Bu ayki Günlüğümden sayfalarında, Barbaros'un Annesi,
Şule Aktepe’nin anılarına yer veriyoruz. Sizin anılarınızı da bekliyoruz.
Kendi sorunlarınızmış gibi görünenlerin pek çoğu aslında hepimizin sorunu.
Çözümleri de paylaşalım.
20 Ağustos 1998 Perşembe
Günlüğümün "biricik"ime ait olanlarının yer aldığı bölümünü sizlerle
paylaşmak istedim. 1993 yılında henüz bekarken yazdıklarıma göz gezdirince
annelik kavramına sandığımdan daha az yabancı olduğumu fark ettim:
"15 Haziran 1993 Salı... Prensesler ve beyaz atlı prenslerin
yalnızca masallarda var olabileceğini söyleyen siz; aciz, zavallı ebeveynler!
Bir çocuğun beynindeki masal dünyasını yıkmaya, o tazecik fidanı zedelemeye
uğraştığınız kadar, yaşamı o çocuğun gözüyle görmeye çalışsaydınız, prensesler
ve beyaz atlı prensler masal değil, gerçeğin ta kendisi olurdu. Bu nedenle
karamsar fikirlerinizi koskoca bir dünyayı kucaklayabilecek denli yürekli
olan çocuklardan uzak tutun.
Henüz doğmamış çocuğum, sana söz: Sen aşkı yaşayacaksın. Sen
bizim hüzünlerimizi yüklenmek zorunda kalmayacaksın. İşte bu nedenle seni
erteliyorum. Geç ama muhteşem bir kavuşma anını bekliyorum. Sabırla beyaz
atının üzerindeki o şövalye ruhlu babanı bekliyorum. Sevgisizlerin kalplerini
kılıcıyla bölecek o buğulu gözlü babanı bekliyorum ve onu bulmadan evlenmeyeceğim.
Sevgiden beşiğinde uyurken sana kralla kraliçenin öyküsünü anlatabilmem
için seni erteliyorum. Sana şarkılar, türküler söyleyeceğim, asi kardeleni
öğreteceğim. Sana toprağı eşeleteceğim, erik ağacına çıkmayı, denize dalmayı,
gün batımı vakti şarkı söylemeyi, araba kullanmayı öğreteceğim. Sana sevmeyi
öğretmeyeceğim, çünkü zaten seveceksin. Sana yaşamı öğretmeye de kalkışmayacağım,
çünkü benim için de halen kocaman bir bilinmez. Özlemlerim yüreğine denk,
yıldızlar gözlerine eş, denizlerse bizim olsun çocuğum, bizim olsun..."
21 Ağustos
1998 Cuma
Doğumuma yaklaşık altı hafta kaldı. Barbaros'a duyduğum merak
ve doğumla ilgili endişelerim gittikçe artıyor. Barbaros karnımda parendeler
attıkça onun neye benzediğini gerçekten merak ediyorum. Aslında sorunsuz
bir hamilelik geçirdim sayılır. Hamile olduğumu öğrendiğimde günlük yaşantımı
olabildiğince değişiklik yapmadan sürdürdüm. Sabahları bulanan mideme yüz
vermedim. Hamileliği olgunlukla karşıladım; kendimi kaybedecek kadar coşkulu
ya da yaşantımı yavaşlatacak kadar korkulu olmadım. Bu bazen her şeyi zorlaştırdı,
çünkü vücudum yeniden yapılanma dönemine girdiği için bazı sıkıntılarım
oluyor ama ben onları yok sayarak neredeyse eskisinden beş kat fazla yoruluyordum.
Bazen de yaşamımı kolaylaştırdı; yakınmalarım üçüncü ayın sonlarına doğru
azaldığında savaşı kazandığım için hamileliğim boyunca daha güçlü oldum.
Ayrıca gurbette olmama karşın kimseye muhtaç olmadan ve hastalık psikolojisi
yaşamadan işimi sürdürebildim.
Her ne kadar hamile arkadaşlarım ve yakın çevrem kendime dikkat
etmediğim, özel doktora gitmediğim, doktorlara çok soru sormadığım için
beni gamsız ilan etseler de ben son derece bilinçli bir dönem geçirdim.
Sabahları yarım saat fazla uyumak uğruna kahvaltı yapmadan yola çıkmadım,
öğle yemeklerini kaçırmadım. Bu arada hamileliğin kendine özgü bir ruh
halini de beraberinde getirdiğini itiraf etmeliyim. Günden güne artan kilom
ve göbek yüksekliğim fiziksel bir şaşkınlık yaratıyor. İnsan kendini çirkin
değil ama farklı hissediyor. Dayanıklı bir insan olmama ve çok uzun zamandan
beri her işimi kendim görmeye alışık olmama karşın ben bile şımartılmak
ve ilgilenilmek arzusuyla dolup taştım. Kadınlar hamilelik döneminde kendilerini
dikkatle izleyip ve kendilerini bırakmayıp mücadele ederlerse bu dönemin
sonunda çok daha güçlü olacaklardır. Ufak tefek korkular, kuşkular, yılgınlıklar
ve kompleksler bir yana, ben kendimi bu dönem bitmeden bile güçlü hissediyorum.
Bana gamsız diyenlerin bir yanlışı daha var. Her ağrı ya da sızıda olumsuzluk
beklemek, bir özel doktora gitmek, ona bayıcı bir sürü soru sormak bana
göre değil. Anne adayları, benim bazı hazırlopçu öğrencilerim gibi davranmamalı,
bilgi edinme yollarını öğrenmeli, bilgiye ulaşmanın zevkini yaşamalı. Doktorlar
da benim gibi düşünüyor olmalı ki pek çok arkadaşım doktorlar tarafından
terslendi. Çağdaş bir anne adayının yapması gerektiği gibi okuyor, araştırıyor,
öğrendikçe müthiş bir zevk alıyorum. Bedenimin bir et yığını olmadığını
bilmenin ötesine geçip, onu anlıyorum. Erkek bedenini ve sınırlarını da
bu dönemde, hem de okuyarak kavramaya başladım. Tabii bir de Barbaros'un
muhteşem varlığının ve yaşamımıza girebilmek için geçirdiği bu uzun ve
göz kamaştırıcı yolculuğun farkında olarak, onu beklemek inanılmaz bir
zevk.
Üniversite yıllarında sosyoloji bölümünden bir arkadaşla "anneliğin
bir güdü mü yoksa bir öğreti mi olduğunu" tartışmıştık. O, öğreti olduğunu
savunmuştu, bense içgüdü. Getirdiği Elizabeth Bartinder'in "Annelik Güdüsü"
adlı bir kitabını okuduktan sonra fikrimi değiştirmesem de kafamın karıştığını
itiraf etmiştim. Bunun nedeni Fransız annelerin bir dönem çocuklarını emzirmemeleri,
çocuklarına sütanne tutmaları. Dahası, bir dönem Fransız kadınların çocuk
sahibi olmayışları, bu nedenle devletin çocuk bekleyenlere yüksek teşvik
paraları ödemiş olmalarıydı. "Annelik dediğin gibi bir iç güdüyse bu kadınlar
neden böyle davrandılar?" diyordu arkadaşım. Bu sorunun yanıtını bulmaktan
çok tartışmak keyifliydi. Bugün bildiğim bir şey varsa; anneliğin yalnızca
kadına özgü bir güdülenmeyi içerdiği. Bir baba çoğunlukla evladının davranışlarını
izleyerek onunla iletişime geçer. Anne ise babadan farklı olarak, sezer.
Bugünlerde okuyup öğrendiklerim dışında yüreğimi katarak içimde yeşeren
bu narin filizi hissederek de hamileliğimi izliyorum. Bence bu, ne yiyeceğimden
ya da hangi hareketlerin yanlış olacağından çok daha önemli. Ayrıca, ilkçağlardan
beri insanların doğum ve ölüme bakışını, anneliğe ve hamileliğe karşı tepkileri,
doğum ve hamilelikle ilgili yanlış uygulamaları, tıptaki gelişmeleri de
öğrendim. Koşullar ne olursa olsun, yaşama ilgiyle ve araştırmacı bir kimlikle
katılmak kadar yaşamı renklendiren bir yaklaşım olmasa gerek. Şimdiden
bunları bana hissettirdiği için de Barbaros'a hayranım. Benim ve eşimin
ömrü onu izlemekle geçeceğine göre, hiç de sıradan bir yaşantımız olmayacak.
Barbaros için ayrı mobilyalar almak yerine çocuk odasında küçük
düzenlemeler yapmaya karar verdik. Erken doğum riskini düşününce henüz
hiç doğum hazırlığı yapmamış olmam beni telaşlandırıyor. Hafta başından
itibaren hazırlıklarımı hızlandıracağım.
Bu arada okuldaki ortalama yükseltme sınavları başladı ve ben
önceki gün toplantıya, dün de sınav görevim için Lapseki'ye gittim. Okulumu
ve arkadaşları o kadar özlemişim ki! Rapor alarak bundan sonraki sınavlara
katılmamayı düşünürken vazgeçtim. Çünkü bu sınavlar sonunda elime Barbaros'un
hazırlıklarını daha rahat yapmamızı sağlayacak miktarda para geçecek. Yarın
sekizinci ay kontrolüne gideceğim, belki yaklaşık doğum tarihim ve doğum
şeklim hakkında daha kesin bilgiler edinebilirim.
28 Ağustos 1998 Cuma
Barbaros için kontrole gittim. Kontrolde her şeyin yolunda olduğunu
öğrendim. Ayın 11'inde yeniden kontrole gideceğim.
.........
3 Aralık 1998 Perşembe
Çok uzun bir zaman sonra yeniden yazıyorum. En son kontrolümde
her şeyin yolunda olduğunu yazmışım. Bu tümüyle doğru değil. Kendisine
bir türlü ısınamadığım doktorum, doğumumun sezaryen ile olması gerektiğini
söyledi. Buna bir gerekçe gösteremediği için karşı çıktım. O günden sonra
doktorumla aramızda büyük bir soğuk savaş başladı. Bu savaşın beni bu denli
üzeceğini bilseydim -itiraf ediyorum- sezaryeni kabul ederdim. Bu arada
annem de yanıma gelmişti. Bu beni belirli ölçü de rahatlattı. 29 Eylül
akşamı sancılarım başladı. İlk doğumun sancılar başladıktan 48 saat sonra
olabileceğini bildiğim için acele etmedim. Bunun bir başka nedeni de doktorumdu.
"Onu ne kadar az görürsem o kadar iyidir" diye düşünüyordum. Gece yarısına
kadar Hayrettin ve annemle oturdum. Sonra onları yatırdım ve elime saati
alıp sancıların sıklıklarını kontrol ederek yatakta uzandım. Sabah yediye
kadar sancılarımı bekledim. Sonra Hayrettin'i uyandırdım ve doğumun yaklaştığını
söyledim. Hayrettin tıraş olup giyindi ve anneme haber vermeden evden ayrıldık.
Bütün gece süren yağmur ve fırtına evden çıktığımızda dinmişti. Hayrettin
bana 'yerlerin çamur olduğunu ve beklememi' söyleyerek park yerine yöneldi.
Ben de beklemek yerine hastaneye doğru yürümeye başladım. Hayrettin ortalıkta
görünmüyordu. Bir aksilik olduğunu anladım. Ben acil servise ulaşmak üzereyken
Hayrettin elinde hastane çantamla koşarak geldi. Arabayı çıkarırken lastikleri
arka düşürmüş. Bunu onun heyecanına yordum.
Hastaneye girdik ve beni kontrole aldılar, rahim ağzında 4 santimlik
bir açılma olmuş. Doktor "evet doğum başlıyor, hastayı yatırın" dediğinde
Hayrettin resmen şok oldu. Bense bütün gece sancı çektiğim için buna hiç
şaşırmadım ve büyük bir soğukkanlılıkla Hayrettin'e "annemi haberdar etmesini"
söyleyip bana gösterilen odaya girdim. Yanıma aldığım iki gecelikten birini
giyip yatağa oturdum ve Yıldızlar da Ağlar adlı kitabımı açıp okumaya başladım.
Bir süre sonra hemşirelerden biri içeri girdi ve yüzünde, doğumum sırasında
diğer hemşirelerin ve doktorumun yüzünde de defalarca göreceğim o çok şaşkın
ifadeyle kalakaldı. "Niçin geceliğini giydin?" diye sordu. Ben neyi yanlış
yaptığımı anlayamamıştım. Şimdi düşünüyorum da bütün yanlışlıklar bu noktada
başlamış. Bana arkası açık popomuzun gözüktüğü o iğrenç yeşil brandayı
giydirdiklerinde artık yaşayacağım hiçbir anın kıymeti kalmamıştı. Eğer
bu, elbiselerimizin kirlenmemesi için alınmış bir önlemse, tıp dünyası
bilmeli ki bağırsakları boşalsın diye poposundan su verilmiş bir kadını
koridor boyu o rezil haliyle yürütürken onun insanlık onurunu incitiyorsunuz.
Seçim hakkımız olsaydı yüzlerce gecelik kirletmemiz gerekse de tercihimiz
gecelikten yana olurdu. Bu şekilde odaya yürüyüp güçlükle tuvalete
oturdum. Bu tuvalete benim utancımı ve kırılmışlığımı yaşayan kaç kadın
oturmuştur kim bilir. Güçlükle tuvaletten çıktım, beni iç bölüme aldılar.
Aramızda ince bir duvarın olduğu bu bölümde başka bir anne adayı aletlere
bağlanmış yatıyor ve inliyordu. Önce yavaş, sonra yüksek sesle inlemeye
başladı. Bir süre sonra doktor gelip kontrol etti. Hemşireler gelip gidiyor,
inlemeler kesilmiyordu. Bir ara odada hiç kimse kalmamıştı. Yalnızca o
boğuk sesli kadın ve ayaklarının üşüdüğü dışında hiçbir şey hissetmeyen
ben. Kadın "lütfen biri baksın bana" diyordu, dışarıda gülüşmeler konuşmalar...
"Hemşire hanım" diyor, yine aynı sesler. Kadın her seferinde bir öncekinden
daha ümitsiz bir sesle yineledi. Neden sonra içeri giren hemşirelerden
biri tıp eğitimi almış birinin duyarlılığıyla(!) şöyle dedi: "Sen şimdiden
böyle yaparsan bu doğumu bitiremezsin. Daha bunlar sancı bile değil, yalnızca
kasılmalar..." Bu sözlerin yorumunu okuyanlara bırakıyorum, ama aramızda
bir duvar olmasına karşın sessizliğin içinde o kadının yaşadığı hayal kırıklığını
ve hemşirenin gaddar cümlelerinde tuzla buz olmuş son cesaret kırıntılarını
en az onun kadar hissettim. O kadın beş dakika sonra odadan götürüldü ve
sonra öğrendiğime göre doğumu sezaryen ile olmuş. Bana gelince, kadının
kaldırıldığı yere yatırılıp bebeğin kalp atışlarının dinlendiği o alete
bağlandım. Bu aletle sancıların şiddeti de görülebiliyordu. Hemşireden
odadan kitabımı getirmesini rica ettim. Çok şaşırmıştı; "Burada kitap mı
okuyacaksınız?" dedi. Kitabımı getirdiler, okumaya başladım. İçeri giren
önce şok oluyor, sonra kendine geliyordu. Anlaşılan onlar bağırıp çağırmamı
ve korkuyla gözlerinin içine bakmamı bekliyorlardı. Bu arada arkadaşımız,
KBB uzmanı Güven geldi. 'Annemin ve Hayrettin'in aşağıda olduklarını yukarıya
alınmadıklarını, bir ihtiyacım olursa kendisinin yardımcı olacağını' söyledi.
Teşekkür ettim. Uzun süredir ilk kez onların varlığını anımsadım
ve Tanrıya yukarıya gelmedikleri için şükrettim. Çünkü sevgisizliğin bütün
benliğimi kapladığı o anda, en ufacık bir ilgi ya da sevgi görsem sanıyorum
bütün bağlarım çözülür ve katıla katıla ağlardım. Sancılarım iyice arttı
bu sırada doktor içeri girdi. Beni kitap okurken görüp şok oldu. "Demek
bu kadar rahatsın" dedi, sesi iğneleyici ve kibirliydi. Sezaryeni kabul
etmeyerek başına iş açtım diye bana kızgındı. Ben de 'rahat olmadığımı
ama kitap okumanın beni rahatlattığını' söyledim. Bağlı olduğum alete baktı,
sinirli bir şekilde "sen yine de çok heveslenme, istediğim an sezaryen
yaparım" dedi. Donup kaldım artık hiç kuşkuya yer yoktu, bana savaş açmıştı.
O an içimden doğum boyunca ölüyor bile olsam sesimi çıkartmamaya yemin
ettim. Hamileliğim boyunca okuduğum kitaplardaki nefes alıştırmalarını
uyguluyordum, ta ki öğleden sonra bana verilen serumun içine suni sancı
dedikleri şey konulana kadar. Belirli aralıklarla müthiş ağrılar geliyor,
nefes bile aldırmıyordu. Kitabımı kapattım, artık onun görevi bitmişti.
Bağlı olduğum alete daha sık bakıyorlardı. Bir ara düzenli nefes alamadığım
için beni oksijen verdiler. Bu beni ancak bir süre rahatlattı. Doktor gelip
alete baktı ve bana döndü "bunları hissetmiyor musun?" dedi. Sancılarımın
şiddetini orada görmüştü. Başımı evet anlamında salladım, çünkü ağzımı
bir kez açarsam avazım çıktığı kadar bağırmaktan korkuyordum. Buna da bozuldu.
Ona istediği şeyleri vermiyordum, o korkmamı istiyordu, "ne olur sezaryen
olayım" dememi istiyordu. Bir süre sonra hiçbir biçimde yatamaz oldum,
sessizce kıvranıyordum. Beni bu halde bulan hemşire önce bir naylon poşetin
içine nefes alıp vermemi istedi, sonra bebeğin kalp atışlarının düzelmediğini
görüp endişeyle dışarı çıktı. Birden bire önce iki elim sonra ayaklarım
uyuştu, bu çok korkunç bir histi. Ellerim ve ayaklarım çarpılmıştı ve bütün
gücümle dirensem de buna engel olamıyordum. Doktor içeri girdi ve "Nasılmış,
pişman oldun değil mi ama iş işten geçti. Çocuk kanala girdi artık sen
yalvarsan da ben sezaryen yapamam" dedi. Bunu bana öyle söyledi ki içimde
müthiş bir kinle başımı çevirdim, o dışarı çıktı. Sonra hepsi odayı terk
ettiler. Sancılar iyice artmıştı, kıvranıyordum, sırılsıklam terlemiştim
ve çığlıklarım içime akıyordu. Derken aletten garip sinyaller gelmeye başladı.
Bunların karnımın içinde dokuz ay boyunca benimle birlikte olan çocuğumun
çığlıkları olduğunu biliyordum. Hastaneye geldiğimden beri ilk kez korktum.
Onu kaybetmekten korktum. Dört-beş kez hemşireye seslendim, hiç ses yoktu.
Sinyaller beynimi oyuyordu. O an odada küçük bir pencere olduğunu ilk kez
fark ettim. Bir ağaç görünüyordu, rüzgarda hafifçe sallanıyordu. Geceki
fırtınanın aksine, pırıl pırıl güneş bu gerçek mi yoksa düş mü olduğunu
bilemediğim ağacı sarmıştı. Birden içimdeki bebekle o ağacın altında olabilmeyi
istedim. Burada olmak yerine, o ağacın altında ölmenin ne kadar güzel olacağını
düşledim. Artık içeri gelen kişi beni hırpalamaktan vazgeçmeliydi. Beni
serumdan ve o aletten ayırıp dışarıdaki ağacın yanına götürmeliydi. Ağlamamak
için dudaklarımı ısırdım.
Doktor ne zaman geldi ne oldu anımsamıyorum ama "tamam doğumhaneye
alalım" dendiğini anımsıyorum. Başhemşire bana doğru eğildi ve çok ciddi
bir sesle; "şimdiye kadar yüzlerce doğum yaptırdım sizin gibisini görmedim,
şu ana kadar mükemmel gittin şimdi şu işi bitir" dedi. Sesinde, yüzünde,
bakışında oraya geldiğimden beri ilk kez saygı vardı. Odadaki diğer hemşireleri
de aynı ifadeyle bana bakar buldum. Sona geliyorduk. Dokuz ay bilmem kaç
gün ve asırlar boyu süren saatler bitecekti. İlk kez zamanı düşündüm saat
kaç olmuştu. Yardım alarak ayağa kalktım ama yardıma gerek olmadığını şaşkınlıkla
fark ettim. Doğumhaneye geçtik yerlerimizi aldık. Ben artık ne yapacağımı
biliyordum. Hiç, ama hiç korkmuyordum. Çünkü korkular azaplar az sonra
bitecekti. İşin ilginç yanı artık hiç sancım kalmamıştı. İki taraftaki
kolları tutup kuvvetle ıkındım. Doktor hayretle "aferin, bebeğin başı gözüktü"
dedi. Spor yapmaya alışkın bacak kaslarım için bu ıkınmalar çocuk oyuncağıydı.
Üçüncü ıkınmayla birlikte ilk kez çığlık attım. Ama bu acıdan değil o an
duyduğum mutluluktandı. Anlatılamaz bir arınma ile Barbaros dünyaya geldi.
Onu bacaklarından tuttuklarını, benden ayırıp tarttıklarını, "harika gözleri
var, üç kilo 400 gram" dediklerini sisler ardından algılayabiliyordum.
Bebek dışarı çıkarıldı. Bana dikiş atılırken doktor hala; "değer miymiş,
kolayca sezaryen olmak varken" diyordu. Ama artık sesinde umutsuzluk vardı.
Yenilmişti, ben, daha doğrusu biz -bebeğim ve ben- onu yenmiştik. Uzun
süre doğumumu bir tecavüz olarak anımsadım. Oysa ben bilinçli, iyimser
ve kolay bir insandım. Doğumu, yeni bir yaşamı yarattığı için kutsal bulan
cesur biriydim. Doğum benim ruh sağlığımı sarstı. Yalnızca iyilik ve anlayışla
dokunulmasına izin vereceğim mahremiyetimi hırpaladı. Ama bütün acıların
sonunda olduğu gibi beni eskisinden çok daha güçlü kıldı. Ve Barbaros...
Sen oğlum bana dünyaya gelen her bireyin daha yaşama katılırken bile savaş
vermesi gerektiğini öğrettin. Artık kadınların neden erkeklerden daha güçlü
olduklarını biliyorum: Çünkü başka şansları yok!..
|