........ 20. YÜZYILDA SOSYAL  POLİTİKALAR: 3 DÖNEM

İsmail Hakkı KURT
Belediye İş Sendikası Genel Başkan Danışmanı

Yeni bir bin yıla kısa bir süre kaldı. Sonu sıfırla biten yılların sosyal olaylar açısından bir önemi yoktur. Ancak, geçmişi değerlendirip, geleceğe ilişkin bazı öngörülerde bulunmak isteyenler için sonu sıfırlı bu yıllar bir fırsat olarak düşünülebilir. Bizde bu yazımızda 20. yy'a uygulanan sosyal politikalar açısından -ana hatları ile ve kabaca- bir göz atmak istiyoruz.
Öncelikle şu noktanın altını çizmek gerekir, her politik süreç gibi-belki de hepsinden daha çok- uygulanacak sosyal politikaları belirleyen temel unsur sınıflar arası güç dengesidir. Bir başka önemli unsur ise o dönem geçerli olan birikim rejimidir. Elbette başka etmenler de sosyal politikaların belirlenme sürecine etkide bulunur. Hele hele ulusal düzeydeki uygulamalar o ülkenin tarihsel kültürel birikimleri tarafından etkilenir. Biz bu yazıda kapitalist dünyada uygulanan sosyal politikaları genel eğilim düzeyinde ve kapitalist merkezlerdeki uygulamalar ışığında -ana hatları ile- incelemeye çalışacağız.
20. yy'da kapitalist dünyada uygulanan sosyal politikalar üç ana döneme ayrılabilir.
Birinci dönem: 1929 Büyük Bunalım öncesi sosyal koruma şemsiyesinin "olmadığı"-yada oluşturulmaya çalışıldığı- dönemdir.
İkinci dönem: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uygulama şansı bulan ancak, 1929 krizine önerilen çözümlere paralel şekillenen "Refah Devleti" dönemi.
Üçüncü dönem ise; 1970'li yılların ekonomik krizini takip eden yıllarda şekillenmeye başlayan ve 1980'lerde uygulama şansı bulan "Patron Devlet" (ya da "paran kadar yaşam") dönemidir.
Sosyal politikaların, değişimi ve uygulanabilme nedenlerini daha rahat algılayabilmek için o dönemin sınıflar arası güç dengelerine ve siyasal süreçlerine yakından bakmak gerekir. Biz de bu üç dönemi incelerken bu süreçlerin ışığında konuya yaklaşacağız.
20. yy'ın ilk çeyreğinde dünya iki kampa bölünmüştü. Kapitalist ve Sosyalist kamp. Birinci kamp İngiliz hegomanyasının ciddi biçimde gerilediği, ABD hegomanyasının henüz tam kabul görmediği, kitleler içinde meşruiyeti (ciddi biçimde) zedelenmiş, yoğun bir işsizlik yaşayan, yoksulluk sınırında düşük ücretlerin geçerli olduğu, sendikaların sistem dışında tutulduğu, sigortasız ve sendikasız çalıştırmanın yaygın olduğu, eğitim sağlık ve diğer kamusal hizmetlerin paralı olduğu, işsizlik sigortasının ve başka koruma mekanizmalarının bulunmadığı kapitalist dünya, ikinci kamp ise 1917'de kurulan SSCB'nin temsil ettiği, dünya işçileri içinde büyük bir umut dalgası yaratan, kapitalist dünya içinde bile büyük bir kitlesel desteğe sahip, işsizlik sorununu çözmüş ,eğitim, sağlık ve diğer kamusal hizmetlerin ücretsiz olduğu, kapitalist ülkelerde dışlanan kesimlerin iktidarda olduğu söyleminin genel kabul gördüğü, kapitalist dünyaya yetişmek için atılım başlatmış sosyalist dünya.
20. yy'ın ilk çeyreğinde kapitalist dünyada işçi sınıfı kısa çalışma, herkese iş, sigortalı çalışma, emeklilik hakkı, yaşlılara korunma, herkese barınacak ev, sendikalı çalışma, işsizlik sigortası, eğitim, sağlık ve genel kamusal hizmetlerin herkese ücretsiz olmasını savunuyor ve bunun için büyük mücadeleler yürütüyordu. Sermaye sınıfı ise işçi sınıfının sosyal alandaki her istemini sistemi yok etmeye yönelik bir çaba olarak düşünüp gücü oranında dışlamaya ve bastırmaya çalışmaktaydı. Bu dönemde devletin sosyal organizasyon yapan yönünden çok sistemi kapitalist sınıf adına koruyan kollayan yönü öne çıkmaktayken, işçi sınıfı da (politik yönelimi ve sendikal tavırları ile göstermektedir ki) sosyal haklarının gelişimini özledikleri yeni dünyaya bir adım daha yaklaşmanın aracı olarak görmektedir.
İşçi sınıfının oy verdiği siyasi partilere , grev ve eylemlerdeki istemlerine ve bazı ülkelerdeki ayaklanmalarına bakılarak, rahatlıkla söylenebilirki; kapitalist merkezlerdeki işçi sınıfı sosyalist kampa yakın durmaktadır.
20 yy'ın ilk çeyreğinde hegomanya sorunu yaşayan, kitleler içindeki meşruiyeti ciddi olarak zedelenmiş kapitalist sistem sosyal politika alanında geniş kitleleri koruma şemsiyesi dışında tutarken ekonomik alanda kitlesel üretime zemin hazırlayan buluşlar ve üretim tekniklerini uygulamaya sokmaktaydı.
Kitlesel üretimin artması kitlesel tüketimi de zorunlu kılan bir süreçtir. Ancak kapitalist dünyada geniş tüketici kitlelerin satın alma gücü bu üretimi absorbe edecek durumda değildi. Başta ABD-İngiltere-Almanya gibi kapitalist merkezler olmak üzere tüm kapitalist dünya da büyük bir ekonomik bunalım gelişti. Çok miktarda mal var, ancak satın alıcı yoktu. Yani, eksik tüketim söz konusu idi. Yaşanan ekonomik daralma, işsizliği daha da arttırdı. Siyasal dengelerin alt üst olmasına neden oldu.
Kapitalist dünya bu büyük sıkıntıyı yaşarken sosyalist dünyada büyüme o güne dek görülmemiş seviyede yüksekti. İşsizlik sıfırlanmış ve sosyal koruma şemsiyesi kapitalist dünya ile kıyaslanamayacak biçimde genişlemişti. Bu durum kapitalist dünya işçilerinin sosyalizm eğilimini güçlendirdi.
1929 Bunalımına bu siyasal konjonktürde çözüm yolu arandı. Sorun iki boyutlu idi. Birincisi, eksik tüketimi ortadan kaldırarak ekonomiyi canlandırmak. İkincisi ise, işçi sınıfının diğer sisteme yöneliminin önünü kesmek. 30'lu yıllar bu arayışlarla geçti. Ekonomide toplam talebi arttıran ve daha sonraki yıllarda Keynesyen politikalar adı ile anılan politikalar genel kabul gördü. Siyasal uygulama alanında ise iki uygulama denendi. İşçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu ve sistemi tehdit ettiği varsayılabilecek Almanya, İtalya gibi yerlerde siyasal özgürlükleri tamamen ortadan kaldıran, baskıcı ve ırkçı, faşist ve nasyonal sosyalist modellere yönelinirken, nisbeten işçi hareketinin daha zayıf olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde daha 'özgürlükçü' hükümetlere yönelindi.
Temelleri 30'lu yıllarda atılan ancak, tüm kapitalist dünyaya yaygınlaşması İkinci Dünya Savaşı'nın bitimi ile mümkün olan 1929 Bunalımından, kapitalist dünyayı çıkaran temel politikalar şöyle özetlenebilir.
Bu konjonktürde ekonomide krizden çıkmak ve büyümek, ancak toplam talebi arttırmak ile mümkündür. Toplam talebi arttırmak için geniş tüketici kitlelerin satın alma gücünün yükselmesi ve devletin ekonomiye aktif aktör olarak müdahalesi gerekiyordu. Bu iki temel politikanın gerçekleşebilmesi kaynakla mümkündü. Kaynak için iki yol bulundu, birincisi, para basmak ikincisi vergi. Kısaca yeniden özetleycek olursak;
Sorun: Eksik tüketim
Çözüm: Tüketimi arttırmak yani tüketicinin satın alma gücünü arttırmak. Tüketici ücretli olduğu için, sistemin dönebilmesi ücretlerin -kabul edilebilir sınırlar içinde- sürekli yükselmesine bağlı, ücretlerin yükselmesi ise sendikalarla mümkün. Ancak sorun sendikaların sistem içinde kalmaları.
Geniş kitleler işsiz. Bu işsiz kitleler hem sistem için serseri mayın görevi görüyor, hem de eksik tüketimi besliyor. Bu kitlelerin de tüketici olarak sisteme dahil edilmesi sistemi ekonomik ve siyasi açıdan güçlendirebilir. Bunun yolu işsizlik sigortası, eğitim, sağlık ve kültürel harcamalar, rakip sistemde ise bunlar parasız ve herkese. Bu durum kapitalist dünya işçi sınıfı için çekim merkezi oluşturuyor. Bu nedenle, sistemi zayıflatan unsurların en önemlilerinden. Çözüm, eğitim, sağlık ve diğer kamusal hizmetlerin parasız olması ya da sübvanse edilmesi Özel sektörün güçlenmesi ve kar oranlarının yükselmesi için karlı olmayan, büyük yatırım gerektiren sektörlerin kamu işletmeciliğine terk edilmesi.
Bunların finansmanı için para basmak yeterli kaynak olamazdı, asıl kaynak vergilendirilebilir kesimi vergilendirmekti. Gelire oranlı yükselen ve dolaylı vergilerin desteklediği etkin bir vergi düzeni sistemin temeli idi.
-Yüksek ücret
-Güçlü (!) sendikalar
-İşsizlik sigortası
-Kamusal harcamaların devletçe finansmanı
-Gelire oranla artan etkin bir vergi sistemi
Bu politikalar kapitalist dünyadaki işçi sınıfının o güne dek uğruna mücadele ettiği ve sistem değişikliği istemine dayanak yaptığı önemli noktalardı. Kapitalist sistemin ihtiyacı ile işçi sınıfının bazı temel istekleri arasında paralellik ortaya çıktı. Bu refah devleti diye adlandırılan ve 30-40 yıl kapitalist dünyaya damgasını vuran sosyal politikaların uygulanması için uygun zemin oluşturdu.
Bu politikaların kabul edemeyeceği yegane şey sistemi kökten değiştirme istemi idi, sistem içinde kalmak koşulu ile her tür "düzeltme" kabul ve absorbe edilebilirdi.
1960'lı yıllarda işçi sınıfının içinde sistemi kökten değiştirme istemleri ciddi biçimde zayıfladı. İşçi sınıfı da sermaye de genel olarak durumdan memnundu.
Bu sistemin aksaksız yürüyebilmesi için kapitalist sistemin -İkinci Dünya Savaşı sonrası- lideri ABD'nin önderliğinde ve denetiminde (IMF ve Dünya Bankası gibi.) uluslar arası yapılar oluşturuldu.
1970'li yıllara kadar sistem aksaksız sayılabilecek biçimde yürüdü. Gelişmiş kapitalist merkezlerde iki sınıfın zımni uzlaşmasına dayalı ve sosyal demokrat partilerin önderliğinde, geri kalmış, çevredeki kapitalist ülkelerde ise seçimli yada darbeli ancak kapitalist sisteme bağlı hükümetler nezdinde IMF'nin reçeteleri ve Dünya Bankası'nın finansmanı ile "popülist" politikalar sürdürüldü. 1970'li yılların başında sistem tıkanmaya ekonomide ve siyasette teklemeler baş göstermeye başladı.
1968 öğrenci hareketleri, özellikle Fransa'da işçi sınıfının "büyük konsensusu" çeşitli açılardan sorgulamaya başlaması ile tırmandı.
Vietnam Savaşı'nda ABD'nin savaşı finanse etmek için çok fazla para basmak zorunda kalması dolara olan uluslararası güvenin sarsılmasına neden oldu ve Bretton Wosds'ta kurulan doların egemenliğine dayalı sabit kur sistemi yıkıldı. Diğer gelişmiş ülkelerin paraları da dünya parası işlevine kavuştu. ABD'nin önderliği sorgulanmaya başlandı.
Yüksek kamusal harcamalar ve bunların finansmanı için sermayenin ödediği vergiler, verimlilik artışını aşan ücretler, hegomonik sektör demir-çelik ve bağlı sanayiler başta olmak üzere tüm kapitalist dünyada "kar oranlarını" düşürmeye başladı.
Bilişim sanayi (elektronik, bilgisayar, iletişim v.s.) diye adlandırabileceğimiz yeni bir sektör eski hegomonik sektörlerin imparatorluğunu tehdit etmeye başladı.
Sonuçta büyük konsensus bozuldu ve 70'li yıllar temelde "kar oranlarının" düşüşü nedeni ile yeni bir büyük kriz getirdi.
Kriz var olanın ihtiyacı karşılayamadığı, ama yenisinin de ne olacağının kesinlik kazanmadığı bir geçici zaman dilimidir. Ekonomide küçülme ve yavaşlama ile kendini gösterir bu doğal olarak işsizlikte artış getirir. Krizden çıkış demek tüm eski dengelerin yıkılarak yeni dengelerin kurulması demektir.
70'li yıllarda başlayan krizin nedeni kar oranlarının azalması idi. Çözümü ise kar oranlarının yükseltilmesi idi. O halde sistemin sorunu kar oranlarını azaltan etkilerin yok edilmesidir.
Kar oranlarını azaltan etkiler ise uygulanan sosyal ve ekonomik politikalardı. Yani;
-Yüksek ücret
-Sistem içinde de kalsa güçlü sendikalar
-İşsizlere ödenen paralar
-Kamusal harcamalara ödenen paralar
-Emeklilik maaşları
Ve tüm bu kamusal harcamaları finanse etmek için sermayeden alınan vergiler v.s. Bunlar -yani refah devleti ve çevre ülkelerdeki popülist politikalar- ortadan kaldırılırsa sermaye krizden çıkılabilirdi.
Siyasi arenada ise işçi sınıfı için "reel sosyalizm" uygulamaları sosyalizmin çekiciliğinin azalması sonucunu doğurmuştu. (Bu politikaları savunan siyasi hareketlerin etkinliği son derece azdı). Kapitalizm sistem olarak 1930'lu yıllardaki gibi bir "tehdit" altında değildi.
1930'lu yılların hegomonik sektörü demir-çelik geniş kitleler için tüketim malları üretiyordu, 1970'li yıllarda yıldızı parlamaya başlayan ve hegomonik sektör koltuğuna göz diken bilişim sektörü ise kitle (ücretli vatandaş anlamında) tüketim malları değil "şirket tüketim malları'' üretiyordu. (Bilgisayar tüketiminin % 70'nin kurumlara satıldığı düşünülürse.)
"Refah Devleti" döneminin hegomonik devleti ABD ve hegomonik parası USD ciddi yaralar aldı.
Bu siyasal ve ekonomik konjonktürde çözüm kar oranlarını yükseltecek politikalardı.
Friedmancı ya da monetarist politikalar diye anılan kar oranlarını yükseltme amaçlı sosyal politikalar demeti IMF eli ile, çevre ülkelerde askeri hükümetler ve merkez ülkelerde ise seçimli hükümetler eli ile uygulamaya kondu. Bu politikalar kısaca şöyle özetlenebilir.
Kar oranını yükseltmek için;
-Sermayenin ödediği vergiler ortadan kalkmalı, vergilerin ortadan kaldırılabilmesi için vergi ihtiyacını doğuran kamusal harcamalar (eğitim, sağlık v.s.) paralı hale getirilmeli.
-Ücretler düşürülmeli. Ücretlerin düşürülebilmesi için sendikalar yok edilmeli yada kontrol altına alınmalı (muhasebe sisteminin parçası olmak anlamında).
-İşsizlik sigortası, yüksek emeklilik maaşı, işsizlik ödeneği gibi kar oranını düşüren ve vergi ihtiyacı doğuran kamusal harcamalar ortadan kaldırılmalı.
-Kamu işletmeleri kar oranını yükseltmek için özel sektöre devir edilmeli.
Tüm dünyada işçi sınıfının direnişi ile karşılaşan bu politikalar geri kalmış ülkelerde kanlı askeri darbeler ve onun sonucu getirilen anayasalarla, gelişmiş ülkelerde ise zamana yayılan politikalarla hayata geçirildi. Kısaca hatırlamak gerekirse;
Regan iktidara gelirken en üst gelir grubu gelirinin % 75'ini vergi olarak öderken, Regan'ın iki dönemlik iktidarı sonunda bu oran % 30'a gerilemişti. Teacher iktidara geldiğinde İngiltere'de aynı oran % 77, gider iken % 33'tü.
Regan kamunun finanse ettiği park ve bahçelere, akıl hastanelerine, üniversitelere aktarılan kaynakları kısınca ABD uzun yıllardan sonra susuzluktan kuruyan parklarla, sokakta artan akıl hastaları ile ve işsiz dolaşan doktoralı insanlarla daha çok karşılaşmaya başladı.
Teacher büyük kitlesel gösterilere neden olan "kelle vergisi"ni çıkarmak isterken, ABD Senatosu 50.000 dolardan'dan çok kazanandan vergi alınmaması konusunu uzun süre tartıştı.
İşsizlik sigortası süresi tüm gelişmiş ülkelerde kısaltıldı. Geri kalmış ülkelerde ise kanlı askeri darbelerle Anayasalar yeniden IMF'nin istediği gibi düzenlendi. Aynı kalemden çıkmış gibi sosyal politika maddeleri içeren Anayasalar Türkiye'de, Şili'de, Arjantin'de halk oyuna sunuldu.
Sonsöz yerine:
İşçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasında çatışmaların derinleşmesini ve şiddetlenmesini sağlayan, belkide bazılarının haklı olarak "patron devlet" dönemi adını verdiği 70 sonrası çeyrek yüzyıl süren sosyal politikalar dönemi ile 20. yy'lı geride bırakıyoruz.
21. yy'la girerken özellikle Batı Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada monetarist politikaların sonu gözükmüşe benziyor. Ancak, dünyada 1930'lu yılların siyasal konjonktüründen çok farklı bir siyasal konjonktür var. Bu nedenle, yeniden bir "refah devleti" dönemi beklemek sanırız yanlış olur. Yeni yüzyılda olası sosyal politikaları başka bir yazıda tartışmak üzere...

İçincekiler