Deprem değil, kapitalizm yıktı

İlker Belek

Yaşadığımız deprem insana tarifi zor bir acı veriyor. Acı kimi kez her şeyi değersizleştiriyor , anlamsızlaştırıyor. Devlet kurumlarının ortaya koydukları “performans”herkesi çileden çıkarıyor. Kısacası , bireysel düzeydeki yetersizlikten kaynaklanan acz ile nefret duyguları birbirine karışıyor. Yinede acının içinden, sınıf bilinçli toplumsal tepkiyi örmek yönündeki çabalarımıza devam etmememiz gerektiğini önemle hatırlatmalıyız . Bu amaçla aşağıdaki noktaların başlangıç aşamasında hareket perspektifi belirlemek açısından belirleyici olduğu saptaması yapılabilir:

1-Türkiye’de hiçbir olayın doğal ve kendiliğinden tarafı yoktur. Her tür gelişmede, bu arada en “doğal” olaylarda bile toplumsal ve sınıfsal bir yön aramak ve açığa çıkarmak gerekir. Yaşadığımız deprem felaketi de bu türdendir. O bölgede yakın bir dönem içinde büyük bir deprem olacağı , olası sonuçları, bu sonuçlardan korunmak için ve deprem sonrasındaki hareket tarzına ilişkin olarak nelerin yapılacağı tam anlamıyla bilindiği halde, hiç bir şey zamanında , gerektiği gibi yapılmamış, tam bir vurdumduymazlık sergilenmiştir. Bu nedenle ortadaki tablonun kesinlikle taammüden işlenmiş organize, siyasal bir cinayet olarak değerlendirilmesi gerekir. Olay bu niteliği nedeniyle sınıfsal ve toplumsaldır.

2-Tammüden cinayetin faili iyi belirlenmelidir. Müteahhitler, devlet ve bütün kurumları , belediyeler, devletin memuru niteliği ile hareket eden “bilim adamları “, siyasal iktidar, Meclis, depremin en akut döneminde her şeye gözlerini kapayan sermayedarlar... Suçlular listesindeki bütün bu kurum ve kişilerin arasında acaba bir bağ , onların tümünü sarıp sarmalayan ve tümünün davranışlarına ortak amaç kazandıran bir üst belirlenim yok mudur? Bu failler çetesinin her birisinin birbirinden tamamen bağımsız biçimde ortaya çıkıp, davrandıkları ileri sürülebilir mi? Yoksa tümünün arasında bir kan bağının, amaç ve çıkar birliğinin bulunduğunu, tümünün aynı yolun yolcusu olduğunu mu söylemeliyiz? Örneğin müteahhitler, arazi ve inşaat mafyaları, hangi saiklerle hareket etmektedirler, bu sektörü bir kan ve can pazarına dönüştüren kapitalist rantçı ekonominin aşırı kar sunan nesnelliği değil midir; merkezi iktidardan kendilerine yeterli kaynak aktarılmayan belediyelere, Türkiye’deki çeteci ilişkiler ağının yerel düzeyde örgütlendiği kurumlar olmaktan başka bir seçenek bırakılmış mıdır, son yirmi yıldır devletin küçültülmesi operasyonlarını yürütenlerin, gazetelerindeki köşelerinden “Devlet nerede?” şeklindeki feryatlarının bir anlamı var mıdır; küçültülen devletin büyük sorumlulukların altından kalkması olanaklı mıdır, küçük devlet kamusal anlamda sorumluluklarını atmış devlet değil midir ve devletin küçültülmesini savunanların bu gerçeği bilmeleri zorunluluğu yok mudur; Cumhuriyet tarihinin belki en gerici hükümetini oluşturan siyasi partilerin oluşturduğu, aynı derecede gerici meclis, işçi ve emekçi sınıflarına karşı tahkim ve sosyal güvenlik yasalarını çıkarırken, iktidara destek verenlerin, yasaları alkışlayanların ve yasalara direnenleri devletin birlik ve bütünlüğünü parçalamak hedefindeki teröristler olarak niteleyenlerin Ecevit ve Demirel’den başlayan bürokratik şaşkınlık., cehalet, kasıt karşısında “devlet yok” demeye hakları var mıdır; gelir eşitsizliğinin giderek derinleştiği, en zengin %20’lik nüfusa girenlerin en yoksul %20’lik nüfusa girenlere göre on bir kat daha fazla gelir elde ettikleri, on beş yaş üstü nüfusun ortalama eğitim süresinin 3,5 yıl olduğu bir ülkede; halka dönüp içinde oturacağınız evin kolonlarının sayısına, duvarlarının kalınlığına, evin oturtulduğu arazinin jeolojik yapısına dikkat edin diyenlere, bilim insanı denebilir mi ve bizim bu “bilim insanları”ndan ciddi bir örgütlülükle devlet üzerinde bilimsel ilkeler adına siyasal baskı oluşturmalarını bekleme hakkımız bulunuyor mu; devleti küçültelim diye bağıran insanların emeklilik haklarına bile göz diken, uluslar arası sermaye çevrelerinin kuklası neo liberallerin, dincilerin, faşistlerin, sosyal demokratların, demokratik solcuların bu depremin ortaya çıkardığı tablonun hazırlayıcıları olduğu inkar edilebilir mi; silah ithalatı açısından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Türkiye’de sağlık, eğitim, bayındırlık, konut, sosyal güvenlik hizmetleri için kaynak yokluğunun gerekçeleri inandırıcı bulunabilir mi; ve nihayet bütün bunlar, Türkiye açısından son derece net bir tabloya işaret etmiyor mu? Depremin sorumlusu olarak Türkiye kapitalizmini, onun kurumsallığını saptamak, en gerçekçisi olmaz mı?

Türkiye kapitalist sistemin periferinde yer alan kapitalist bir ülkedir. Kapitalist ülkeler hiyerarşisindeki acımasız yarışa sonradan katılmıştır. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi, sonradan görmedir, arsızdır, gözü doymazdır. Bu nedenle rantçılık, devlet kaynaklarına el koymak, devlet kaynaklarıyla semirmek, Türkiye burjuvazisinin temel nitelikleridir. Yine bu nedenle Türkiye’de devlet, hiçbir dengeyi gözetmeden, burjuvaziye çalışmak zorundadır. 1980 sonrasında, iktidarlar bu nedenle özelleştirmeyi, bireyselci ideolojileri yaygınlaştırmak, kamusal, kolektif değerleri yıpratmak için ellerinden geleni yapmışlar ve sağda buluşmuşlardır. Bu siyasal, ideolojik operasyonunun organizatörü ü ve en büyük destekçisi de Türkiye burjuvazisidir. Bu nedenle, burjuvazinin deprem sonrası döktükleri, timsah göz yaşlarıdır. Bu nedenle depremi, depremdeki hareket tarzını, deprem sonrası durumu doğru değerlendirmek isteyenlerin, sınıfsal bakışa her zamankinden çok gereksinimleri vardır. Bu nedenle, ekonominin kamu tarafından örgütlenmesi gerektiğini, eşitlikçi, sömürüsüz bir dünyanın vazgeçilmezliğini anlatmak, her zamankinden daha zorlu ve acildir. Bu nedenle, felaket günlerinin sıcaklığında öncelikle iş yapmak gerekir gerekçesiyle, devletin yetersizliğini dile getirmekten, organizasyon bozukluklarının nedenini kamusal alanın küçültülmesi olduğunu açıklamaktan, Sağlık Bakanı’nın ırkçı yüzünü deşifre etmekten geri durmanın doğru ve kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur.

 

 

mail9.gif (17469 bytes)                    buton2.jpg (1100 bytes)ANA SAYFAYA DÖNÜŞbuton1.jpg (1100 bytes)