|
......... |
. | AÇLIK
GREVLERİ VE MAHKUMLARLA İLGİLİ DİĞER İNSAN HAKLARI KONULARI (İngiliz Tabipler Birliği'nin (BMA) "Medicine Betrayed 1992/İhanete Uğrayan Tıp-Doktorların İnsan Hakları İhlallerine Karışması" adıyla Cep Kitapları AŞ tarafından Türkçe yayınlanan kitabından alınmıştır.) Tıbbın işkence ve adli ceza süreçlerine karışması konusundaki değerlendirmeye ek olarak, Çalışma Grubu, başlangıçta “doktorların insan hakları ihlalleri” ve “adli olmayan öldürmeler”deki rolünü de incelemek istedi. Bu konunun sınırları mahkumlara yönelik kötü muameleden başlayıp, sivil otoriteyle çatışma noktasına gelen özgür vatandaşlara kötü davranılmasına kadar uzanmaktadır. Ancak, Bu raporun esas ilgi alanının özgürlüğünden yoksun bırakılmış kişiler olması nedeniyle, insan haklarıyla ilgili tartışmamızı mahkumlarla ilgili konularla sınırlamaya karar verdik. Doktorların karşısını çıkmaya devam eden ve mahkumları
ilgilendiren ahlaki sorunlar arasında şunları sayabiliriz: Gönüllü ölüm orucu veya
açlık grevi;vücudun mahrem yerlerinin aranması; zorla kan veya doku örneği
alınması; mahkumlara tıbbi bakım verilmemesi; ve zorla ilaç verme. İltica talebinde
bulunanların muayeneye tabi tutulması, bekaret kontrolü, kültürel kökenli cerrahi
işlemler (en önemlisi kadınların sünnet edilmesi), zorla kısırlaştırma, mahkumlar
üzerinde deney yapma ve organ ticareti gibi diğer ahlak ve insan haklarına sorunlarına kısaca değinmekle birlikte, bu
konuları Çalışma Grubu’nun çalışma çerçevesi dışında tuttuk. Bunlar burada
verilebilecek dikkatten daha fazlasının gerektiren konulardır. AÇLIK GREVLERİ VE ZORLA BESLEME Açlık grevleri, doktoru karmaşık ve zor bir ahlak sorunuyla
karşı karşıya bırakır. Sorun, iki seçenek arasında seçim yapma sorunu olarak
kendini gösterir. Doktor, ya mahkumun ifade ettiği iradeye saygı gösterip yavaş,
üzücü ve önlenmesi mümkün bir ölüme seyirci kalacak; ya da mahkumun hayatını
kurtarmak için mahkumun ortaya koyduğu iradeyi çiğneyecektir. Zorla besin vermek için
kullanılan teknikler genellikle iğrençtir. 1974 Şubat’ında BMA’ya mektup yazan
İrlandalı Mahkumları Desteklemek için Eylem Komitesi, o zamanlar Britanya’da
kullanılan teknikleri şöyle tanımlamaktadır: [Mahkumlara-çn.] zorla besin şöyle
verilmektedir: Ağızları bir cerrah aletiyle zorla açılmakta ve turuncu renkli yağlı
bir hortum boğazlarından aşağıya doğru itilmektedir. Sonra sıvı bir karışım
hortuma dökülmektedir. Bunu hemen hemen her zaman kusma ve mide bulantısı
izlemektedir. Mahkumları zaptetme işini gardiyanlar yapmaktadır.[2] 1974’te BMA’ya mektup yazan doktorlar şu ayrıntılar
eklemektedir: Zorla besin vermek için kullanılan yöntem,
bu yüzyılın başlarında genel oy hakkı için mücadele edenlere uygulanan yöntemin
aynısıdır. Dişlerin arasında tahtadan bir blok yerleştirilmektedir. Bu blok,
içinden yağlı bir mide hortumun geçtiği bir delik ihtiva etmektedir. Bu işlem günde
bir veya iki kez yapılmakta, kusma olursa tekrarlanmaktadır. Direnme söz konusu
olduğunda ağzı açmak için çelik bir kelepçe kullanılmaktadır. Bu tür durumlarda
mahkumu sabit tutmak için birkaç kişi gerekli olmaktadır.[3] Zorla yemek vermeyle ilgili
bu tür saldırgan ve muhtemelen tehlikeli olan yöntem, bu alanda kullanılan tek yöntem
değildir. Mahkumun fiziki bir direnç göstermediği, oturur vaziyette bulunduğu veya
direnç göstermeyecek kadar zayıf düştüğü durumlarda, damardan serum verilebilir. Açlık greviyle ilişkili
siyasi ve psikolojik hususlar olayı daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Açlık
grevinin ölümle sonuçlanması dramatik bir olay olmakla birlikte, tipik olarak ortaya
çıkan sonuç değildir. Örneğin, Kuzey İrlanda’da uzun süreli ve ölümle
sonuçlanan açlık grevlerinin yer aldığı 1981 yılında, Avrupa’da açlık grevleri
sonucunda (biri SSCB’de olmak üzere) 12 ölüm olayı meydana gelmiştir.[4] Buna karşın, aynı yıl
içinde yalnızca Fransa’da yüzlerce mahkumun katıldığı 56 açlık grevi olayı
meydana gelmiş ve hiçbirisi ölümle sonuçlanmamıştır.[5]
Bu düşük ölüm oranının, açlık grevine gidenlerin sınırlı hedef veya
kararlarına mı, yoksa tıbbi ya da diğer cezaevi görevlilerinin müdahalesine mi
bağlı olduğunu kestirmek oldukça güçtür. Genel olarak, açlık
grevlerine ölmek amacıyla gidilmez. Gerçekte, grevin sınırlı bir süre için
planlanması, mahkumun fikir değiştirmesi, aile, avukat veya cezaevi görevlilerinin
mahkumu ikna etmesi ya da zorla yemek verme dahil olmak üzere, uygulanan baskılar
karşısında grevcinin yılması gibi nedenlerden dolayı, açlık grevleri ciddi
zararlar meydana gelmeden sona ermektedir. Bazı durumlarda, bir veya iki mahkumun ölmesi
daha önceden beklenen bir gelişme olabilir, hatta hükümetle çatışma konusunda bir
unsur olarak sunulabilir. Ancak, bu tür olaylar oldukça azdır. Meşru protesto
kanallarının varolmadığı baskıcı toplumlarda, açlık grevi mahkum açısından
oldukça önemli bir güç gösterme biçimi haline gelebilir. Buna karşın, mahkumun
haklarının en çok göz ardı edilebileceği bir ortamdır. Bu tür durumlarda,
doktorlar, insani bir girişim olarak mahkumun hayatını kurtarmaktan çok, hükümetin
iradesini mahkumun üzerine empoze etmek gibi bir çelişkinin içine itilebilir.
Aşağıda anlatılan ve Fas’ta meydana gelen bir olay bunun çarpıcı bir örneğini
teşkil etmektedir. Dünya Tabipler Odası 1970’lerde işkence veya zalimane, insanlık
dışı ya da aşağılayıcı cezalarla ilgili politikasını belirlemek için adım
attığında, açlık grevini de ele almaya karar vermiştir. Bu girişim, kısmen,
1970’lerde gidilen açlık grevlerinin içinde yer aldığı politik ortama ve devletin
baskı kolunun bir parçası olarak zorla besleme yöntemine bir tepkiydi. Bazı
ülkelerde rastlanan zorla suni besin vermenin, doktorun klinik yargısı sonucunda değil
de, esas olarak hükümet politikası sonucunda uygulanan bir yöntem olduğu açıktı.
Dünya Tabipler Odası’nın 1975 tarihli Tokyo Deklarasyonu şu hükmü içeriyordu: Mahkum besin almayı reddederse ve doktorun
görüşüne göre, besin olmayı gönüllü bir şekilde reddetmesinin sonuçları
hakkında sağlıklı ve rasyonel bir yargıda bulunması mümkünse, mahkuma zorla besin
verilmemelidir. Mahkumun böylesi bir yargıda bulunma kapasitesine sahip olmadığı
konusundaki karar, en azından bir bağımsız doktor tarafından onaylanmalıdır. Besin
almayı reddetmenin sonuçları doktor tarafından mahkuma
açıklanmalıdır. [Madde 5] Bu, tıp mesleğinin
açlık grevleri konusunda yaptığı en açık uluslararası açıklamadır. Her ne kadar
bu madde açlık grevine gidenlere karşı tutarlı bir politikanın oluşturulmasında
temel oluşturabilirse de,[6]
sorunu tam olarak çözemez. Çünkü, mahkumun ölüm orucuna gitme konusunda kesin bir
arzu ifade etmediği ve mahkumun bilgiye dayalı bir karar verilmesine olanak verecek bir
durumda artık olmadığı durumlarda, ne yapılması gerektiğiyle ilgili soru
çözümsüz kalmaya devam etmektedir. WMA’nın [Dünya Tabipler Odası’nın-çn.]
kendisi, bazı durumlarda doktorların açlık grevine gidenlere zorla besin
verebileceğine işaret etmekte[7] ve doktorla açlık grevine
giden kişi arasındaki ilişki üzerine doğru bir politika geliştirilmesi için
tartışmalar sürdürdüğünü belirtmektedir. Dünya Tabipler Odası’nın 1991
Kasım’ında Malta’da yer alan yıllık toplantısında bir ilkeler dizisi kabul
edilmiştir. (Ekler kısmına bakınız.) Birleşik
Krallık:Politikanın evrimi Açlık grevlerinin
yönetilmesiyle ilgili Birleşik Krallık politikası hem tıp alanında, hem de siyasi
alanda bir evrim sürecinden geçmiş bulunmaktadır. Hükümet politikası alanında,
açlık grevine gidenlere karşı politikada ileriye doğru bir gelişme olmuştur. Bu
yüzyılda bile, açlık grevine gidenlerin görecekleri muamele konusunda herhangi bir
hayale kapılmalar söz konusu değildi; zorla besleme, her yönüyle haşin bir şekilde
uygulanmaktaydı[8]
1964 tarihli Cezaevi Kuralları, cezaevindeki tıbbi görevliyi, belirsiz bir ifadeyle,
mahkumun ruhsal ve bedensel sağlığından sorumlu tutuyordu. Kurallar zorla beslemeyi
meşrulaştıracak herhangi bir hüküm taşımamaktaysa da, İçişleri
Bakanlığı’nın daimi kuralları (Kural 17(i), 1964 Tarihli Cezaevi Kuralları:SI
No.388) zorla suni besin verilmesi gerekliliği konusunda değerlendirme yapılmak üzere,
mahkumun cezaevi hastanesine kaldırılabileceğini öngörmektedir. Her ne kadar 1960’larda
zorla beslemeden, daha çok mahkum-merkezli tedavi yöntemlerine doğru bir geçiş
yaşandıysa da, 1974 ilkbaharı gibi yakın bir geçmişte, Brixton Cezaevi’nde tutulan
genç İrlandalı mahkumlara, 1973 Kasım’ında başlayıp 1974 yazına kadar süren
açlık grevi boyunda zorla yemek verildi. İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Devlet
Bakanı Bay Mark Carlisle, 1974 Ocak’ında Avam Kamarası’nda bir açıklama yaparak
İngiltere ve Galler’deki cezaevlerinde dört erkekle iki kadına zorla yemek verilmekte
olduğunu belirtmiştir. İrlandalı mahkumlarla ilgili olay, bu ülkedeki tıp
mesleğinin içinde ateşli tartışmalara yol açtı. Mahkumlardan ikisi, Price soyadlı
iki kız kardeş, İçişleri Bakanlığı aleyhinde bir dava açarak, yemeği reddetmenin
bedensel veya ruhsal bir hastalık deneyle söz konusu olduğu durumlar haricinde, zorla
beslenme hakkının kullanılamayacağını iddia etmiştir. Bu davanın açılması, o
zamanın İçişleri Bakanı olan Roy Jenkins’in Avam Kamarası’nda şu açıklamayı
yapması yol açtı: Doktorun, mesleğinin ahlakına ve
göreneksel hukuka [common law-çn.] karşı yükümlülüğü vardır. Cezaevi
uygulaması açısından, mahkumun iradesine karşın mahkuma zorla besin vermek gibi bir
yükümlüğü yoktur.Bu noktayla ilgili yanlış anlama olduğu için, gelecekte
izlenecek usullerin kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık almasının mahkumlar, tıp
mesleği ve kamuoyu açısından yararlı olacağını düşünüyorum. Bana verilen hukuksal
görüşe göre, göreneksel hukukun mahkumdan sorumlu kişilere yüklediği görev, her
olayla ilgili duruma uygun ve mahkumun sağlığını ve yaşamının korumaya yönelik
önlemleri almaktır. Bu kişiler, herhangi bir olayla ilgili karar alırken, yalnızca
mahkumun yemek yemeyi reddetmesinin yola açabileceği tehlikeleri değil, fakat aynı
zamanda, uygulandığı zaman, özellikle uygulanmasına karşı direnç olduğu zaman,
zorla beslemenin kendisinin yol açabileceği tehlikeleri de göz önüne almalıdır. Bu nedenle ve benim kanıma göre,
gelecekteki uygulama şöyle olmalıdır:Mahkumun herhangi bir besin almayı reddetmekte
ısrar etmesi halinde, tıbbi görevlinin ilk yapması gereken şey, mahkumun rasyonel bir
yargıda bulunmasını engelleyecek bedensel veya ruhsal bir hastalığa sahip
olmadığını tespit etmektir. Tıbbi görevli bu konuda bir sonuca vardıktan sonra, dışarıdan bir uzmana
başvurup görüşünün doğru olup olmadığını araştırmalıdır. Uzmanın, tıbbi
görevlinin hastalık olmadığı yolundaki görüşünü onaylaması halinde, mahkuma
tıbbi bakım ve gözetim verilmeye dava edileceği, isterse yemek alabileceği konusunda
açıklama yapılmalıdır. Mahkuma, uygun ve gerekli olması halinde,
kendisinin cezaevi hastanesine kaldırılabileceği belirtilmelidir. Ancak mahkuma tam
olarak açıklanması gereken diğer husus da şudur: Cezaevindeki tıbbi görevlinin
(hortum veya serim yoluyla) suni beslemeye başvurmasını gerektirecek herhangi bir
cezaevi kuralı yoktur. Son olarak, özel istemde bulunmaması halinde, sağlığında
meydana gelebilecek kaçınılmaz gerilmenin sürmesine izin verilebileceği konusunda,
açık ve kesin bir şekilde uyarılmalıdır. Bu konuyu, ayrıca, İskoçya ve Kuzey
İrlanda’dan sorumlu Sayın Devlet Bakanları’yla da tartışmış bulunuyorum. Her
ikisi de, size özetlemiş olduğum kuralların
İskoçya ve Kuzey İrlanda’da da uygulanacağına dair karar verdiler.[9] Bu tutum, o günden sonra
iktidara gelen tüm hükümetlerin tutumu olarak devam etmiştir. BMA konuyu
1974-1975’te yoğun olarak tartıştı.[10] Tartışmalar, BMA’nın
bir yandan hayat kurtarma, diğer yandan ise mahkumun arzusuna saygı gösterme
eğilimleri arasında kalışını yansıtmaktaydı. O zaman BMA, vicdani olarak zorla
beslemeye karşı olan doktorların zorla besleme uygulamasına katılmayabileceklerini,
hiçbir doktorun da hükümet politikası gereğince baskı altına alınmaması
gerektiğini düşünüyordu. Lancet’e gönderilen bir mektup, [11]
Brixton Cezaevi’ndeki iki genç bayana zorla yemek verilmesini denetleyen doktorun bu
kişilere zorla yemek vermeyi istemediğini, ancak İçişleri Bakanlığı’nın
emirlerini yerine getirmekte olduğunu iddia ediyordu. Bu durum kaygılara neden oldu ve
BMA, 1975’te yaptığı bir açıklamada, “mahkumların sorgulanması ve zorla
beslenmesi konularıyla ilgili tıbbi yönleri” doktorlar için açıklığa
kavuşturup, İçişleri Bakanlığı’nın yukarıda verilen açıklamasına atıfta
bulundu. Bu açıklama, ayrıca BMA’nın 1974’teki Yıllık Temsilciler
Toplantısı’nda kabul edilen politik açıklamasının tam metnini de veriyordu. Bu
metnin özü şuydu: Açlık grevleriyle ilgili “nihai karar [cezaevindeki tıbbi
görevlinin] görevidir. Dışarıdan birisinin söz konusu olan olayla ilgili olarak
kendi görüşünü empoze etmesi ve böylece sözü edilen doktorun klinik yargısının
çiğnenmesi kabul edilemez.”[12] 1981 tarihli Tıp Ahlak
Elkitabı’nda belirlendiği biçimiyle ve WMA’nın Tokyo Deklarasyonu’na dikkat
çekmekle birlikte, BMA politikası zorla yemek verilip verilmemesi konusundaki kararı
birey olarak doktorun kendisine bırakmaktaydı. Konuyla ilgili olarak daha sonra yapılan
açıklamalarda, BMA tekrar bu hususu vurguluyordu: Hastanın özerkliğine saygı
göstermeyle; mahkumun yararına olacak şekilde, mümkün olan anlarda müdahale etmek
gereksinimi arasında bir denge oluşturulmalıdır. Pratikte, son 15 yıl
boyunca Birleşik Krallık’ta meydana gelen ve politik amaç taşıyan önemli açlık
grevleri temelde Tokyo Deklarasyonu’nun 5.maddesinde ifadesini bulan politikayla uyumlu
bir şekilde ele alınmıştır. Buna, Kuzey İrlanda’da İlkin Bobby Sands’in
başlattığı, daha sonra da diğer IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) üyeleriyle INLA
(İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu) üyelerinin katıldığı 1981 ölüm oruçları da
dahildir. Bu eylemler sırasında, tıbbi görevliler tavsiye ve tıbbi denetleme
hizmetleri sundular, ancak mahkumların açıkça belirttiği oruca devam etme arzusuna da
saygı gösterdiler.[13] Birleşik Krallık
dışındaki deneyler Diğer ülkelerde açlık
grevleri güçlü bir anlaşmazlık ve toplumsal çelişki kaynağı olmaya devam
etmektedir. Militan bir İspanyol örgütü olan GRAPO’nun (1 Ekim Anti-Faşist Direniş
Grupları’nın) altmış üyesi 1989 sonlarına doğru açlık grevine gitti. Grevin
amacı, 1987’de cezaevi yasasında yapılan değişiklik sonucu İspanya’daki
değişik cezaevlerine dağıtılan GRAPO üyesi mahkumların tek cezaevinde tutulması
için baskı yapmaktı. Grev, zorla yemek vermenin ahlaki ve hukuki sonuçları hakkında
kamuoyunda yaygın tartışmalar neden oldu. Madrid, Saragosa ve Vallodolid’deki
hakimler yerel cezai kurum yetkilileriyle polemiğe girdi. Bu hakimler, bilinci yerinde
olan insanlara zorla yemek vermenin, insanlık dışı ve aşağılayıcı uygulamaları
yasaklayan İspanyol Anayasası’nın 5.Maddesine ayrı olduğunu iddia ediyordu. Buna
karşıt olarak, hükümet üyeleri değer altı ildeki hakimlerin görüşlerine
katılıyordu.[14]
Bunların görüşü de, devletin tutukluluk altında bulunan kişilerin sağlık ve
yaşamlarından sorumlu olduğu doğrultusundaydı.[15] Mahkumların amaçları
ulusal basında uzun ve felsefi tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalarda, bazıları
mahkumların kendi ölümlerine sebep olma hakkına sahip olduğunu, ancak politikaların
değiştirmek üzere etkililer üzerinde baskı kurma haklarının olmadığını ileri
sürüyordu. İkilem hızlı bir
şekilde İspanyol doktorlarını da tartışmanın içine çekti. Tıp Konseyi (Consejo
General de Medicos), bir genelge yayınladı. Genelgenin amacı, ahlaki ve hukuki tutumu
ortaya koymaktı, ancak bu konuda pek yararlı olduğu söylenemez. Genelgeye göre: Müdahale etmeme sonucunda kamu
sağlığının tehlikeye düşme ihtimalinin varolduğu veya acil bir durumda ölümü ve
geri dönüşü olmayan zararı önlemek üzere doktorun müdahale etmesinin gerekli
olduğu haller dışında, doktor hastanın iradesine aykırı olarak tedavi empoze
edemez. Bu tür yargılar yalnızca ve münhasıran mesleğini icra eden doktorlar veya
tıp ekipleri tarafından yapılabilir. Daha sonra, genel öyle
devam etmekteydi: Tedavinin reddedilmesinin meşru bir temele
dayandırılması mümkün değilse, doktor adli veya idari yetkililerin emirlerine uymak
durumundadır. Ceza Yasası’nın 369.Maddesine göre, bu tür emirlere uymamak, ancak
uymanın “hukuk ilkesini açık ve belirgin bir şekilde ihlal etmesi” halinde
mümkündür.[16] Ayrıca, genelge hastanın
belirgin bir intihar eğilimi gösterdiği ve hayatının tehlikede olduğu bir durumda
tıbbın zora dayalı müdahalesini haklı görmektedir. Aynı zamanda, doktorların
hastanın özgürlüğüne saygı göstermelerini talep ederken, hastaların da
davranışlarının gönüllü bir şekilde değiştirmeleri doğrultusunda çağrı
yapmaktadır. Tıp Konseyi’ne bağlı kaynakların bu metni zorla yemek vermeyi
reddeden, onun yerine bilinci yerinde olan hastanın ikna edilmesini, zorla yemek vermenin
ancak hastanın bilincini kaybetmesi halinde söz konusu olabileceğini öngören bir
şekilde yorumlamasına karşın,[17] genelgeyle ilgili
zorluklardan birisi, metnin yoruma açık
bırakılmış olmasıdır. Bu durum, doktorların hakimleri “sorunu tıbbi bir ikilem
haline getirerek zor bir sorundan kendilerini kurtarmakla” suçlamalarına neden oldu.[18] 1990 Ocak sonlarına
doğru, iki aydır süren grev nedeniyle, bazı mahkumların nasıl kritik bir aşamaya
varmıştı. 1990 Şubat ortalarında, hakimlerin muhalefetine karşın, Saragosa ve
Madrid’teki yetkililer mahkumlara zorla yemek verilmesini emretti. Saragosa’daki üç
mahkum hastaneye kaldırıldığında, beslenme biriminin başında bulunan Dr.Jose Ramon
Munoz vicdani olarak üç mahkumu ölüme terk edemeyeceğine karar verip zorla besin
vermeye başladı. Dr. Munoz 27 Mart 1990’da
GRAPO üyelerince kurşunlanarak öldürüldü.[19] 25 Mayıs 1990’da
açlık grevine gidenlerden birisi öldü. Mahkumlardan bazıları 1990 Haziran’ında
açlık grevini sona erdirdi. Bu karşın, anayasa mahkemesinin 1990 Temmuz’undaki
destekleyici kararı sayesinde, zorla yemek verme politikası devam etti.[20]
Grev 1991 başlarında sona erdi. Cebelitarık
Boğazı’nın diğer yakasındaki Fas’ta, 1985 ortalarıyla 1991 Ağustos’u
arasında başka bir açlık grevi gündeme geldi. Hasan Aharat ve Nureddin Cuhari
adlarındaki iki mahkuma, açlık grevlerinin ikinci ayı olan 1985 Ağustos’unda
Kazablanka’daki İbni Rüşt Hastanesi’ne kaldırılmalarından tahliye edildikleri ay
olan 1991 Ağustos’una kadar, nazogastrik bir hortumla zorla yemek verildi. Bu açlık
greviyle 1989 Haziran’ında Rabat’ta meydana gelen diğer bir grevin başlatılma
nedeni, işkenceye uğramış mahkumlara yeterli tıbbi bakım gösterilmemesini protesto
etmekti. Kazablanka’daki iki mahkumun, bir
üniversite hastanesi olan İbni Rüşt Hastanesi’nin bodrumundan ayrı yerlerde ve
dışarıyla ilişkileri kesik bir şekilde tutulduklarına inanılmaktadır. Haberlere
göre, her iki mahkum yataklarına bağlı bir vaziyette ve yıkanmadan tutulmuş;
kendilerine yatıştırıcı ilaç verilmiş; gerek giysi ve yatak çarşafları, gerekse
yemek verilen hortum yalnızca bir-iki kez değiştirilmiştir.[21]
Tıbbi bakımları yapılmıyordu; bakımları iki tıp profesörünün gözetiminde
çalışan gardiyanların eline bırakılmıştı. Bu durumu protesto eden doktor ve
hemşireler acımasız bir şekilde baskı altına alınmış, bazı görevliler ise
işten atılmıştı. 1985’ten itibaren tüm açlık grevi süresince mahkumlar ne
aileleriyle ne de avukatlarıyla görüştürülmüştü.[22] Her iki mahkum, 16 Ağustos
1991’de kraliyetin ilan ettiği af sonucunda serbest bırakılan 40 siyasi tutuklu
arasındaydı.[23] 1989 Haziran’ında yemek
yemeği reddetmeye başlayan ve grevlerini 1990 Şubat’ında sona erdiren diğer açlık
grevcilerinin, protestolarını sona erdirdikten birkaç ay sonra bile kötü durumda
oldukları bildirilmekteydi. Onlardan birisi, Çibada Abdülhak, açlık grevinin
64.gününde öldü. Bu grevcilerin durumuyla ilgili olarak, doktorların nasıl bir rol
oynadıkları pek belli değildi. Buna karşın, İbni Rüşt Hastanesi olayından
bilindiği kadarıyla, mahkumlara verilen tıbbi tavsiyelerin tıbbi muayeneye dayalı
olmadığı açıktır. Ayrıca, hastanenin bazı bölümleri zaten cezaevi olarak
kullanılıyordu. Bu ciddi olaylarla ilgili olarak, BMA 1989’da hastaneye , Order de
Medecins’e (Tabipler Odası’na) ve Conseil National de Medecine’e (Ulusal Tıp
Konseyi’ne) mektuplar yazdı, ancak yanıt almadı. Johannesburg
Hastanesi’ndeki doktorlar, Olağanüstü Hal Yönetmeliği ve İş Güvenlik Yasası
(İGY) uyarınca tutuklanan ve 1989’da gittikleri bir açlık grevi sırasında
hastaneye kaldırılan mahkumlara bakım hizmeti verirken, Tokyo Deklarasyonu’nun
5.Maddesini nasıl uyguladıklarını 1991 Mart’ında Lancet’te yayınlanan bir
raporda açıklanmaktadır. İGY’nin 29.bölümü (mahkeme huzuruna çıkmadan süresiz
tutukluluğa izin vermektedir) uyarıca tutuklu bulunan on beş mahkum, ölüm
oruçlarının 10-12’nci günlerinde hastaneye kaldırılmıştı. Doktorlar ve
hemşireler mahkumları mümkün olduğunca sıradan hasta olarak ele almaya ve
kendilerine Tokyo Deklarasyonu’yla uyumlu bir tedavi vermeye çalıştılar. Bu uygulama
üç tedavi ilkesinin ortaya çıkmasına yol açtı: Birincisi, tüm klinik kararlarda tam hasta katılım ve muvafakat
ilkesi uygulandı. İkincisi, açlık greviyle ilgili ahlaki hükümler (Deklarasyonu’un
5.maddesi) ve ölüm orucunun sonuçları tarafsız bir şekilde açıklandı.
Oruçlarını sona erdirmeleri için mahkumlara baskı yapılmadı ve yapılan tüm
görüşmelerin gizli kalacağı vurgulandı. Üçüncüsü, hastalara gösterilecek
bakıma polisin müdahale etmesinin engellenmesine karar verildi. [24] Polis muhafızları her
zaman hastanedeydiler ve personelle önemli ölçüde sürtüşmeye yol açacak bir
şekilde davranıyorlardı. Polis müdahalesi zamanla arttı: Doktor-hasta ilişkisinin
ayrıcalıklı bir ilişki olmadığı ileri sürüldü ve polislerden birisi (protestolar
üzerine geri adım atmakla birlikte) doktorla hasta arasındaki konuşmalar sırasında
hazır bulundu; polis, kişisel gizlilikten zaten mahrum olan hastalarla hemşireler
arasındaki ilişkiyi sınırlamaya kalkıştı; açlık grevindekilerin bazıları
yataklarına zincirle bağlandı. Tıbbi personel, daha sonra durdurulacak olan bu
uygulamaları protesto etti. Kalk ve Veriava, “Güney Afrika’da mahkeme huzuruna
çıkarmadan tutuklama uygulamasının yasal koşullarının, kabul edilmesi mümkün
olmayan ve ahlaka olan aykırı usullerle saptırıldığını ve tıbbi ahlaka aykırı
olduğunu” ileri sürmektedir. Bu nedenle, hastaların ilk planda açlık grevine
gitmesine neden olan koşullara yeniden götürülmesine karşı çıktılar. Güney Afrika’da bir dizi
siyasi ve tıbbi kuruluşla insan hakları kuruluşu yakın geçmişte, açlık grevine
gidenlere uygulanacak tıbbi yönetimle ilgili bir takım protokoller üzerinde anlaşmaya
vardı. Bu protokoller şu hükümleri içermektedir: İki(2) haftadan daha uzun bir süredir
açlık grevinde olan veya vücut ağırlıklarının yüzde 10’undan daha fazlasını
kaybeden grevciler, kendi muvafakatlarıyla, cezaevi olmayan hastanelere
kaldırılmalıdır. Hastaneye kaldırılmaya razı olmak, diğer tedavi yöntemlerine
rıza göstermek anlamına gelmez. Bu hüküm,
başka tıbbi nedenlerden dolayı açlık grevcilerinin daha önce hastaneye
kaldırılması gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Buna ek olarak,
aşağıdaki hükümleri içeren ve ahlaki
kurallarla ilgili olan bir bölüm daha vardı. Bu bölümde şu hükümler yer alıyordu: · Hiçbir tıbbi personel,
açlık grevini sona erdirmesi için açlık grevine giden kişi üzerinde herhangi bir
baskı uygulayamaz; ancak, açlık grevine giden kişiye açlık grevinin tıbbi
sonuçları konusunda uzmanca bilgi verilmelidir. · Açlık grevinde olan
kişilere tıbbi bakım ve tedavi koşulsuz olarak sağlanmalıdır. · Açlık grevine giden
kişilerin bağımsız olan ikinci bir kaynaktan uzman görüşümü alma hakkı vardır. · Açlık grevine giden
kişiye zorla yemek verilmeyecektir. · Karar veremeyecek hale
geldiği andan itibaren, açlık grevine giden kişi tedaviyle ilgili isteğini belirten
bir yaşama vasiyetnamesi yapmaya teşvik edilmeyecektir.[25] Tüm bunlar, hem açlık
grevinden önce hem de açlık grevi sırasında seçimlerini belirtme olanağına sahip
mahkumlarla ilgili durumlarda ve tıbbi gözetimin sürekli olduğu yerlerde açık olarak
görülebilir. Çalışma Grubu, bu tür durumlarda, BMA tarafından belirlendiği ve
Tokyo Deklarasyonu’nca tanımlandığı biçimiyle şimdiki politikanın doğru
olduğunu düşünmektedir. Buna karşın, Çalışma Grubu, mahkumun bilincini kaybetmesi
ve bir görüş belirtme durumunda olmaması üzerine zorla yemek verme uygulamasının geçerli olduğu ülkelerin
olduğunu da not etmektedir. Bu da, “yaşam vasiyetnamelerinin” yasal konumunun bu
bağlamda araştırılması gereğine işaret etmektedir. Ancak, bunu burada
yapmayacağız. Açlık grevinin ciddi
ahlaki çıkmazlara yol açtığı durumlar vardır. Burada iki durumdan bahsedeceğiz.
Birincisi, bir mahkumun koma halinde doktora getirilmesi ve doktorun mahkumun arzusunu
belirleme (veya öğrenme) olanağına sahip olmaması halinde ortaya çıkar. Bu tür
varsayımsal bir durumda, doktorun tepkisinin ciddi bir şekilde hasta olan, dolayısıyla
kendisine soru sorma olanağı bulunmayan bir hastayla karşı karşıya kaldığı zaman
göstereceği tepki gibi olması gerektiğine inanıyoruz. Hayatını kurtarmak ve yaşama
döndürüldükten sonra doktora istemlerini iletmesini sağlamak için, mahkum tedavi
edilmelidir. İkinci durumu, doktorun
mahkumun açlık grevine devam etmeyle ilgili istencinin zayıflamakta olduğunu bilmesi
ve mahkumun ailesinin mahkumun hayatının kurtarılması doğrultusunda aktif olarak
istem belirtmesi halinde ortaya çıkar. Bu durum, politik olarak örgütlenmiş veya bir
grupça desteklenen açlık grevlerinin sona erdirilmesiyle ilgili tartışmaların
varolduğu, doktorun da açlık grevi sona erdirilinceye kadar bir veya daha fazla açlık
grevcisinin ölebileceğini bildiği koşullarda özellikle geçerlidir. Böylesi bir
durumda, doktorun, mahkumun özerkliğine saygı gösterme ilkesi ile mahkumun karar
vermesinden, özellikle de açık ve bilinçli bir görüş belirtme yeteneğini
kaybetmesinden sonraki gelişmeler arasında bir denge kurması gerektiğine inanıyoruz.
Açlık grevinin esas nedeninin mahkumun görüşüyle uyumlu bir şekilde
çözümlendiği durumlarda, tedavi derhal başlatılmalıdır. Grup olarak gidilen açlık
grevlerinden kaynaklanan diğer bir zorluk da, tekil mahkumun ne zaman kendi iradesiyle,
ne zaman güçlü grup baskısı altında açlık grevine devam etmeye karar verdiği
konusunda doktorun varmak zorunda olduğu sorunlu yargıdır.[28]
Eğer doktora göre mahkumun açlık grevini bırakma olasılığı varsa, ancak mahkum
hala grevde olan yoldaşlarının huzurunda bunu yapamıyorsa, bu tür bir baskıyı
azaltmak ve mahkumun özgür bir seçim yapmasına olanak vermek için, doktor mahkumun
başka bir yere kaldırılmasını önermeli midir? Bu türden bir hareketin grevcileri
bölmeye, dolayısıyla grevi kırmaya yönelik bilinçli bir girişim olarak
değerlendirilme olasılığı dikkate alınarak, böylesi bir karar mahkumun
çıkarlarına çok duyarlı bir şekilde verilmelidir. Mahkumun isteklerini belirlemeye
yardımcı olabilecek bir yöntem, Hollanda’da geçerli olan ve mahkumların cezaevi
sisteminin dışında olan “güvenilir doktorlar” a ulaşmasına olanak veren uygulama
olabilir. Bununla birlikte, birçok ülkede gerçek durum, doktorların bu tür kararları
kendi başlarına verme zorunda olduğu ve oldukça açık rehberliğe gereksinim
duyduklarıdır. 1991’de WMA açlık
grevine giden kişilere gösterilmesi gereken ahlaki tepkisinin ne olması gerektiğini
tartıştı. Ayrıntılı tartışma belgesi, WMA’nın Ahlak Komitesi’nde yer alan
tartışmalarda belirtilen gereksinimi karşılamıyordu. Bunun üzerine, Malta’da
yapılan yıllık genel kurul toplantısında WMA politikası konusunda değişikliğe
uğramış bir açıklama kabul edildi. Bu açıklama, ekler kısmında verilmiştir. [1] Kenneth Ruch, John Howard’ın The State of Prisions in England and Wales (İngiltere ve Galler’de Cezaevlerinin Durumu) başlıklı kitabının 1929 Everyman baskısına giriş. R.Smith, Prison Health Care (Cezaevinde Sağlık Hizmeti), Londra:BMA, 1984, s.5’ten alınmıştır. [2] BMA arşivinden [3] Aynı yerden [4] O.Duhamel, “Esquisse d’une typologie des greves de la faim (Bir Açlık Grevleri Tipolojisinin Eksizi)”. La Greve de la Faim (Açlık Grevi), Paris: Economica, 1984, içinde, s.23.Bu bilgiler, Fransız gazetesi Le Monde’un verdiği haberler tahlil edilerek elde edilmişti. [5] A.g.e.s.36-50 [6] W.J.Kalk ve Y.Veriava, “Hospital management of voluntary total fasting among political prisoners (Hastanelerin Siyasi Mahkumlar Arasındaki Gönüllü Ölüm Orucunu Yönetmesi)”, Lancet, 1991, no.337, s.660-62 [7] Dünya Tabipler Odası. Basın bildirisi. 3 Haziranı 1991. [8] Bu konuyla ilgili tıbbi-hukuki sorunlar için, bak. Anonim, “The law and force-feeding (Hukuk ve Zorla Besleme)”, British Medical Journal, 1974, no.2,s.737-38. [9] Hansard [Tutanak Dergisi-çn.]; no.877, sütun 451, 1974. [10] Örneğin, bak.BMA Central Ethical Committee (BMA Merkezi Ahlak Komitesi), “Ethical Statement:Artificial feeding of Prisoners (Ahlaki Açıklama:Mahkumların Suni Bir Şekilde Beslenmesi)”, British Medical Journal, 1974, n.3,s.52. [11] M.Moore, “Force-feeding of prisoners (Mahkumlara Zorla Yemek Verme)” (Mektup), Lancet, 1974, no.i, s.1109. [12] Statement by the British Medical Association upon the medical aspects of interrogation and of artificial feeding of prisoners (Britanya Tabipler Odası’nın Mahkumların Sorgulanması ve Suni Olarak Beslenmesiyle İlgili Tıbbi Yönler), Ocak 1975, 6 sayfa. Konu oldukça günceldi. 1976’da IRA’ya (İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na-çn.) mensup iki tutuklu, Frank Stagg ve Michael Gaughan, süresiz bir açlık grevine gitti. Zorla besleme sonucunda açlık grevleri 200 gün süren Price Kızkardeşlere yapılan muamelenin tersine, bu iki mahkuma zorla yemek verilmedi ve her ikisi de İngiltere hapishanelerinde kendilerine siyasi mahkum statüsü verilmesi için gittikleri açlık grevleri sarısında öldü. [13] Açlık grevleriyle ilgili açıklama için, bak. D.Beresford, Ten Men Dead (On Kişi Öldü), Londra:Grafton, 1987; P.O’Malley, Biting and the Grave: The Irish Hunger Strikes and the politics of Despair (Mezara Geçirilen Diş: İrlanda’daki Açlık Grevleri ve Umutsuzluk Politikası), Belfast:The Blackstaff Press, 1990. [14] Albacate, Murccia, Sevillla, Soria, Guadalajara ve Valencia’daki hakimler zorla yemek vermeden yanan tutum alırken, Bilbao hakimi iki karşıt tutum arasında yalpalıyordu. [15] Örneğin, bak. Etica y derecho sin recetas (Ahlak ve .... Hakkı), El Pais, 7 Mart 1990. [16] Dos Preros de los GRAPO se quitan los tubos de alimentacion forzosa (GRAPO Üyesi İki Mahkum Zorla Yemek Verme Hortumunu Çıkardı) El Pais, Ocak 1990. [17] Aynı yerde. [18] Basutro Sivil Hastanesi Müdürü’nün açıklaması, Bilbao, El Pais, aynı tarih. [19] Le Monde, 29 Mart 1990. [20] Interior y justicia, enfrentados por la huelga de hambre de los Grapos (İçişleri ve Adalet Bakanlıkları GRAPO Üyelerinin Açlık Greviyle Karşı Karşıya), Interviu, 16-22 Temmuz 1990, s.24-29 [21] Örneğin, bak.A-M.Raat, “Hunger strikes in Morocco (Fas’taki Açlık Grevleri)”, Lancet 1989, no.ii,s.982, Uluslararası Af Örgütü,Medical Concern; continuing hunger strike, Morocco (Tıbbi Kaygı: Uzun Süreli Açlık Grevi, Fas). Al Index:MDE 29/07/90, 7 Kasım 1990. [22] Uluslar arası Af Örgütü, Medical concern: continuing hunger strike, Morocco (Tıbbi Kaygı:Uzun Süreli Açlık Grevi, Fas). Al Index: MDE 29/07/89, 14 Eylül 1989. [23] Uluslar arası Af Örgütü, Morocco:forty political prisoners freed (Fas:40 Siyasi Mahkum Serbest Bırakıldı). Al Index:NWS 11/30/91, 19 Ağustos 1991. [24] W.J.Kalk ve Y.Veriava, “Hospital management of voluntary total fasting among political prisoners (hastanelerin Siyasi mahkumlar Arasındaki Gönüllü Ölüm Orucunu Yönetmesi)”, Lancet, 1991, no.337, s.660-62. [25] Güney Afrika Tabipler ve Diş Tabipleri Ulusal Odası’nın (NAMD’nın) gönderdiği yazıdan. Haziran 1991. Protokolu kabul eden diğer örgütler şunlardı: Güney Afrika Tabipler Odası, Güney Afrika Sağlık İşçileri Kongresi, İnsan Hakları Komisyonu ve Sağlık, Adalet ve Asayiş Bakanlıkları’yla Islah Servisi. Güney Afrika açlık grevleri bağlamında geliştirilen “yaşama vasiyetnamesi” olumlu bir gelişme olabilir. Ancak, diğer ülkelerde uygulanan zorlama, doktorun (mahkumun bilincinin hala yerinde olduğu durumlarda bile) mahkumla konuşarak arzusunu saptama olanağını elinden aldığı için, yaşama vasiyetnamesinin değeri ortadan kalkabilir. [26] Birçok açlık grevinin politik nedenlerle değil de, kişisel protesto olarak gündeme geldiğini de belirtmeliyiz. A.O’Connor ve E.Johnson-sabine, “Hunger strikers (Açlık Grevine Gidenler)”, Medicine, Science and Law (Tıp, Bilim ve Hukuk), 1988, cilt 28, s.62-64. [27] Burada, açlık grevinden farklı olan ve yemek yemeyi reddetmeye dayalı iki eylem türünü daha ayırmakta yarar vardır. Birincisi, reaktif bir şekilde yemek yemeyi reddetmektir –yani müdahaleye gerek kalmadan sona erecek ve bir kriz ya da küskünlük durumunda meydana gelen kısa dönemli yemek yemeyi reddetme biçimidir. İkincisi ise, kararlı bir şekilde yemek yemeyi reddeden bir kişinin –belki de içinde bulunduğu imkansız durum nedeniyle gelecekle ilgili hiçbir duygusu olmayan bir mahkumun- durumuyla ilgilidir. Başlangıçta kendini kaybetmemiş olma ihtimali bulunan bu mahkum, şiddetli bir depresyona kayabilir ve nihai amacı ölmek olan ve bilinçli bir acı çekme sürecine kendini sokabilir. Bu durum reaktif bir şekilde yemek yemeyi reddetme durumundan daha az görülür ve ölümden ziyade değişim isteyen kararlı açlık grevinden de belirgin bir şekilde farklıdır. [28] 1981 grevleri sarısında gözlenen grup/birey/aile arasındaki etkileşimin karmaşık niteliğiyle ilgili açıklama için, bak. P.O.’Malley, Biting the Grave:The Irish Hunger Strikes and the Politics of Despair (Mezara Geçirilen Diş: İrlanda’daki Açlık Grevleri ve Umutsuzluk Politikası). A.g.e. |
. | . | . | . | . |