BU YAPILANLAR, NE ANLAMA GELİYOR? Türkiye
sağlık sistemini piyasacı yönde değiştirmeye yönelik müdahalelerin tarihi 1980’lere
kadar uzanıyor. Bugünkü iktidarın ise, parlamentodaki güç dengelerine bağlı olarak
bu işi sonuçlandırmak niyetinde olduğu anlaşılıyor. Ancak,
değiştirilmek istenen yalnızca sağlık sistemimiz değildir. Esasen bütün devlet yapılanması,
sosyal güvenlik sistemleri, vb de aynı operasyona muhataptır. Dolayısıyla bugünkü
iktidarın niyeti geleneksel olarak sosyal devletçi anlayışın ürünleri olan bütün
sistemleri ortadan kaldırmak ve yerlerine dönemin egemen paradigmalarıyla uyumlu
olanları yerleştirmektir. Öte
yandan bu operasyon Türkiye ile sınırlı da değildir. Bütün dünyada benzer değişikliklerin
gerçekleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. O halde Türkiye’de yaşamakta
olduklarımızın nereden kaynaklandığını ve ne anlama geldiğini anlamak için dünya
ölçekli genel gelişmelere bakmak gerektiği açıktır. Belirleyici gelişme:
kapitalizmin uzun depresyonu
Kapitalizmin
19. yüzyılın başlarından beri iktisadi anlamda depresyon-daralma/rahatlama-genişleme
kıskacında dalgalandığını biliyoruz. Kapitalizmin kaderi bu. Depresyon aşaması
biraz daha uzun sürmek üzere, bu iniş çıkış kollarının her birisi yaklaşık 20
yıllık dönemleri kapsıyor. Depresyon üretimde, ticarette ve istihdamda daralma anlamına
geliyor. Başka göstergeler de (gelir gibi), bu üç önemli göstergeye göre
şekilleniyor. Kapitalizm
1970’lerin ortalarından beri yeni bir depresyon dalgasını yaşıyor. Bu saptama
konusunda soldan ve sağdan bakan bütün iktisatçılar, sosyal bilimciler hem fikir. Kapitalist
sistemin bugün yöneldiği eğilimleri anlamak açısından depresyonu ortaya çıkaran
nesnel gelişmelere değinmek gerekir. Depresyonu belirleyen dinamik kar oranlarının düşmesi
eğilimidir. Yani depresyon döneminde, bir sektöre, bir coğrafi alana (örneğin bir
ülke sınırlarına) yatırılan ya da o sektörde, ülkede biriken sermaye, eskiden sağladığı
kar oranını sağlayamaz olur. Çünkü, artık sermayenin yoğunlaşma derecesi ile
merkezileşme-tekelleşme derecesi arasındaki optimum denge bozulmuştur. O sektöre,
bölgeye biriken sermaye miktarı (yoğunlaşması), yoğunlaşma derecesi ile uyumlu
miktarda kar artışı sağlayamazsa, sermayenin önündeki tek çıkar yol yeni sektörlere
ve coğrafyalara tekelleşerek açılmaktır. Tahmin
edileceği gibi yukarıda özetlenen dinamik çok önemli siyasal müdahaleleri gerektirir
ve buradaki asıl amaç sermayenin yeniden yapılanmasını sağlayacak uygun zemini
yaratmaktır. Bu anlamda, devletin küçültülmesi gereği üzerinde duranların
tezlerinin tersine, devlet sürecin en önemli aktörü olarak devrededir. Kar
oranlarının artırılması amaçlı operasyonun önemli başlıkları şu şekilde
sıralanabilir: 1-
Tekelleşmeyi hızlandıracak uygulamalar: Aslında ekonomik krizin ve daha uzun süreli
bir dönem olarak depresyonun kendisi buna zemin hazırlar. Küçük sermaye grupları
krize dayanamazlar ve silinirler, onların boşta bıraktığı üretim alanlarını,
sermayeyi ise daha büyükleri doldurur, yutar. Bu süreçte devlet bu gelişmeyi
hızlandıracak, standardize edecek, büyük sermaye grupları açısından “tarafsızlaştıracak”
bir işlev üstlenir. 2-
Yeni coğrafyaların kapitalist sisteme entegre edilmesi: Kapitalist sistemin coğrafi
olarak yaygınlaşması, kapitalist sistemin eski sınırları içinde bozulmuş sermaye
yoğunlaşması/merkezileşmesi dengesinin daha geniş ölçekte tesis edilmesinin
olanaklarını yaratacaktır. Aslında bu operasyon 20. yüzyılın başlarına kadar
tamamlanmıştı. Coğrafi keşifler ve dünya savaşları kapitalist sistemin dünya
ölçekli egemenliğini sağlamak amacına yönelikti. Ancak, 20. yy’ın ortalarında
gelişen sosyalist sistem bu anlamda sınırlayıcı bir işlev görmüştü. Şimdi son
10 yıldır kapitalizm dengelerde yeni bir düzeltme yapıyor, deyim yerinde ise öç alıyor. 3-
Emek üretkenliğinin artırılması: Bu kar oranlarının artırılmasına yarayan teknik
bir koşuldur. Üretkenlik ne kadar artarsa, yani birim zamanda üretilen meta miktarı ne
kadar çoğalırsa maliyet o kadar düşer, kar olanağı o kadar yükselir. Şüphesiz
üretkenlik artışı, tek başına kar realizasyonu anlamına gelmez. Çünkü bunun
için metanın satılması gerekir. Dolayısıyla üretkenlik artışı kar oranlarında
artış sağlamanın gerekli koşulu olmakla birlikte, yeter koşul yukarıda sıralanan
ilk iki gelişme tarafından sağlanacaktır. 4-
Emek fiyatlarının ucuzlatılması: Bu da kar oranlarının artırılması amacına yöneliktir. Şimdi
yukarıda sıralananlara stratejik düzlemde daha ayrıntılı olarak bakabiliriz. Kapitalizmin, düşen
ortalama kar oranlarını yükseltmeye yönelik stratejileri
1-
Savaşlar: Aslında bu strateji iktisadi anlamda işlemesi beklenen sürecin en son
aşamasıdır. Ancak tekelleşmeye, üretkenliği artırmaya yönelik iktisadi süreçle
süreklilik ilişkisi içindedir. Doğrudan doğruya yeni coğrafyaların merkez
kapitalizmine, emperyalist sisteme entegre edilmesine yöneliktir. Eski sosyalist sistemin
ve Yugoslavya’nın parçalanmasını, Afganistan ve Irak savaşlarının tümünü bu
yönde değerlendirmek uygun olur. Son 10 yıl içinde yaşanan bu savaşların tümü,
bir yandan sermayenin hareket alanını genişletmeye, ona kar elde edebileceği yeni
coğrafyaları sunmaya, bir yandan da hammaddelere sahip coğrafyalarda askeri ve siyasal
hegemonya kurmaya yöneliktir. Savaş olgusu kapitalist sistemin sürekliliği açısından
iktisadi anlamda yararlı bir işleve sahiptir. 2-
Devletin yeniden yapılandırılması ve özelleştirmeler: 1970’lerin
ortalarında başlayan ekonomik depresyona, daha paylaşımcı, sınıflar arasındaki
dengeleri gözeten (ekonomik, sosyal, siyasal anlamda), emek gücü maliyetlerinin görece
daha pahalı olduğu sosyal devlet konjonktüründe girildi. Devlet o ortamın düzenleyicisi,
deyim yerinde ise gözeticisi, koruyup, kollayanı idi. Bunların ötesinde, devlet sağlık,
eğitim hizmetlerini parasız olarak sunuyor, sosyal güvenlik sistemlerinin finansmanına
önemli oranda destek veriyor, kısacası emek gücünün yeniden üretimini gerçekleştiriyordu.
Bu nedenle, kar oranlarını artırmak için sermayenin yeniden yapılandırılmasının gündeme
getirildiği depresyon dönemi devletin klasik sorumluluklarında tam anlamıyla depremle
sonuçlandı. Çünkü sermayenin yeniden yapılandırılması sermaye birikimi alanında
devlet ve özel sektör sorumluluklarının yeniden tanımlanmasını gerektirir. Böylece
devlet etkin olduğu bütün üretim alanlarını, tabi eğer bu alanlardan kar elde etmek
olanaklı ise, özel sektöre açar. Sanayi ve hizmet sektöründeki bütün yatırımlarını
yok pahasına özel sektöre satar. Bütün bunlar, burjuva sınıfının çıkarlarının
gözetildiği yeni bir döneme işaret eder. Bu
gelişmenin doğrudan etkileri sosyal (sağlık, eğitim) sektörlerin finansmanı
konusunda ortaya çıkmaktadır. Devletin aradan çekilmesi sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi
sonucunu yaratmaktadır. Ancak bunun da ötesinde, son yıllarda devlet daha doğrudan biçimde
özel sağlık sektörünü desteklemeye, özel sağlık kurumlarına doğrudan kaynak
aktarmaya başlamıştır. Bütün Avrupa ülkelerinde daha önceden tamamen kamusal
nitelikli olan hizmetlerden katkı payı alınmaya başlanması, özel sağlık
sigortalarına alan açılması, Türkiye’de son düzenlemelerle özel sağlık
kuruluşlarına devlet kanalıyla hasta akışının sağlanması bu gelişmenin
örnekleri olarak verilebilir. 3-
Emek gücü fiyatının düşürülmesi: Bu, ortalama kar oranlarının yükseltilmesi
bakımından en kaba ve eski stratejilerden birisidir. Özellikle emek yoğun üretim
alanlarında etkinliği yüksektir. Ancak, son yıllarda stratejinin çok değişik biçimleri
gündeme getirilmekte ve bunlar sanki işçi ve emekçi sınıfların yararına
şeylermiş gibi ideolojik bir yanılsamayla topluma sunulmaktadır. Bu değişik biçimler
şöyle sıralanabilir: A)
Ücretin kaba baskılama yöntemleri: Özellikle sendikasız sektörlerde bugün
halen yaygın olarak kullanılmaktadır. B)
Sendikasızlaştırma: Kapitalizmin
kendi krizini çözmek için geniş toplum kesimlerine karşı yaklaşık 30 yıl önce başlattığı
saldırıya gereğince yanıt verilememiş olması büyük hak kayıplarına yol açmıştır.
Bir yandan gerçek gelir düşmüş, bir yandan iş güvencesi ortadan kalkmış, işçi sınıfına
yeni katılanlar düşük ücretlerle ve iş güvencesi aramaksızın çalışmaya razı
olmuşlardır. Bütün bunlar sendikaların işçi sınıfı gözündeki prestijinde ciddi
azalmaya neden olmuştur. Sonuç olarak, bugün, sendikasızlaştırma burjuvazinin en
önemli saldırı stratejilerinden ve sendikasızlık da en önemli toplumsal
gerçeklerden birisidir. Son 15 yıl içinde bütün merkez kapitalist ülkelerde
sendikalaşma oranlarında yarı yarıya azalma olmuştur. Sendikasızlık işçi sınıfının
dayanışmasını kırmakta, bu hak kayıplarının büyümesine neden olmakta ve sendikasızlığı
artırmaktadır. Sendikasız ortamda ücret düzeyleri bireysel düzeyde ve patron tarafından
tek yanlı olarak belirlenmektedir. C)
Esnek çalışma ve esnek ücretlendirme: Uzun depresyon döneminde sermaye grupları
arasındaki sektörel ve coğrafi rekabetin kızıştığı bilinmektedir. Rekabetin
artması, burjuvazi açısından, ücretlendirme, istihdam politikalarında ve emek
hacminde, rekabet koşullarına göre değişen talep dalgalanmalarına uyum gösterecek
değişiklikleri gerekli kılmaktadır. Burjuvazinin isteği, piyasa talebinin
daraldığı dönemlerde işçi çıkarmak, işçilerini ücretsiz izne ayırmak,
ücretleri dondurmak, hiç ücret ödememek, işçilerin ücretlerini bireysel sözleşmelerle
belirlemek, daha çok, verimli çalışana daha yüksek ücret ödemeyi, dolayısıyla işçiler
arasına bireysel düzeyde rekabet sokmayı olanaklı kılacak performansa göre ücret
vermektir. Talebin arttığı dönemlerde ise olabildiğince uzun süreli çalışma
hedeflenmektedir. Böylece esneklik, kapitalist piyasanın gereksinimlerine yönelik
düzenlemeler olarak ortaya çıkmakta ve bu süreç içinde kesinlikle örgütlü bir sınıf
talebinin, direncinin gelişmesi istenmemektedir. Bu durumda sosyal devlet döneminde, işçi
sınıfının ve sosyalist sistemin-mücadelenin etkisiyle şekillenmiş iş hukuku
aşırı derecede rijit olarak algılanmaktır. Bu nedenle son yıllarda iş hukuku
yeniden düzenlenmekte, Avrupa Birliği bu konuda merkez kapitalist ülkeler ölçeğinde
öncülük görevi üstlenmektedir. İş yaşamının esnekleştirilmesi adı verilen bu düzenlemeler
şu ana başlıklar altında gerçekleştirilmektedir: Sözleşmeli istihdam, yarı süreli
çalışma (kadrolu yarı süreli, sözleşmeli yarı süreli olarak), evde çalışma,
tele çalışma, yıllık çalışma saati uygulaması, fazla mesailerin
sonlandırılması, performansa göre ücretlendirme, çalışma sürelerinin uzatılması. 4-
Emeği kapitalist işyerine ideolojik olarak bağlama işlevi gören stratejiler: Bu
başlıkta değerlendirilmesi gereken stratejiler kalite çemberleri ile toplam kalite
yönetimidir: A)
Kalite çemberleri: Bunlar aynı üretim hattında çalışan ya da farklı üretim
hatlarında olsalar da benzer işi yapan işçilerin-emekçilerin oluşturduğu 8-10
kişilik sorun çözme gruplarıdır. Grupların oluşturulması önerisi, üretimi ve
üretimdeki sorunları en iyi derecede tanıyanların üretimi gerçekleştirenler olduğu
gerçeğinden hareketle geliştirilmiştir. Gruplar gönüllülük temelinde oluşturulur.
Mesai saatleri dışında toplanır. Toplantı sıklığı genellikle haftada bir, süresi
ise 1-2 saattir. Grupların oluşma aşamasında grup bireylerine grup iletişimi, sorun
saptama ve çözme teknikleri, veri değerlendirme ve analiz teknikleri gibi konularda
eğitim verilir. Hedef o üretim bandındaki ya da o iş türündeki sorunların
saptanarak, uygun çözüm önerilerinin üst yönetime sunulmasıdır. Böylece kalite
çemberlerinin ekonomik hedefi maliyetin azaltılması, kalitenin artırılması, piyasa
egemenliğinin sağlanması ve kar oranının artırılmasıdır. Ancak bunun ötesinde, işyerinde,
işçiler arasında “biz” havasının yaratılması gibi son derece önemli bir başka
işlevi daha vardır. Kalite çemberlerinin ya da diğer ekip çalışması türlerinin
üretim ortamındaki geleneksel (sendikanın varlığına bağlanan) çatışmacı
ilişkilerin sonlandırılmasında, işyerinde patronlar, yöneticiler ve işçiler arasında
uyumun geliştirilmesinde, işçilerin çekincesiz biçimde işletmenin ekonomik
hedeflerine kilitlenmesinde işlevsel olacağı düşünülmektedir. Uygulamalar bu
ideolojik varsayımların önemli oranda gerçekleştiğini göstermektedir. B)
Toplam kalite yönetimi: Günümüzde kapitalist işletmeler arasındaki rekabette
işletmelere üstünlük sağlayacağı varsayılan özelliklerden birisi kaliteli ürün
üretimidir. Toplam kalite yönetimi ürün kalitesinin artırılmasını sağlayacak bir
işletme ideolojisinin yaratılması anlamına gelir. Daha önceden sıralanan esnek
teknoloji, kalite çemberleri, ekip çalışması, performansa göre ücretlendirme,
bireysel sözleşme sistemleri gibi stratejilerin tümü de toplam kalite yönetimi
felsefesine olanak tanıyan uygulamalar olarak ele alınırlar. Ancak toplam kalite yönetimi
bu unsurların toplamından öte bir şeydir. İşletmenin bir bütün olarak, bütün
çalışanlarıyla (patronlar, yöneticiler de çalışanlar olarak tanımlanmak üzere)
birlikte süreç içinde sürekli yenilenen hedeflere ulaşmak amacını taşıyan bir
felsefedir. Buradaki önemli nokta hedeflerin müşteri (sağlık ve eğitim için de bu
kavram geçerli olmak üzere) memnuniyetini, dolayısıyla piyasa egemenliğini
sağlayacak bir yönelim içinde belirlenmesidir. Sağlıkta müşterinin, ancak sağlık
kurumu kapısından girebilenler olmasının ve dışlanan yoksulların toplam kaliteciler
açısından önemi yoktur. toplam kalite yönetimi, dünyayı işletmeyle sınırlayan
para göz bir “felsefe”dir. Toplam kalite yönetimi stratejisi, bugün, işini yapmak
isteyen, ancak kaynak eksikliği, vb sorunlar nedeniyle bunu gerçekleştiremeyen sosyal
sektör emekçileri açısından bir çekim merkezi olabilmektedir. Unutulan ise toplam
kalite yönetiminin emekçilerin çıkarlarını görmezden gelerek ve en sivri biçimde
uygulanan piyasa ekonomisi koşullarında sağlık ve eğitim hizmetlerinin
paralılaştırıldığı bir ortamda uygulamaya sokulmuş olmasıdır. Toplam kalite yönetiminde
kalite ancak hizmeti kullanabilenler için söz konusu olabilir. Toplam kalite
yönetiminde sistem derin bir emek sömürüsü zemininde çalışır. 5-
Üretkenliğin artırılması: Bu, kar oranlarını artırmayı hedefleyen tek
teknik niteliği olan stratejidir. Üretkenlik teknolojik gelişme ve emek gücünün
niteliğinin artırılması ile sağlanabilir. Ancak her ikisi de yatırım
harcamalarını artırdığı için özellikle, depresyon dönemlerinde, kendi başlarına
kar oranlarını düşürücü bir etki de gösterebilirler. Bu nedenle de yukarıda
sıralanan stratejilerle birlikte yaşama geçirilme zorunlulukları bulunur. Özellikle
bilgisayar kontrollü makinelerin geliştirilmesi üretkenlikte ciddi artışa neden
olmaktadır. Bu teknoloji bir yandan üretim hatalarını azaltmakta-sıfırlamakta
(sıfır hatayla üretim), bir yandan aynı üretim bandında talebe göre değişik çeşitlilikte
ürünlerin üretimine olanak vermekte (esnek teknoloji ve üretim), bir yandan üretim
hacmi talep dalgalanmalarıyla uyumlu biçimde düzenlenebilmekte, böylece de stoklar
azaltılmakta (talebe göre üretim-tam zamanında üretim), bir yandan da üretimin en azından
kimi aşamaları fabrika dışında, ulaşım aşamasında-yolda gerçekleştirilebilmektedir
(yolda üretim). Depresyonun sağlık
sistemine yansımaları
Günümüzde
sağlık sistemlerinde gözlenen değişimin temel mantığı piyasalaştırma-özelleştirmedir.
Bu süreçte birkaç gelişmenin altının çizilmesinin yararı olur: 1-
Piyasalaştırma-özelleştirme süreci içinde devletin sağlık alanındaki sorumluluğu
planlama ve standart belirlemeyle sınırlanmaktadır. Böylece sosyal devletçi ve
sosyalist devletlerin bu alandaki hizmet finansmanı ve üretimi sorumlulukları başka
aktörlerin ellerine bırakılarak dağıtılmaktadır. Bu gelişme sağlığın bir hak
olarak görüldüğü sosyal(ist) görüşün terk edilmesi, lanetlenmesi anlamına
gelmektedir. 2-
Dağıtılan sistem içinde özel sağlık kuruluşları ve genel olarak özel sektör iki
önemli aktörden birisi olarak (diğeri kamudur) tanımlanmaktadır. Hal böyle olunca
özel sektöre finansman akışını sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesi de
zorunlu olmaktadır. 3-
Finansman mekanizması içinde, devletin işlevleri sınırlandığı için, genel bütçe
payı azaltılmaktadır. Bunun yerini kamu ve özel nitelikli sigortalar doldurmaktadır.
Böylece finansmanda da ikili bir temel yapı ortaya çıkmaktadır. Finansman açısından
bir diğer önemli gelişme cepten harcamaların özel sigorta fonlarına
akıtılmasının amaçlanmasıdır. Bu da sermayenin yeniden yapılanmasıyla uyumludur.
Çünkü cepten harcamaların özel sağlık sigortalarına yönlendirilmesi sağlık
sistemi içindeki sermaye birikimi ve tekelleşmesi sürecine katkıda bulunacak bir
gelişmedir. Türkiye açısından ise tüm toplumu kapsayacağı hedeflenen genel
sağlık sigortası yapısı yeniliklerden bir başkasıdır. Bunun toplumun çoğunluğu
açısından en kaba anlamı, ödenen bin bir çeşit vergiye, bir de, sigorta primi adı
altında sağlık vergisinin eklenecek olmasıdır. Genel sağlık sigortası,
sağlıktaki bütçe fonlarını azaltmanın ve sağlık fonlamasında vatandaşa yüklenmenin
yoludur. Finansmandaki bu dünya ölçekli genel gelişmelere ek olarak Türkiye’de
sistemin finansman krizi tamamen belirgindir. Bu nedenle de çok daha fazla oranda bütçe
ve prim gelirlerinin dışındaki katkı paylarına muhtaçtır. Birinci basamak sağlık
kurumlarımızı da kapsayan döner sermaye uygulamasını bu çerçevede değerlendirmek
uygun olur. 4-
Hizmeti üreten ve finanse eden kurumlar piyasa koşullarında ilişkiye sokulmakta, buna
da rekabet denmektedir. Böylece, finansör kurumların, belirleyecekleri hizmet
standartları ve fiyatlarıyla, üretici kurumlar arasındaki rekabeti geliştirecekleri,
bunun da hizmet kalitesini artırıp, fiyatları ucuzlatacağı varsayılmaktadır. Oysa
aynı sistemin İngiltere’de son 10-15 yıllık uygulamaları böyle bir rekabetin gelişmediğini,
tam tersine parçalanan yapının yönetimsel ve toplam maliyetlerde yükselmeye neden
olduğunu göstermektedir. 5-
Parçalanan sistem içinde emekçilerin de parçalanması zorunluluğu görülmektedir.
Bunun yöntemi olarak ise sözleşmeli çalışma, yarı süreli çalışma, performansa göre
ücretlendirme gibi stratejiler gündeme getirilmektedir. Bütün bunlar sağlık
piyasasında emek fiyatının düşürülmesinin yoludur. Sonuç: Bu kapsamlı
saldırı karşısında takınılacak tutumdaki olası ideolojik yanılgılar hakkında
Yaşadıklarımızın
içinde belki de en tehlikelisi olan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Riskler hem
halkın sağlığı, hem de sağlık emekçilerinin hakları için söz konusu. Devlet
halk sağlığını piyasa güçlerine bırakıyor. Bunun rekabeti, kaliteyi artıracağı
belirtiliyor. Sağlık çalışanlarının sözleşmeli çalıştırılması ve
performanslarına göre ücretlendirilmesi hedefleniyor. Bunların çalışanla çalışmayanı
ayıracağı, kamunun atıl yapısına çözüm getireceği ileri sürülüyor. Oysa
piyasanın ve özelleştirmenin hizmet maliyetlerini artırdığını, piyasa ortamında
ancak parası olanların hizmetten yararlanabildiklerini biliyoruz. Kamu sigorta
sisteminin geçerli olduğu koşullarda bile, sistem piyasa mantığıyla örgütlenmişse,
cepten ödemelerin temel bir finansman mekanizması olarak kullanılması kaçınılmazdır.
Sağlık çalışanlarının sözleşmeli çalıştırılması iş güvencesinin ortadan
kaldırılmasıdır. Performansa göre ücretlendirme, iş ortamında yöneticilere tam
anlamıyla boyun eğen, birbirleriyle uyumsuz, birbirinin açığını kollayan
bireylerden oluşan bir kadro yaratır. İş güvencesinin, adil bir atama sisteminin
bulunmadığı, emeğin hakkıyla ücretlendirilmediği bir sistemde, performansa dayalı
ücret, emekçileri birbirine kırdırmanın, onlara boyun eğdirmenin aracı olarak çalışır. Gündemimize
sokulan ve esasen dünya ölçekli olarak gelişen bu operasyona karşı yürütülecek
mücadeledeki en önemli yanılgı, operasyonun genel ve bütünlüklü kapsamını gözden
kaçırarak, bütünü oluşturan parçaları tek tek ele almak olacaktır. Daha önceden
değinildiği gibi gelişmeleri belirleyen temel etken kapitalizmin henüz aşamadığı
uzun depresyonudur. Daralmaya karşı geliştirilen stratejilerin tümü, sermaye sınıfı
tarafından tek taraflı olarak gündeme getirilmektedir. İkinci
önemli ideolojik hata ise tek tek ele alınan stratejilerin kimilerinde işe yarar bir
şeylerin olabileceği arayışı içine girmektir. Böyle bir arayışın operasyona
entegre olmak, onay vermek anlamına geleceği baştan kabul edilmelidir. Esasen ilk
yanılgı bu ikincisi için kapı aralamaktadır. Örneğin, stratejiler sınıfsal
karakterli bir bütün olarak değil de tek tek ele alındıklarında hizmet kalitesinin
artırılması yönündeki çabaları olumsuzlamak, eleştirmek mümkün olmayabilir.
Kalite kavramının, uygulamasının, sendikasızlaştırma, iş güvencesini ortadan kaldırma,
sağlık hizmetlerini özelleştirme gibi diğer stratejilerle birlikte gündeme getirildiği
görüldüğünde, ancak böyle bir bütünlüklü bakış yöneltildiğinde, bu tekil
uygulamanın gerçek işlevi kavranabilir. Kapitalizm
kendi depresyonunu, bunalımını aşmak için bütün sınıfsal aktörleriyle, kurumlarıyla
saldırıyor. Önündeki örgütlü bütün güçleri yok etmek gibi temel bir hedefi var.
O nedenle bu kapsamlı sınıfsal saldırıya, ancak yine en azından aynı kapsamda
sınıfsal bir duruşla karşılık verilebilir. Sınıfsal karşı duruşun en önemli
hedeflerinden birisi sınıfsal saldırının sınıf karakterini deşifre etmek,
saldırının zararını gören bütün toplumsal sınıf ve tabakaları bu bilinçle bir
araya getirmektir. Dolayısıyla bu ortamda tek başına Türk Tabipleri Birliğinin,
hekimlerin yapabilecekleri sınırlıdır. Eğer hekimler, kendi alanlarından, bu sınıf
cephesine sınıfsal bir katkı koyabilirlerse mücadelede yararlı olabilirler. Sınıfsal
karşı duruşun asgari ekseni anti kapitalist olmak zorundadır. Çünkü, kapitalizm
krizsiz, kriz ise sağlıksız olmaz. Üstelik krizden çıkış her zaman emeğin
haklarına saldırıyla olanaklı olabilir. Kısacası, bugün kapitalizmle krizden çıkış
çabalarının anlamı emeğe burjuva sınıf saldırısıdır. Buradan bir başka noktaya
daha geçiyoruz: O halde sağlıklı toplum, eşit, parasız sağlık sistemi talebimiz,
bu taleplerin gerçekleştirilmesine olanak tanıyacak genel sosyalist bir toplumsal
örgütlenme modelini de işaret etmek zorundadır. Sağlık hizmetinden eşit ve
gereksinim duyulduğu anda ve kadar, parasız olarak yararlanmak ancak kamucu bir sağlık
sisteminde olanaklı olabileceği için. Herkesin gereksinimi kadar sağlık hizmetinden
yararlanamaması durumunda kalitenin sözü bile edilemeyeceği için. Ancak toplumsal
gelirin emeğe göre paylaşıldığı bir toplumsal düzende, emekçiler gönüllü
olarak enerjilerini toplumsal gereksinimler ve sorunlar için harcamamayı,
performanslarını yükseltmeyi kabul edecekleri için. Ve nihayet, bütün bunlar ancak eşitlikçi
bir sistemde yaşama geçirilebileceği için. NEYİ, NASIL İSTEMELİYİZ?
BM Ticaret ve Kalkınma
Konferansı’nın 1997 Raporu’na göre Türkiye’de nüfusun en zengin %20’si ulusal
gelirin %55’ini alırken, en yoksul %40’ı da ancak %13’ünü almaktadır. Bu
gruplamaya göre bile en yoksulların yarısı kadar olan zengin nüfus bu grubun dört
katından fazlasını almaktadır. Halbuki girişte de ifade edildiği gibi ulusal gelirin
ancak %10’u zenginlerden alınanlardan oluşuyor. Vermeden, üretmeden alıyorlar,
almaya da devam etmek istiyorlar. Türkiye’deki temel sorun burada yatmaktadır. Yukarıda bazılarını
tartıştığımız hukuksal düzenlemeler, sistemi patronlar adına “güzelleştirmenin”
araçları olarak AKP hükümeti tarafından kendinden öncekilerin yapmak istedikleri
gibi uygulamaya konmak istenmektedir. Ancak görülmelidir ki kendi insanının kanı
pahasına emperyalistlere bağımlılık dışında hiçbir program önermeyen bu
hükümet, işbirlikçileri ve akıl hocaları emperyalistlerle mücadele tek bir sektöre
daralarak yürütülecek boyutları uzun zamandır aşmıştır. Yerlisiyle,
yabancısıyla patronlar yirmi yıldır bekliyorlar, “geciktiler”, geciktirdik. Bunu
sağlayan bileşenin en önemli unsuru doğaldır ki örgütlü mücadelemizdi. Patronların
eylem planlarına noktayı koyamamaları yine bizlerin uzun soluklu, kararlı, örgütlü
mücadelesiyle yakından ilişkili. İşçisiyle, memuruyla, köylüsüyle, öğretmeniyle,
ustasıyla, hemşiresi, ebesi, doktoru, madencisiyle birlikte örgütlü mücadeleyi
örmeli ve yürütmeliyiz. Ancak bir defa daha anımsamalıyız ki, Türkiye’de bahsettiğimiz
temel sorunu çözmeden sağlıktaki sorunları da çözemeyiz. Bunun içindir ki eşitsizlikleri
ortadan kaldıracağımız bir yaşam hedefiyle sağlık sorunlarımızı da çözebileceğimizi
görerek yürümeliyiz. |
||
|