Bir panel öyküsü ve cevaevleri Dr.Ata Soyer Adalet Bakanlığı'nın cezaevlerine ilişkin bir sempozyum düzenlediğini Aralık ayı başında öğrendiğimizde, bize çok ilginç gelmişti. Üstelik de, busempozyuma bizleri de davet ediyordu; TTB olarak. Kendi aramızda bir değerlendirme yaptık, katılmamızın yararlı olacağını, ama yine de amaçlarını tam olarak öğrenmemiz gerektiğini düşündük. Merkez Konseyi'nden arkadaşlar, başlangıçta adli tıp, psikiyatri, insan hakları alanında çalışan ve cezaevleri hekimlerinden oluşan sekiz ismi Adalet Bakanlığı'na önerdi. Önce üç gün olacağı söylenen bu sempozyum programına, TTB'nin önerdiği sekiz kişinin yazıldığı bir taslak ulaştırıldı. Biz de hazırlıklara başladık. Sonra, sempuzyumun iki güne ineceği ve TTB'den sadece iki kişinin katılabileceği tarafımıza iletildi. TTB de, bu konuda Cem Kaptanoğlu ile beni önerdi. Ocak ayında, İstanbul'da sempozyumda neleri konuşacağımız tartıştığımız bir toplantı yaptık. 21-22 Ocak 2000 tarihinde yapılacak sempozyumun davet mektubu, İzmir'den ayrıldığım Cuma sabahına kadar (yani 21 Ocak) elime ulaşmamıştı. Aynı gün TTB'ne vardığımda saat 12:30'du ve Metin tam o sırada telefon ederek, bizim (Cem'le) katılacağımız panelin 13:30'da olduğunu, Cem'in de davetiye geç ulaştığı için panele katılamayacağını iletti. Yemek de yemeden, toplantının yapılacağı Adliye Toplantı Salonu'na gittim. Bir simit aldım. İçeri girdiğimde, toplantıyı düzenleyen yetkililere slayt makinesi ve tepegöz olup olmadığını sordum. "Yok" dediler, sonra eklediler; "Burası Adalet Bakanlığı..." Ne demekse? Kaderimize küsüp, diğer konuşmacıları buldum; Ankara Barosu'ndan Şanal Sarıhan, İstanbul Barosu'ndan Hakan Karakuş, İzmir Barosu'ndan Ahmet Hamdi Yıldırım. TBB Genel Sekreteri Özdemir Özok'un yöneteceği panelde, son konuşmacının da, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Müdürü Sevil Atasoy olduğunu öğrendik. Bu arada panelin saat 14:00'e ertelendiğini söylediler. Panel Özdemir Bey'in açılışı ile başladığında, çoğu erkek ve ceket-kravatlı, ciddi yüzlü 120-130 kişi salona girmeye başladı. İlk tur çok "makul"du. Herkes, sözleri seçerek, oldukça kibar olmaya çalışıyordu. Biraz, Avukat Karakuş'un konuşması sırasında salonda homurdanmalar oldu, ama pek problem yoktu. Ben de dördüncü konuşmacı olarak, o kadar hukukçunun arasında ne aradığımı -kendime sorarak- bir fıkra ile anlatmak, salonun çok ciddi -belki kasvetli demek daha doğru olacak- havasını yumuşatmak istedim. Fıkra Aydın abi (Çubukçu) patentli. "Tilki'nin teki, ormanda bir çilingir sofrası kurmuş, içiyormuş. Tam o sırada, oradan bir fil geçmiş. 'Ne yapıyorsun Tilki kardeş' demiş. Tilki de, 'Peynirimi yiyorum, etimi yiyorum, rakımı içiyorum. Aslan denen p...i bekliyorum, k..ına bir tekme atacağım'. -Doğalki boşluk olan yerleri, Adalet Bakanlığı'nın 'standartları'na göre ve oldukça sansürlü kullandım- Birazdan, maymun aynı yerden geçmiş ve aynı soruyu sormuş, Tilki de aynı yanıtı vermiş. Bir-iki, başkaları da geçmiş. Aynı soru, aynı yanıt. Tabii bu aslanın kulağına gitmiş. Birazdan, aslan peydah olmuş. 'Tilki, lan ne yapıyorsun burada?' Ses yok. Soru tekrar. Yanıt; 'Hiiç, peynir yiyorum'. 'Başka?'. 'Et de yiyorum'. 'Başka, başka?'. 'Eee, rakı da içiyorum'. 'Daha başka?' deyince aslan, tikli yanıtlamış: "İleri geri konuşuyorum işte...'. Ben de, fıkradan sonra, "ileri geri konuşma özgürlüğümü kullanmak için buradayım" diyerek , lafa girdim. Özet olarak, "cezaevinde yaşamak zorunda kalanların" dört temel sağlıkla ilgili hakkının olduğunu söyledim. "Hekime ve sağlık hizmetine ulaşma hakkı/ bu hakkın sağlık gerekçeleri dışında engellenmemesi; cezaevinde sunulan hizmetlerin, dışarıda sunulan sağlık hizmetlerine denk olması gerektiği; cezaevinde sağlık hizmeti alan insanların alacakları tıbbi bakım konusunda onay verme şartı olması ve tüm sağlık hizmet alma sürecinde mahremiyetlerinin korunması; cezaevinde çalışan hekim ve sağlık personelinin mesleki bağımsızlığı". Bunlara ilişkin örneklerin verildiği ve cezaevleri hekimlerinin eğitilmesi ile ilgili TTB'nin sorumluluk yüklenebileceğine ilişkin TTB'nin görüşünün iletildiği konuşmamı 15 dakikada tamamladım. Tüm konuşmalar bittikten sonra ara verildi. İkinci tura yeni sorularla başladık. "Ciddi" ve "ilkeli" bir kurum olduğundan gerek, sorular kağıtlarla geldi. En çok soru, "teröristlerin avukatı" olarak algılanan Şanal Hanım'a yöneltildi. Ama, ortalığı karıştıran soru, Avukat Kazım Bayraktar'dan geldi. "Hücre tipi" cezaevine ilişkin görüşlerini içeren bir kaç ibareden sonra, bu konuda tüm panelistlerin ve adına katıldığı örgütlerin görüşlerini soruyordu, Bayraktar. Ortalık karıştı. "Kim bu soruyu soran?", "Salonda bunların ne işi var?" vb. tepkileri, Avukat Özdemir Bey savuşturmaya çalıştı. "Hem malına hem mıhına vurarak" yaptığı uzun konuşma ile, TBB'nin hücre tipi cezaevini savunduğunu da öğrendik. Sonra, kimseye söz vermeden, önünde yaklaşık on kadar soru bulunan Şanal Hanım'a yanıt hakkı verdi. Süre gerekçesiyle ikinci sorudan sonra sözü geri aldı. Bu arad, Şanal Hanım konuşurken, salondaki tepkiler, homurdanmadan laf atmaya ve protestoya dönüşmüştü. Bu arada, zaman vb. gerekçe ile sınırlanan konuşma hakkımı istedim; salondaki tepkiler ve Bayraktar'ın sorusuna yanıt vermem gerektiğini düşündüğüm için. Çünkü, ben kendi adıma değil, TTB adına katılmıştım. Üstelik Metin de çok tambihlemişti; bizim üzerimizden istemediğimiz bir sorun çıkarmalarına izin vermemek gerek diye! "Aslında Adalet Bakanlığı'nın bu konuda, bizlerin katıldığı bir sempozyum düzenlemesi bizi memnun etmişti" diyerek başladım söze. "Bu girişimi, bu alanda bir uzlaşma arayışı diye yorumladık. Tabii ki, uzlaşma arayışı içeren toplantılara girilirken insanlar, önyargılarını kapıda bırakmak durumundadırlar. Oysa, ben burada tam tersine şahit oldum" benzeri şeyler sarfedip, "Ayrıca, panelistlerin salondakileri ya da birbirlerini hoşnut etmek gibi bir görevleri yoktur. Biz burada konuşup, kendi görüşlerimizi özgürce ifade edip, bir ortak noktaya varabilir miyiz diye geldik" dedim. "Hücre tipi konusundaki yaklaşımımızı dayandırdığımız temel kavramın evrensel sağlık tanımı" olduğunu ekleyip, "böyle bir cezaevi uygulamasının, en azından ruhsal ve sosyal iyilik haline aykırı olduğunu ve TTB'nin görüşünün de bu olduğunu" belirttim. "Biz buraya uzlaşma amacıyla gelmiştik. Ama eğer amaç, 'hücre-tipi' için Adalet Bakanlığı'nın bir meşruiyet arayışı ve bu arayışa TTB ve benzeri örgütleri ortak etme çabası ise, TTB buna katılmayacaktır" diyerek sözlerimi bağladım. Panel bitti. Sulhi Dönmezer Hoca, beni yanına çağırarak, bu "hücre-tipi" denen şeyin "aslında oda tipi" olduğunu belirterek, ne kadar yararlı olduğunu anlatmaya çalıştı. Ben de, "bunun önyargısız olarak tartışılabileceğini" kibarca ifede etmeye çalışırken, lafımı ağzıma tıkayarak, "Bu işin tartışılacak yanı yok. Sen şizofreniyi tartışıyor musun, ben de penalojiyi tartışmam. Bu doğrudur" diyerek, sert bir çıkış yaptı. Ben de teşekkür ederek ayrıldım. Sulhi Hoca, hala yanındakilere söyleniyordu; "Böyle eğitim toplantısı olmaz. Amacınız eğitim miydi, tartışmamıydı?". Toplantıdan çıktım. Verilen "görevi" yapmış(mıy)tım. Hiçbir hekimin olmadığı bir toplantıdaydı, ama olsun. 120-130 kişinin, yüzde 80-85'inin beğenmediği laflar etmiştim, ama olsun. Aydın'daki mitingi kaçırmıştım, ama ols... Yok, biraz orada düşündüm; Aydın'daki mitingi ekip, böyle bir panele gelmeye değer miydi? Sizce?
|