e-posta

   Eski Sayılar | Künye | Ana Sayfa

TIP DÜNYASI
 

.

1 Şubat 2005  Sayı: 131

 

dışarıdangöz...

Tıp nereye gidiyor ?

Erhan Bener *

1968 yılında, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansının (UNCTAD) Hindistan’da yapılan toplantısı için Yeni Delhi’ye gittiğimde, o zamanki Yeni Delhi Büyükelçimiz Osman Bey, verdiği bir kokteylde beni, çok iyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen,  aynı zamanda hem tıp hem de felsefe doktoru olan bir Budist rahiple tanıştırmıştı. Kokteylde ikimizin de pek tanıdığımız olmadığı için, bir köşeye çekilip iki saate yakın sohbet etmiştik. Budist rahibin tıp konusunda ilginç düşünceleri vardı, bunları kitaplarında açıklamıştı. Ne yazık ki onlardan edinme olanağı bulamadım.

Budist rahip, yaşamın sırrının insanın beyninde saklı olduğunu savunuyor ve çağdaş bilimin er ya da geç bu sırra ulaşacağını ileri sürüyordu. Ona göre, genetik ve mikrobik hastalıklar, tabii ruhsal hastalıklar dahil -kazalarla oluşanlar hariç- her türlü hastalık ve sakatlıkların kaynağı insanın beyninde yer tutan savunma mekanizmasının yeteneği ve kapasitesiyle ilgiliydi ve tıp ilerde bu hastalıklarla tek tek uğraşacağı yerde, bu savunma mekanizmaları üzerinde durarak ve bu mekanizmaları güçlendirip aksayan noktalarını güçlendirerek onları yenmeyi başaracaktı. Bu konuda, Kızılderililerin Amerikan garnizonlarını ele geçirmek için uyguladıkları yöntemi örnek göstermekteydi.

Bilindiği gibi Kızılderililer, muhasara altına aldıkları kaleleri ele geçirmek için atlarının sırtında hiç durmadan çemberler çizerek oklarını savururlar, kalenin zayıf noktasını yakalamaya çalışırlar. Buna karşılık kalenin komutanı ortadaki kulesinde durumu takip eder, zayıf noktalara takviye kuvvetlerini gönderir. Bu savunma sisteminde herhangi bir noktada bir zayıflık, çözülme oldu mu, Kızılderililer oradan topluca hücuma geçerek kaleyi ele geçirirlerdi.

Budist rahip, tezini kanıtlamak açısından, Hindistan’daki salgın hastalıkları örnek gösteriyordu. Yıllarca Hindistan’da sömürgeci olarak bulunan İngilizler, bu hastalıklara hemen hiç yakalanmamışlardı. Aynı evde, aynı koşullarda yaşayan insanlardan bir kısmı bu hastalıklara yakalanırlarken, bir kısmı yakalanmıyorlar, ya da kolayca iyileşiyorlardı.

Bu çarpıcı düşünceye çağdaş tıp bilimi ne ölçüde değer verir, bilemiyorum. Ancak, gün geçtikçe çeşitlenen uzmanlık alanlarına bakınca, ilerlemenin ters yönde olduğuna inanasım geliyor. Eskiden, hastalar, çok bilgisiz değillerse, hangi hastalıkları için hangi uzmana başvuracaklarını bilirlerdi. Bir dahiliye, bir hariciye, bir bevliye, bir kadın-doğum, bir ruh ve sinir hastalıkları, bir göz, bir kemik hastalıkları uzmanı yeter de artardı bile. Şimdi öyle mi ya? Her hastanın değil, her hastalığın bir uzmanı var.

Şaka bir yana, teknolojinin gelişmesi yanında, yakında bizde de tam kapasiteyle uygulanacak olan sağlık sigortası sistemi gereği, tıptaki bu uzmanlaşma ve mekanikleşme, görebildiğim kadar, hasta-doktor ilişkilerini insanî ilişkiler olmaktan giderek uzaklaştırmaktadır. Hastalıklarla mücadelede, hastanın ruhsal durumu, iyileşme iradesi  giderek önemsenmemekte, doktorların hastalarına yaklaşımında, kuşkusuz işlerinin de yoğunluğu nedeniyle, tıbbın asıl amacının insanın acı çekmesini önlemek olduğu bir yana bırakılmakta, hemen sadece birtakım testlerin, radyolojik tetkiklerin sonuçlarına bakarak teşhis ve tedaviye yön verilmektedir.

Üstelik, siyasal iktidarın fütursuzca uygulamaya koymak istediği, ne kadar paran varsa o kadar bakıma, o kadar tedaviye hak kazanır, o kadar yaşarsın politikası, yalnız sıradan insanların değil, paralı olanların bile sağlık sorunlarını bir ticaret konusu haline getirme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Dilerim, budist rahibin öngörüsü kısa zamanda gerçekleşir ve herkes parası kadar değil, zihnî melekelerinin gücü ve yeteneği ölçüsünde sağlıklı bir yaşama kavuşur.

* Yazar

 

 

 

 

TIP DÜNYASI

Sayfa başına git         Başa dön