STED.......STED Kapak

.........
 
 
Günlüğümden


  Bu ayki Günlüğümden sayfalarında, Dr. Ali İhsan Güler’in anılarına yer veriyoruz. Sizin anılarınızı da bekliyoruz. Kendi sorunlarınızmış gibi görünenlerin pek çoğu aslında hepimizin sorunu. Çözümleri de paylaşalım.
 Ben bir tıp doktoruyum. Neredeyse 20 yıl oluyor mesleğe başlayalı. Küçük bir çocuktum henüz bu mesleğe gönül koyduğumda.
 Hala öyle midir bilmem ama bizim zamanımızda "Büyüyünce ne olacaksın?" diye sorduğunda büyükler, "Doktor olacağım” derdi on çocuktan dokuzu. 
 Ama benim gönül koyuşumun öyküsü bu kadar sıradan değil. En azından alışılagelmiş değil. Bana özgü bir öykü bu.  
 Annemin anlattığına göre: iki-iki buçuk yaşlarında iken bir gece ateşlenmişim. Babamsa evde yok. Çünkü babam o zamanlar özel idarede tahsildar. At sırtında köy köy dolaşıp arazi vergilerini topluyor. Gece sabaha karşı eve döner babam, pürtelaş o zamanlar ilçemin tek doktorunun evine koşar beni kucaklayıp panik içindedir. Çünkü benden önce de dört çocuğu ölmüştür bilinmez nedenlerden. 
 Doktorun kapısını çalarlar ama nafile rahmetli babama göre doktor uykusunu bölüp açmamıştır kapıyı belki de evde yoktur ya da yorgunluktan duymamıştır. 
 Başka bir yere götürecek ne araç ne de imkan var. Bildik yöntemlerle düşürmeye çalışırlar ateşimi. Ama sonuçta benim iki gözüm birden şaşı olur bu ateşli hastalığın sonunda. Babamın öfkesi dağ gibi büyür doktora yıllar içerisinde ve yıllarca yüreciğinde saklar bu öfkesini.
 Aradan uzun yıllar geçmiş ve ben doktor olmuştum. O doktor ise kısa bir süre sonra yurt dışına yerleşmişti. Ama birkaç yılda bir Türkiye'ye geldiğinde ilçemize gelerek birkaç gün eski arkadaş ve dostlarını ziyaret edermiş. 
 
 Haziran 1984
 Bende zorunlu hizmetimi yaptığım Hakkari'den izinli gelmiştim. Akşam üstü saatlerinde babam telaşla eve gelerek bana "çabuk bir yere gideceğiz" dedi ve birlikte çarşı meydanına doğru yürümeye başladık. 
 Bir esnaf dükkanının önünde birkaç kişi oturuyordu. Biri hariç diğerlerini tanıyordum. Onunda kim olduğunu az sonra anlayacaktım. Babam topluluğa hitaben selam verdikten sonra elimden tutarak o kişiye dönerek;
 "Bu çocuk kim doktor bey biliyor musun?" diye sordu. Ama yanıtımı beklemeden kükredi.
 "Bu çocuk hani o gece kalkıp bakmadığın için şaşı olan çocuk onu okuttum doktor yaptım ama o da senin gibi yapacaksa emeklerim haram zıkkım olsun" dedi ve kolumdan çekerek  oradan uzaklaştık.
 Herkes gibi bende çok şaşırmıştım. Aradan 25 yıl geçmişti ama babam hala yüreğindeki yangını söndürememişti. Benim meslek etiğimi deontolojiden daha fazla bu olay belirlemiştir ve şimdi anlamıştım üniversite sınavları aşamasında babamın ilerde tıp fakültesi ısrarını halbuki bende gönül koymuştum yıllar öncesinden çünkü büyüdükçe şaşılığım içime dert oluyordu. Çocukluk bu ya oyun oynarken ortaya çıkan her çocuk kavgasında “yılık” vb. tabirlerle yüzüme vuruluyordu bu özürüm. Eve gidip ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.
 Başta büyübabam ve babaannem olmak üzere herkes derdime çare bir yer aramakla meşguldü. Ama gerek o zamanların olanaklarının kısıtlılığı, gerek yoksulluk, gerekse cahillik sonucu hekimlere ulaşmam gecikiyordu. 
 6-7 yaşlarındayken babaannemin beni Bursa’da bir göz doktoruna götürdüğünü anımsıyorum birkaç kez doktorun simasını bile anımsamıyorum ama iki şey çıkmıyor usumdam. Biri saat kulesi gibi bir yerde asılı Mabel cikletlerinin üstündeki arap kıza benzeyen ve saat başlarında gong vururken dilini çıkaran kocaman bir saat, diğeri ise üstündeki köprüden geçerken görülen üstü çiçekler ile kaplı harika güzellikte bir dere. Nilüfer Çayı sanıyorum. 
 Büyüdükten sonra her Bursa’ya gidişimde her ikisini aramıştır hep gözlerim ama ne arap kızlı saati görebildim bir daha, ne de Nilüfer Çayının muhteşem güzelliğini.
 Sonra birilerinden ünlü bir doktor öğrendi ailem. İlkokul üçüncü sınıfı bitirmiştim. 9 yaşındaydım artık. Büyüdükçe özürümle alay edilmesi daha da ağrıma gidiyordu. 

 Annem kolundaki bilezikleri, babaannem boynundaki altını satarak babama verdiler. Babamla İstanbul’a yola koyulduk. Öyle lüks otobüsler falan yok ozaman önce Bandırma’ya, oradanda, gece vapuru ile İstanbul.
 Deniz otobüsü falan değil doğal olarak 40 yaşın üzerindekiler anımsarlar. Canlı hayvan taşınan anbarlarda yolculuk edilir. Yük gemisi anlayacağınız öyle oturma yerleri falan yok. Yere yayılan kilim, mukavva ya da gazetelerin üzerinde otularak hatta uyuyarak seyahat edilir. Yolculuk 12 hatta 14 saat sürüyor.
 Daha sonraları Cağaloğlu olduğunu öğrendiğim semtteki muayenehanesinde muayene oldum doktor Prof. Dr. Necdet Sezer’e. Rahmet ve minnetle anıyorum ve saygıdeğer bilim adamını. 
 Bize ameliyat günü verdi. Ama ameliyatı doçenti yapacaktı. Doçenti bu şaşılık ameliyatları için yurt dışı eğitiminden yeni dönmüştü. Yıl 1965 şimdi sıradan ameliyatlar arasına giren bu işlem o zamanlar oldukça önemli bir işmiş demek ki.
 Gün geldiğinde annemi de alarak yeniden İstanbul’a giderek Cerrahpaşa hastanesi göz kliniğinde ayrılan yatağıma yattım. Oda arkadaşım yetiştirme yurdunda kalan yani kimsesiz Hasan isminde yaşıtım olan bir çocuktu. 
 Onun rahatsızlığı farklı idi. Aynı gün ameliyat olduk. Bir daha da haberleşemedik. Hasan ile ameliyat sonrası narkoz etkisinden kurtulmaya çalışırken “Anne ben iyiyim sen Hasan’a bak” dediğimi duygulanarak anlatırdı annem. İkimizin de gözleri kapalı. Yardıma muhtacız. Ayrıca o zamanın anestezi tekniğinden olacak bulantı ve kusmamızın çok fazla olduğunu anımsıyorum. 
 İki gün sonra doktorum bir gece yarısı gelerek beni aşağıda kattaki muayene odasına indirdi ve gözlermi açarak muyane ettikten sonra “kalk aynada gözlerine bak delikanlı” dedi. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi ve sonuç muhteşemdi. Ben artık şaşı değildim. 
 İşte o günlerde doktor olmaya hem de Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde okumaya gönül koydum. 
 Aradan yıllar geçti ve ilk tercihim Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazandım.
 Okula kaydımı yaptırdığım gün göz kliniğine giderek yattığım odayı buldum. Yıllar öncesini ve oda arkadaşım Hasan’ı düşündüm. 
 Prof. Dr. Necdet Sezer hocam geçen zaman içinde rahmetli olmuştu. Ama ameliyatımı yapan o zamanların çiçeği burnunda doçenti Prof. Dr. Nejat Ayberk artık hocamdı. 
 Kısa bir süre sonra göz kliniği arşivinden dosyamı çıkarttım. Beyaz önlüğümü de giydim. Artık doktor adayıydım. O kadarcık da havamız olsundu artık, değil mi? Dosyayı koltuğumun altına alıp hocamın odasına, kapıyı vurup girdim içeriye. Elini öpmek ayrıca muayene olmak istediğimi söyledim. Hocam koltuğa oturarak muayeneye başlar başlamaz sordu. Şaşılık ameliyatını kim yaptı?”
 “Siz Hocam” diyerek dosyayı uzattım.”Bu kötü ameliyatı ben mi yaptım.” diyerek saçlarımı okşadı.
 
 Bir süre sonra bu hocamın yanında bir ay stajer doktor olarak çalıştım. Bunun ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ne yazık ki bundan 8-10 yıl önce kaybettiğimiz bu dev bilim adamı hocamı da şükran ve minnetle anıyorum. Allah rahmet eylesin.
 Burada bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Hocalarımız öğrencilerine yakınlarına muayene ve tedavi için başvurduğunda çok yakın ilgi gösterirlerdi. Bu nedenle o dönemin öğrencilerine iyi örnek olmuşlardır. 

 İşte ben böyle doktor oldum. Bu bir pembe dizi senaryosu değil. Babamın hakkını helal edeceği bir doktor olmaya çalıştım. Hakkari ve bir süre Balıkesir merkezde çalışıp, ilçeme dönerek 12 yıl ilçemde görev yaptım. Babam sağdı. Sınavdan geçtim ve bir gün durup dururken bana emeklerini helal ettiğini söyledi. Çünkü günün hangi saati olursa olsun hastalarım kapımdan dönmedi. 
 Bu yazıyı zayıfta olsa, cılızda olsa bu sessizliği yırtan bir sevda çığlığı, bir umut çığlığı olsun diye yazdım. Karanlığı yırtsın diye yazdım. Tanyeri gibi güneş gibi kocaman yırtmazsa da karanlığı, olsun varsın mum ışığı da olsa yırtar ya karanlığı bir parçacıkta olsa.
 Biz hekimleri bu kadar hafife kimse alamaz diye isyan için yazdım.
 

.............................................Başa Dön.....Sayfa Başı