevenin temelleri en genel anlamıyla bu darbe ortamında atıldı. Örgütsüz bir toplum yaratmanın sonucu olarak sağlıksız bir Türkiye tablosuyla karşı karşıyayız. Yazıda sadece hekimlerle ilgili verilen rakamları. toplumun sağlık göstergeleri açısından genişlettiğimizde tablonun vahameti net şekilde görülür. Kısacası 12 Eylül'ün baş aktörlerinin hekimlerde dahil olmak üzere hesap vereceği çok geniş bir kesim var. 12 Eylül'ü sorgulamak, işleri düzeltebilmenin en önemli ve vazgeçilmez görevlerinden biri olarak hala gündemde yerini koruyor. Bugüne dek bunun yapılamamış olması kurulmuş olan bütün hükümetlerin de aynı çizgiden besleniyor olmaları anlamını taşıyor. Türkiye çalışanlardan yana, sağlığı ve sağlık çalışanlarını önemseyen bir anlayışa ihtiyaç duyuyor. 12 Eylül anlayışıyla bunun olamayacağı ortada. Sorgulamadığımız sürece 12 Eylül, aktörlerinin yanı
sıra bizim için de tarihte kara bir leke olarak varlığını sürdürecek.