TTB 66. Büyük Kongresi’nde Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu adına Dr. Derya Pekbayık konuştu

Türk Tabipleri Birliği'nin 4 Temmuz 2015 tarihinde gerçekleştirilen 66. Büyük Kongresi'nde TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu adına Dr. Derya Pekbayık'ın yaptığı konuşma aşağıdadır: 

Değerli meslektaşlarımız,

1980’lerden beri  neoliberalizmin temel hedefi, sermayenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Devletin kontrolündeki alanların piyasaya açılması ile tüm kamu hizmetlerinin piyasalaştığı, özelleştirmelerin yapıldığı ve sosyal politikalarda yeni bir dönemin başladığı görülmektedir.

Bu politikalar kadın sağlığı üzerine farklı biçimlerde ve yoğunlukta  olmuştur.

Bir yanı; eğitim ve gelir eşitsizliği, istihdamı kapsayan sağlığın toplumsal arka planıdır. Neoliberal politikaların neden olduğu yoksulluk, kadınları daha fazla etkilemektedir. Kadınların işgücüne katılım oranları düşüktür, emek piyasasında düşük ücretli, güvencesiz, sendikasız çalışma kadınlar arasında daha yaygındır. Tüm bunlar sağlığın belirleyicileri olarak işlev görmektedir.

Kadınlar, gerek doğurganlık özelliği gerekse toplumsal cinsiyet yükü nedeniyle sağlık hizmetlerinde bir risk grubudur. Kadın sağlığı hizmetlerinin ağırlıklı olarak koruyucu sağlık uygulamaları olması, bu hizmetin entegre bir biçimde sunulmasını, ayrıca her kadına ulaşılabilen bir tarzda olmasını gerektirir.

Oysa; sağlık hizmetlerinde yaşanan neoliberal dönüşüm sonucu, gerek birinci basamak sağlık hizmetlerinin sunumu gerekse sağlığın finansmanında köklü değişimler olmuştur. Bildiğiniz gibi; dönüşümün temel niteliği sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasalaşmasıdır. Yaşamın her döneminde, koruyucu hizmetler başta olmak üzere sağlık hizmeti gereksinimi daha fazla olan özellikle yoksul kadınların sağlık hizmetine erişimi engellenmektedir.

Neoliberal politikalar; mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden beslenmektedir.

Devlet,  sosyal sorumluluklarından sıyrılma çabasındadır. Bunun yerine ücretsiz  kadın emeğini ikame etmektedir. Giderek daha çok çocukların, yaşlıların ve hastaların bakımı gibi toplumsal yeniden üretim süreçleri devletin değil kadınların sırtında ek yük olmaktadır. Bu durum kadınların, toplumsal cinsiyet rolleri gereği yürüttükleri işlerin artmasına, böylece fiziksel ve ruhsal tükenmişliğe neden olmaktadır. Bu tükenmişlik, başta kas-iskelet sistemi hastalıkları, ruhsal sorunların artmasıyla kendini göstermektedir.

Bu politikaların toplumsal kabulünü sağlamak adına muhafazakarlık imdada yetişmiş; yeni muhafazakar söylem neoliberal politikalarının sürdürülmesi için anahtar öneme sahip olmuştur.

Kilit noktalara bakalım;                                                                                                                                                  

1-      Neoliberal politikalar kadın emeğini  değersizleştirmeye çalışıyor.

Son üç yıldır AKP hükümetinin her altı ayda bir, ya anneliği ya da kadın istihdamını teşvik etme başlığı altında sunduğu paketlerin/ programların arkasında sermayenin çıkarları yatıyor. Kadının asıl işi annelik ve ev içi işler olarak sunuluyor. Kamuoyunda Aile Paketi olarak da bilinen tasarı gençleri çeyiz hesabıyla erken evliliğe, altın vaatleri, kendi hesabına çalışanlar için getirilen doğum borçlanması, tüp bebek için verilen teşvikler ve çocuk bakım izinleriyle hemen doğurmaya teşvik ediyor. Doğum izni adı altında kadınların tam zamanlı ve güvenceli işlerde çalışması ortadan kaldırılarak eksik primli, düşük ücretli, yarı zamanlı işlerde çalışması yasalaştırılmış, böylece işlerinde ilerleme gösterme, terfi etme, hatta emeklilik hakları ellerinden alınmış oluyor. İşgücü piyasasında yer alan kadınlar için, gebelik ve doğum, işsiz kalma riskini beraberinde getiriyor. İşgücüne katılan kadınlar çoğunlukla kayıt dışı, sigortasız ve sendikasız çalışıyorlar. 

“Aile Paketi” özel istihdam bürolarına kadınların doğum, süt izni, ücretsiz izin  veya doğum sonrası tanınan kısmi çalışma sürelerinde geçici iş ilişkisi kurma, yani geçici işçi bulma yetkisi tanıyor. Bu yolla geçici, eğreti, güvencesiz çalışmayı kadınlardan başlayarak başat çalışma biçimi kılmanın adımı atılmış oluyor. 

Kadınların kariyerleri sadece  “annelik” olarak sınırlanıyor. Kreş  konusu tavsiye niteliğinde düzenlemelerle geçiştiriliyor,  kamuya ait kreşlerin kapatılmasından sonra,  kreşlerin de piyasalaşması destekleniyor. Kadınlık sadece çocuk doğuran ve bakan, erkeklerle hiçbir biçimde eşit olmayan vatandaşlar olarak kuruluyor. Kadınların üreme/ ürememeyi, evlenme/ evlenmemeyi seçme hakları yok sayılıyor. Yeni toplumsal cinsiyet modelinde kadın himayeye muhtaç, erkeğin tamamlayıcısı olarak resmediliyor.

2-      Emeğin ucuzlatılması yönünde nüfus politikaları geliştiriliyor.

12 yıllık kadın düşmanı  ve  muhafazakar AKP iktidarı sürecinde kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıkları üzerindeki hakları elinden alınmaya ve kadınların kariyerleri sadece  “annelik” olarak sınırlanmaya çalışıldı. Nitekim dönemin Başbakanı önce her aile en az üç çocuk doğurmalı derken zaman içinde bunu beşe çıkardı. 

663 sayılı kararname ile Anayasa değişikliği beklenmeden doğum kontrolü politikası rafa kaldırıldı. Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü kaldırıldı. Böylece ihanet olarak gördükleri doğum kontrolünü kaldırmaya çalıştılar. 

Kamu hastanelerinin aile planlaması polikliniklerini kapattılar. Geçmişte buralarda çalışmış olan eğitimli, sertifikalı personel ya AH geçti ya da başka birimlerde çalışmaya başladı. Tüm Aile Planlaması için bir ilin stoklarında malzemelerini aynı anda bulmak artık  nadir bir durum. Nitekim 2013 TNSA’da 2008 TNSA’ya göre kadınların aile planlaması yöntemlerini edindikleri yerlerde özel sektör artmış durumda. 

Anayasa’nın 41. maddesi devletin aile planlaması hizmeti vermesini zorunlu kılmaktadır  ve 2827 sayılı yasa yürürlüktedir. Ancak devlet eliyle oluşturulan algı ile isteğe bağlı kürtaj yasak sayılmakta ve kamuda yapılmamaktadır. Kürtaj cinayetle eş tutulmaktadır. İzmir, Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde  bile kürtaj kamu hastanelerinde göstermelik birer hastane dışında yapılmamaktadır. 

Kadınların başındaki bir başka sorun ise Gebliz’dir. Gebliz sistemiyle bir kadın gebelik testi yaptırdığı andan itibaren izlemeye alınmakta, test sonuçları aile hekimlerine iletilmektedir. Ve eğer kadın bu işlem sırasında önüne konulan formda “mahremiyet butonu” adı verdikleri yeri işaretlemediyse oturduğu eve telefon edilerek ya da bizzat eve gidilerek tüm hane halkı bilgilendirilmektedir. 2015’te bugüne kadar 144 kadının öldürüldüğü ülkemizde devlet kadın cinayetleri ve şiddet için bir kapı daha açmaktadır. 

Bizler kadın hekimler olarak kadınların istedikleri zaman, istedikleri sayıda çocuk doğurmalarının kendi kararları olması gerektiğini savunuyoruz. Devlet Anayasa’nın 41. Maddesine uyarak yükümlülüğünü yerine getirmeli ve  aile planlaması hizmetini  eksiksiz vermelidir. Yasal olarak yapılması gereken kürtaja erişimin önündeki yasak algısı kaldırılmalıdır. Gebliz yeniden düzenlenerek kadınların mahremiyeti esas alınmalıdır.

3-      Kadını köle haline getirmeyi amaçlayan politikalardan gözü dönmüş şiddete varıldı.

Tüm bu nüfus, sosyal yardım ve istihdam politikalarının sürdürülebilmesi, ortadan kalkan sosyal devlet görevlerinin kadınların omuzlarına yüklenebilmesi için kadın bedeni, emeği ve cinselliğinin ailede denetim altına alınması gerekli. Bu denetim bazan rıza, çoğu kez çeşitli şiddet biçimleriyle sürdürülüyor. Kadınlar anne ve eş kimliklerinden bağımsız var olmak istediklerinde boşanma oranlarını düşürebilmek için ombudsmanlar, danışmanlar, imamlar, aile irşad büroları, evlilik kursları, annelik okulları devreye giriyor. Amaç bir yandan rıza oluşturmak, öte yandan toplumsal cinsiyet rollerini yeniden düzenlemek. Cinsiyet eşitliği ilkesinin yerini tamamlayıcılık, fıtrat, adalet gibi muğlak kavramlar alıyor.

DSÖ’nün 2014 verilerine göre dünyada her beş kadından en az biri yaşam boyu tecavüz ya da tecavüz girişimine uğramaktadır. Kadınlara karşı şiddetin yaşam boyu sıklık oranları % 16 ila 50 arasında değişmektedir. Bu rakamların gerçeğin bir kısmını gösterebildiğini biliyoruz.

Kadına karşı şiddet –özellikle yakın partner şiddeti ve kadına karşı cinsel şiddet- majör halk sağlığı sorunlarıdır ve kadının insan haklarının ihlalidir. Ülkemizde son 12 yılda 5 bin kadının öldürüldüğünü öğreniyoruz. Kadınlar aileden başlayarak sokakta, iş yerinde, toplu taşımda, okulda, karakolda, yaşamın her alanında tacize, tecavüze, dayağa maruz kalıyorlar, öldürülüyorlar. Kadınlara yönelik adeta bir cins kırımı yaşanıyor. Kadınları değersizleştiren, ikincilleştiren her türlü dini, geleneksel, kültürel söylem, kadınlara karşı şiddet ve katliam olarak geri dönüyor. Erkek eliyle uygulanan şiddet, devlet şiddetiyle kurumsallaşıyor. Kadınlar gözaltı arabalarında, emniyette, fiziksel şiddetin yanında cinsel şiddete de maruz kalıyorlar. Transfobinin kimliklerini, bedenlerini ve hayatlarını değersizleştirdiği translar toplumsal nefretin hedefi oldukları kadar, kolluk güçlerinin sürekli taciz ve tecavüzüne de uğruyorlar.

Türkiye; toplumsal cinsiyet eşitliğinde; ekonomik, politik, eğitim ve sağlık belirleyicileri yönünden dünyanın 142 ülkesi arasında 125. Sırada yer almaktadır.

6284 Sayılı yasa ile elde ettiğimiz hakların, altyapı eksiklikleri, uygulayıcıların bilgisizliği ve kadından yana olmayan uygulamalar nedeniyle kağıt üstünde kaldığını görüyoruz. AKP Hükümetinin bu yönde en önemli adımı olarak sunduğu şiddet önleme ve izleme merkezleri (ŞÖNİM)  14 ilde 2 yıldır pilot uygulamada. Hükümet ne yenisini açıyor, ne de işlemediği için ŞÖNİM’leri  kaldırıyor. Kadına Yönelik Şiddetin en önemli kurumlarından olan sığınakların sayısı 2002’de 11 iken 2014’te 125’e çıktı. Fakat bu sayı hala olması gereken rakamın çok altında. Avrupa Konseyi’nin standartlarına göre sığınaklarda her 10.000 kişiye kalacak bir yer olması gerekmekte. 5393 sayılı belediye kanununda yapılan değişikliğe göre ise, büyükşehir belediyeleri ve nüfusu 100.000’in üzerinde olan belediyeler sığınak açmak zorunda. Bu kanuna göre belediyelere ait sığınak sayısı 235 olması gerekirken şu anda belediyelere ait sığınak sayısı sadece 90.

Kadına Yönelik ve Ev içi Şiddetle Mücadele ve Şiddetin Önlenmesi Konusunda Avrupa Sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış, 30 Temmuz 2014’te Türkiye’nin de aralarında olduğu 11 ülke sözleşmeyi parlamentosunda onaylamıştır. İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet temelli şiddeti yok etmek için üye ülkeler için kapsamlı ve yasal olarak bağlayıcı çerçeve öngörüyor.

Sözleşme, taraf ülkelere şiddet görenlere, şiddetten kurtulmak için uygun destek hizmetleri sağlamayı garanti etme görevi yüklemektedir. Sağlık bakımı ve sosyal hizmetler sunmalıdır. Ayrıca, sözleşme, yeterli sayıda ve kolay ulaşılabilir kadın sığınma evi, tecavüz kriz veya cinsel şiddet sevk merkezleri açmayı ve ülke düzeyinde 7/24 açık, ücretsiz ve gizliliğe önem veren acil telefon yardım hattı oluşturmayı öngörmektedir. İstanbul Sözleşmesi’ne göre kürtaja zorlamak veya kürtaja engel olmak fiilleri cinsel şiddet kapsamına girmektedir. İstanbul Sözleşmesi ile hükümet dışı gönüllü kuruluşlar sürecin izleyicisi olacaklardır.

Diğer yandan; çocuk evlilikler ve çocuk annelikler kamuoyunda isabetsiz biçimde ve adeta meşruiyet/ olumlu imaj kazandırmaya hizmet edecek şekilde “çocuk gelinler” temasıyla gündemde olan erken yaştaki zorla evlilikler, kadına yönelik şiddetin bir türü olarak yaygınlığını korumakta ve kadınların en temel haklarına erişimini engellemektedir. Başta kadın örgütleri olmak üzere, konuya duyarlı toplum kesimlerinin, sanat-medya organlarının çalışmalarına ve sayısız kampanyalarına karşın, normalize edilmesine yönelik politikaların (cezasızlık, imam nikahı, geleneklere sığınma vb) hız kesmeden sürdürülüyor olması, sorunu ürkütücü boyutlara taşımaktadır. Öyle ki dünya genelinde sayıları 60 milyona ulaşan erken yaş kız çocuğu evliliklerinin 5.5 milyonunun Türkiye’de olduğu dile getirilmektedir.

Çocuk evlilikler ve erken yaş gebelikler, eşler arası yaş farkının büyüklüğüne bağlı psiko-sosyal sorunlar yanı sıra, anne ve bebek sağlığını olumsuz etkileyen pek çok komplikasyona yol açmaktadır. Bunlar arasında en sık rastlananlar kanama, düşük, erken doğum, güvenli olmayan kürtaja bağlı anne ölüm riski, prematüre ve düşük doğum ağırlıklı çocuk doğurma riski, giderek artan ergen kadın intiharları ve yenidoğan ölümleridir. 

Yaygın olarak erkek egemen kültürel pratiklerle ve kapitalist üreme politikalarıyla sürdürülen çocuk yaşta evlilikler, başta BM Çocuk Hakları Sözleşmesi olmak üzere insan hakları ve kadın haklarına ilişkin uluslararası düzenlemelerin ihlali anlamına gelmektedir. Bu bağlamda BM Genel Kurulu’nun Kasım 2014’te kabul ettiği çocuk yaşta, erken ve zorla evliliklerin yasaklanmasına ilişkin önerge tarihsel bir önem taşımaktadır. Önerge, üye devletlerin çocuk evliliklerini yasaklayan yasalar çıkarmasını ve kız çocukların yaşamını etkileyen bu pratiklerin sonlandırılması için etkin önlemler almasını hükme bağlamaktadır.

DSÖ’nün 2014 verilerine göre şiddetli çatışmalar, sivil savaşlar, afetler ve zorunlu göçlerden etkilenen 50 milyon insanın tahminen %80’ini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.

Muhafazakarlığın barbar yüzü kızkardeşlerimize tecavüz ediyor, öldürüyor, esir pazarında köle haline getiriyor. Hemen yanı başımızda süren  IŞİD terörü  bölgede Türkmen, Arap, Ezidi, Süryani, Alevi ve Kürt halklarına saldırmaktadır. İki milyona yakın  insan yurdundan göç etti, yüzlercesi göç yollarında açlık ve susuzluk nedeniyle hayatını kaybetti, yüzlercesi vahşice katledildi. Sınırı geçmeden önce birer vatandaş olan insanlar, sınırı geçtikten sonra tüm haklardan mahrum bir kaçağa ya da daha iyi ihtimalle son derece kısıtlı haklara sahip bir mülteci/ sığınmacıya dönüştü.

Türk Tabipleri Birliği’nin  Göç ve Sağlığa Dair Faaliyetleri kapsamında  yaptığı çalışmalar kadınların yaşam koşullarının zorluğunu göstermiştir. Göçmen kadınlar kamplarda ya da yaşam alanı buldukları koşullarda en temel sağlık hizmetlerine ulaşamamıştır

Hekimlerin hiç bir ikirciklenme olmaksızın savaş karşıtı olması gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle Suriye sınırına sevkiyat haberlerinin geldiği bu günlerde tüm insanların yaşam hakkını savunan biz kadın hekimler, tüm meslektaşlarımızı, tüm tabip odalarını ve Türk Tabipleri Birliği’ni savaş karşısında kesin ve  net anlaşılır bir tutum almaya, savaş karşıtı tutum belgesi hazırlamaya davet ediyoruz. 

Son olarak; 

TTB kadın hekimlik kolunun kuruluşunun üzerinden 9 yıl geçti. Yola çıkış ilke ve amaçlarımız doğrultusunda geçen bu 9 yılda çok şey yaptık, kadın mücadelesine destek verdik, kendimizi örgütlemeye, dayanışmamızı arttırmaya çalıştık. Kimi zaman yavaşladık, ancak mücadeleden geri durmadık. Yapacak çok şeyimiz olduğunun bilincindeyiz. 

55 Büyük TTB kongresinin  38. No’lu kararıyla bağlanan “cinsiyet kotası” kadın hekimler açısından önemli bir adım, bir dönüm noktasıdır. Ancak TTB ortamında kadınların katılımını arttıracak mekanizmalar basitçe cinsiyet kotasının seçili kurullarda uygulanmasından ibaret olmayıp, tüm kol ve çalışma gruplarında uyulması, dikkate alınması gereken bir ilke olmalıdır. Ne yazık ki, bir çok kolda tümüyle erkek hekimlerden oluşmuş tablolar görmekteyiz. Kadın hekimlerin eylemlere, çalışmalara katılmıyor olması kabul edilemez bir argümandır. Bugün burada Büyük Kongre delegeleri yönünden bakıldığında; 65 Tabip Odası arasından 38 Odanın hiç kadın delegesi bulunmamaktadır. 27 Tabip Odasından gelen 56 kadın meslektaşımız ile Büyük Kongre delegelerinin sadece %13’ünü oluşturmaktadır.

Kadınların toplumsal yaşamın, toplumsal mücadelenin başat unsurları olduğunu görüyoruz. Gezi’den,  Kobane’de barbarlıkla savaşan kadın gerillara kadar,  kadınlar kurtuluş mücadelesini yükseltmişken, örgüt içindeki cinsiyet eşitsizliği, olsa olsa örgütsel iklimin erkek egemen  anlayıştan arındırılması zorunluluğunu akla getirmektedir.

 

AKP iktidarı nedeniyle kadınlar için gittikçe daha boğucu bir hal alan gerici-muhafazakar ülke atmosferi her alandaki eşitlik mücadelesinin önemini arttırmaktadır. Biz eşitlik mücadelesinde kendi öz örgütümüzde de engellerle karşılaşmak  istemiyoruz.

 

Türk Tabipleri Birliği Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu 04.07.2015 Ankara