TÜBİTAK
RAPORU NEDEN BİLİMSEL DEĞİLDİR?
TÜBİTAK
raporunun hazırlanması
13.05.1997
tarihli Danıştay kararıyla işletme izni iptal edilmesine rağmen, Eurogold şirketi
Bergama-Ovacık altın madeninde bu tarihten sonra da değişiklikler yapmayı sürdürmüş
ve deneme üretimlerinde bulunmuştur. TÜBİTAK raporundan edinilen bilgiler, tesiste en
az iki kez, biri 20-27 Şubat 1998 tarihleri arasında, diğeri 1999 yılı içerisinde
olmak üzere, deneme üretimi yapıldığını göstermektedir. Eurogold tarafından
yazılmış birkaç rapor da TÜBİTAK raporunun bir çok noktasında alıntılanmakta ve
kaynak gösterilmektedir.
Anlaşıldığı
kadarıyla bu deneme üretimleri sonucunda şirket tarafından yazılan raporlarla ilgili
bakanlıklara başvurular yapılmış, Başbakanlık bunun üzerine TÜBİTAK'tan bir
rapor hazırlamasını istemiştir. Başbakanlık Müsteşarlığı'nın TÜBİTAK'a gönderdiği
ve söz konusu yatırımın taşıdığı risklerin kabul edilir olup olmadığının
araştırılmasını isteyen yazılı talimatın tarihi 08.03.1999'dur. TÜBİTAK bunun
üzerine proje yürütücüsü Prof.Dr. Naci Görür başkanlığında bir komisyon
oluşturmuş, bu
komisyon
tarafından 8 ay içerisinde bir değerlendirme raporu hazırlanmış ve Ekim 1999'da
ekleriyle birlikte 800 sayfaya yakın tutan bu rapor Başbakanlığa sunulmuştur.
Raporun çeşitli
yerlerinde en çok alıntılanan ve kaynak gösterilen Eurogold raporunun tarihi ise
Haziran 1999'dur. "Ovacık Projesi Çevre Faaliyetleri İncelemesi ve Strateji
Raporu" başlığını taşıyan ve Eurogold A.Ş. tarafından hazırlanan raporun, TÜBİTAK
raporunun hazırlanması süreci içinde yazıldığı ve komisyon üyelerine sunulduğu
anlaşılmaktadır. Zaten TÜBİTAK raporunun pek çok bölümü sözünü ettiğimiz bu
Eurogold raporunun kimi yerde bire bir alıntılanarak onaylanmasından oluşmaktadır.
TÜBİTAK
raporunu hazırlayan komisyon şu isimlerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Naci Görür (Proje
Yürütücüsü, İTÜ Maden Fakültesi), Prof. Dr. Derin Orhon (Çevre Uzmanı, İTÜ
Çevre Mühendisliği Bölümü), Prof. Dr. Olcay Tünay ve Doç. Dr. Işık Kabdaşlı (Çevre
Kimyası Uzmanları, İTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü), Prof. Dr. Mehmet Canbazoğlu
(Cevher Hazırlama Uzmanı, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi), Prof. Dr. Hasan Yazıcıgil
(Hidrojeoloji Uzmanı, ODTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü), Prof. Dr. Mahir Vardar
(Mühendislik Jeolojisi ve Jeoteknik Uzmanı, İTÜ), Prof. Dr. Haluk Eyidoğan (Sismoloji
Uzmanı, İTÜ Maden Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü), Prof. Dr. Aykut Barka
(Neotektonik ve Deprem Uzmanı, İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü), Prof. Dr. Fehim
Üçışık (Çevre Hukuku Uzmanı, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Öğretim Görevlisi
Dr. Süleyman Övez (Çevre Ekolojisi Uzmanı, İTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü)
Rapor 9 adet
uzman raporu, teknik ve bilimsel doküman listesi ve ABD'de komisyonu temsilen Prof. Dr.
Naci Görür ve Prof. Dr. Derin Orhon'a verilen konuyla ilgili bir seminerin notları ile
bu raporların genel sonuçlarını derleyen 20 sayfalık bir sonuç raporundan oluşmaktadır.
Raporun giriş bölümünden öğrenildiğine göre komisyonun kimlerden oluşacağı TÜBİTAK
adına Prof. Dr. Naci Görür, üniversite temsilcisi olarak Prof. Dr. Derin Orhon, Çevre
Bakanlığı temsilcisi olarak Kimyager Haydar Hazer ve Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı temsilcisi yük. Müh. Necati Yıldız tarafından belirlenmiştir.
TÜBİTAK
raporunun genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, ilk başta raporun tek yanlı ve
bilimsel tarafsızlık ilkeleri gözetilmeden yazılmış olduğunun altı çizilmelidir.
Hatta pek çok bölümde bilimsellikten bütünüyle ayrılıp, yanlış ya da eksik bilgi
aktarımına ya da bilgilerin taraflı yorumlanmasına dayanan yanlış bilgilendirme yapıldığı görülmektedir.
Eurogold tarafından
hazırlanan, bilimsel olmayan ve doğal olarak bütünüyle taraflı "Ovacık Projesi
Çevre Faaliyetleri İncelemesi ve Strateji Raporu", TÜBİTAK raporunun pek çok
yerinde aynen yer almakta ve onaylanmaktadır. Sözgelimi Çevre Hukuku Uzmanı Prof. Dr.
Fehim Üçışık tarafından yazılan toplam 11 sayfalık hukuki görüş açıklamasının
4 sayfalık 3. Bölümü tamamen ve yorumsuz olarak sözü edilen Eurogold raporundan yapılan
alıntılardan oluşmaktadır.
Bu alıntılarda
şirket Danıştay kararına konu olan risklerin tümünü ortadan kaldırdığını iddia
etmekte ve bunu "Tesiste alınan çevre önlemleri sayesinde maden işletmesinin
insan sağlığı, tarım ürünleri, bitki ve hayvanlar ile hava ve su kalitesine hiçbir
şekilde olumsuz etkisi olmayacaktır", "çevre güvenliği bakımından dünyadaki
en emniyetli madenlerden birisidir" gibi kesin hüküm içeren ve bilimsel olmayan
cümlelerle yapmaktadır. Hatta eşik değer kavramının içeriğini bütünüyle altüst
eden, insan sağlığı konusunda en ufak bir bilgisi olan herkesi dehşete düşüren aşağıdaki
gibi cümlelere yer verilmektedir: "ABD Kamu Sağlığı Dairesi, hiçbir olumsuz sağlık
etkisi olmaksızın her gün sürekli alınabilecek serbest siyanür miktarını 0,05
mg/kg vücut ağırlığı olarak belirlemiştir. Bir örnekle açıklamak gerekirse,
sudaki siyanürün tamamının serbest siyanür halinde alacağını varsayarak 70 kg
ağırlığında bir kişinin, hayatı boyunca her gün Ovacık atık havuzundaki sudan
bir defada 3,5 litre içse bile olumsuz bir etkisi olmayacaktır." Kuşkusuz
yukarıda verilen gibi bir eşik değer bu tür toksik maddeler için sorunsuz olarak her
gün alınabilecek (neredeyse tavsiye edilen !) bir miktarı değil, kesinlikle
aşılmaması gereken en üst madde konsantrasyonunu ifade eder. Yukarıdaki cümle,
kavramı bütünüyle deforme etmekte ve yanıltma amacını taşımaktadır.
Prof. Üçışık,
açıklamasının kalan sayfalarında da Danıştay kararı ve Anayasa ve ilgili
yasalardan maddeler alıntılamakta ve en son değerlendirme bölümünde (tamamen alıntıladığı
Eurogold raporuna dayanarak) şu sonuca varmaktadır: "Mevcut mevzuatın durumu, söz
konusu üretim yönteminin 100 yılı aşkın süredir uygulandığı ve teknolojide ileri
ve çevre konusunda duyarlı ülkelerde de uygulanmakta olduğu iddiası ve anılan
kararın belirtilen özelliği karşısında bizce, bu yargı karar, anılan yöntemi
mutlak olarak yasaklayan bir karar olarak değerlendirilemez."
Burada hukuksal
ya da bilimsel bir anlamı olmayan ve Eurogold tarafından ileri sürülen "dünyada
kullanılıyor, bizde de kullanılabilir" argümanı dışında hiç bir argüman
kullanılmadığı, başkaca hiç bir kaynağa başvurma gereği de duyulmadığı görülmektedir.
Bu tamamen taraflı bir tutumdur.
Raporda sonradan
kurulmuş bulunan arıtma tesisine büyük yer verilmektedir. INCO SO2/Hava prosesi denen
bu yöntemde atıktaki siyanür miktarı kimyasal bir yöntemle azaltılmaktadır. Raporun
Olcay Tünay ve N. Işık Kabdaşlı tarafından hazırlanan bölümünde bu yöntemin
dünyada 63 tesiste kullanılan yaygın bir yöntem olduğu belirtilmektedir. Ancak bu
bilgilerin alındığı referanslara bakıldığında bilgilerin bütünüyle arıtma
tesisini inşa eden INCO firmasının yöneticisi Devuyst'dan alınmış olduğu görülmektedir.
Öte yandan
1998'de arıtma tesisinin denendiği üretimin sonuçları da rapora eklenmiş, tamamen
Eurogold ve INCO tarafından, üstelik tesis tam kapasitesinin üçte birinde 4 gün çalıştırılarak
yapılmış bu testlerin sonuçlarına dayanılarak arıtmanın yeterli olduğu sonucuna
varılmıştır. Arıtma tesisinin tam kapasite ile 8 yıl boyunca çalıştığı
takdirde ne gibi aksaklıklar yaşanabileceği, tüm diğer endüstri tesislerinde olduğu
gibi ne kadar devre dışı bırakılacağı (ya da bırakılmak zorunda kalınacağı),
arıza durumunda tesiste üretimin de durdurulup durdurulmayacağı, dolayısıyla arıtma
öncesi atık suda bulunduğu söylenen 144 mg/l siyanürün doğrudan atık havuzuna
bırakılıp bırakılmayacağı, dahası arıtma tesisinin söylendiği verimde çalışmasını
kimin (hangi bağımsız ve tarafsız kuruluşun) nasıl denetleyeceği ve çalıştırılmaması
durumunda ne gibi bir yaptırım uygulanacağı, raporun hiç bir bölümünde
sorgulanmamaktadır.
Eurogold ve INCO
firmaları tarafından yapılan söz konusu test üretimlerinin sonuçlarına göre atık
havuzuna bırakılan suda 1mg/l'nin altında serbest siyanür bulunacağı söylenmekte,
bu miktarın da risk yaratmadığı iddia edilmektedir.
Bu yorum bütünüyle yanıltıcıdır. Çünkü önemli olan havuzdan
herhangi bir sızma ya da taşma durumunda çevreye ve yerüstü ve yeraltı sularına
karışacak siyanür miktarıdır ve önemli olan miktar havuzda 8 yıl boyunca ne kadar
siyanür depolanmış olacağıdır. Bununla ilgili hiç bir bilgi yoktur.
Verilen 1mg/l
rakamı doğru olsa bile (ki bu miktar hiçbir bağımsız kaynak tarafından
doğrulanmış değildir) atık havuzunun 3 milyon metreküp hacminde olduğu düşünülürse,
havuzun tamamen atık suyla dolu olduğu bir sırada taştığı varsayıldığında
mevcut 3 milyon ton suyun içinde en az 3 ton siyanür bulunacağı görülebilir. Kaldı
ki havuza verilen atık su, içindeki asılı partiküller çökeldikten sonra tesiste
yeniden kullanıma sokulacağına göre, havuza 8 yıl boyunca verilecek atık suyun 3
milyon tonun çok üstünde olacağı, dolayısıyla çökelecek maddelerin içerdiği
siyanür miktarının tonlarca olacağı ortaya çıkar.
Aynı tür
hesaplar tüm ağır metaller ve özellikle de hiçbir doğal bozunuma uğramayan arsenik
için de yapılmalıdır. 8 yıl boyunca atık havuzunda biriktirilecek atığın kaç ton
siyanür, kaç ton arsenik, kaç ton kurşun vb. içereceği bildirilmelidir. Bu atıklar
tesis kapatıldıktan sonra üzeri toprakla örtülerek olduğu yerde bırakılacak, alan
son derece tehlikeli toksik atıkların depolandığı kalıcı bir atık deposuna dönüşmüş
olacaktır. Burada önemli olan taahhüt edilen birkaç yıllık rehabilitasyon çalışması
değil, onlarca ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşayacak gelecek kuşakların bu atık
deposundan nasıl etkileneceklerinin hesaplanamaz oluşudur.
Raporda en çok
anılan önlemlerden biri atık havuzunda kil ve jeomembranın birlikte kullanılmış
olmasıdır. Sözü edilen jeomembranın sızdırmazlığının %100 olduğu iddia
edilmektedir ve bu konudaki farklı bilgiler göz ardı edilmektedir. Sözgelimi İnşaat
Mühendisleri Odası İzmir Şubesi'nin bir yayınında jeomembranların sabit basınç
altında yaklaşık %0.01 oranında sızdırma yaptığı, atık havuzunda günde en az
200 m3 sızıntı olabileceği belirtilmektedir.
TÜBİTAK
raporunda hiçbir hekim ya da tıp uzmanı olmamakla birlikte pek çok uzman siyanür ve
diğer atıkların insan sağlığı üzerindeki etkilerini ayrıntılı bir şekilde
tartışmaya çalışmaktadır. Örneğin İTÜ Çevre Mühendisliği Bölümünde öğretim
görevlisi olan Dr. Süleyman Övez "Ovacık
Altın Madeni İşletmelerinin Biyolojik ve Toksikolojik Durum Tespiti ve Risk
Belirlenmesi" başlıklı raporunda (EK 7) Siyanür, Arsenik ve Antimona yer vermiştir.
Aynı fakülteden Prof. Dr. Derin Orhon'da siyanür toksikolojisine raporunda bir bölüm
ayırmıştır.
Bu bölümlerde
siyanürün "savunulmaya çalışıldığı" gözlenmektedir. Siyanürün
vücutta birikim göstermediği ve kanserojen olmadığı vurgulanmakta, yüksek dozda alınması
durumunda yaratacağı toksik etkilerden bahsedilmekte, ancak uzun süre düşük doza
maruz kalmakla yol açabileceği çok sayıda sağlık sorunundan raporun hiçbir yerinde
söz edilmemektedir. Hatta Prof. Dr. Orhon, kronik toksisitesi ile ilgili bilgi olmadığını
bile söylemektedir. Oysa 6. Bölümde ayrıntılı olarak görüldüğü gibi siyanüre
uzun süre düşük doz maruziyet, yani bu tesisin siyanür açısından yaratabileceği
asıl önemli sorun, literatürde yeterince tartışılmıştır. Siyanürün çok sayıda
organ ve dokuda ne gibi hastalıklara yol açabileceği aşağıda tartışılmıştır.
Her yerde bulunabilecek bu bilgilerin verilmemesi TÜBİTAK raporunun yazımında açıkça
taraflı davranıldığını göstermektedir. Özetle bu raporu bilimsel bulmamamızın
gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:
· Kaza ve deprem
olasılığı çok hafife alınmış, sadece atık havuzunun bulunduğu alanın deprem
riski açısından değerlendirilmesi verilmiştir.Konunun uzmanı bilim adamının kendi
asıl raporunda bu risk konusunda daha detaylı bilgi verdiği anlaşılmaktadır.Ancak
tek bir kişi tarafından ortak özet rapor olarak acele ve özensiz bir biçimde kaleme alındığı anlaşılan raporu okuyan
kişi,bu alanda deprem riskinin önemsiz olduğunu düşünebilir
· Tehlikeli
maddelerle çalışılırken kaza olasılığı sadece maddenin depolandığı yerde
olmaz.Siyanür gibi bir maddenin nakliyesindeki riskler belki şirketi ilgilendirmeyebilir
ama bilim adamlarını ilgilendirmeliydi.Türkiye gibi kaza riskinin fazla olduğu ve
ihmalin olağan sayıldığı bir ülkede siyanürün nasıl depolanacağının yanı
sıra nasıl taşınacağı konusunda da ayrıntılı bilgilendirme gerekmektedir.
Sonuç olarak
TÜBİTAK raporunun bütünüyle taraflı ve bilimsel ve etik ilkelere aykırı bir tarzda
hazırlanmış olması, konunun bilimsel ve teknik olmaktan ziyade siyasi ve ekonomik
tercihlerin bir sonucu olarak yeniden gündeme getirildiğini düşündürtmektedir.