........ KAPİTALİZM SOSYAL POLİTİKA SOSYAL DEVLET SOSYAL GÜVEN(SİZ)LİK

Dr. Onur HAMZAOĞLU, Dr. Erhan NALÇACI, Dr. İlker BELEK

Bu çalışma, ülkede yıllardır çalışanların ve örgütlerinin (pek çoğu ücretli olarak çalışan hekimler ve sağlık çalışanları ile örgütlerinin de) gündeminde olan sorunlarını, bunların nedenlerini ve çözüm önerilerini de birlikte tanımlayıp kamuoyu ile paylaşmaya çalıştıkları sosyal güvenlik sistemimizi, özelinde de Sosyal Güvenlik "Reformu" Tasarısı'nı değerlendirmek üzere kaleme alınmıştır. Bilindiği gibi sosyal güvenlik, 57. Hükümet tarafından adeta yangından mal kaçırırcasına, konunun sahiplerinin (emekçilerin) görüşlerini açıklamasına, söz söylemesine "zaman tanımadan", apar topar gündeme alınarak kamuoyunun birinci öncelikli gündemi yapılmıştır. Hükümetin, bu gündemle esasında ulaşmak istediklerinin, gerçekleştirmeye çalıştıklarının ne(ler) olduğunu ortaya koyabilmenin özel bir değer içerdiğini düşünüyoruz. Çalışmada tek başına sosyal güvenlik reformu taslağının maddelerinin değerlendirilmesinin, yani yaşadığımız sistemde nereye oturduğunun ve tarihsel sürecinin paylaşılmadan, hükümetin "aracı olduğu" bu yasa tasarısının gerçek hedefinin tanımlanmasını olanaksızlaştıracaktır. Bunun için de öncesinde sosyal politika, sosyal devlet kavramları tarihsel bir dizgi içerisinde açılmaya çalışılmış ve kapitalizmin "sosyal devlet" uygulamalarını neden ve ne kadar gerçekleştirebileceği de tartışılmıştır. Yine taslağın maddeleri tartışılmadan önce taslağın ülkede neden ve nasıl gündeme getirildiğinin yanıtının verilebilmesi için de Türkiye'deki siyasal ortamın "bazı" belirleyicilerine de kısaca değinilmeye çalışılmıştır.
Sanayi Devrimi ile birlikte üretim biçimindeki değişiklik, beraberinde çalışma şartlarındaki değişiklikleri de getirmiş ve aynı ortamda onlarca, yüzlerce insanın bir arada günlük yaşamlarının hatırı sayılır bir bölümünü birlikte tüketmelerini, üretmelerini koşullamıştır.
Maden ocaklarında, fabrikalarda çok kötü şartlarda, çok uzun çalışma, düşük ücret, beslenememe, barınamama, ailesinden ve yakınlarından uzakta yaşama vb. ortak koşullar bu insanları önceden birbirlerini tanımazken yakınlaştırmış, zamanla benzer, ortak algılarda yine benzer, ortak tutumlarda ve eylemliliklerde bir araya getirmiştir. Özetle, emekçiler kapitalizmle birlikte sınıf olduğunu yaşamaya-kavramaya başlamıştır. Bu durum doğal olarak beraberinde birlikte davranma/hareket etme refleksini de doğurmuştur. Öyle ki kısa süre içerisinde işçiler uzun çalışma sürelerinin kısaltılması, ücretlerinin arttırılması, çalışma koşullarının düzeltilmesi vb. konularda ortak talepler geliştirmişler ve bu taleplerinin gerçekleşebilmesi ereğiyle de ortak eylemler, direnişler gerçekleştirmişlerdir.
Sanayi Devriminin başlangıcına rastlayan bu gelişmeler burjuvaziyi "önlem"(ler) almaya yöneltmiştir ki kapitalizmi işçi sınıfı adına "yaşanabilir" kılmak için geliştirilen, gerçekleştirilen bu çabaların,uygulamaların tümüne sosyal politika denmektedir. O tarihlerde sistemin ideolojisinin üretildiği üniversitelerde de kürsüleri kurulmaya başlanan sosyal politika, klasik tanımı ile; "bir ülkede çeşitli toplumsal sorunlara ilişkin olarak uygulanan politika ve önlemler bütünüdür" (Koray M, Topçuoğlu, 1995). Erek; "toplumsal uzlaşmanın sürdürülmesi"ne katkıda bulunmaktır.
Sosyal politikaların sanayi devrimi ile anılan bölümüne deneyim kazanma/başlangıç aşaması denilebilir. Birinci Paylaşım (dünya) Savaşı, Ekim Devrimi ve 1929 Ekonomik Bunalımı bu dönemin belli başlı olaylarıdır. Bu veriler ışığında 1930-1949 yılları arasında sağlamlaştırma dönemi yaşanmış ve bu dönemde kapitalizmin geleceğini "güvence" altına almak için "toplumsal uzlaşmanın" üç yapı (ayak) üzerinde oturması gerektiği saptaması yine burjuvazinin "bilim"insanları tarafından sahipleri adına ifade edilmiştir. Bunlar; i.kapitalist ekonomi, ii.siyasal demokrasi ve iii.sosyal devlet'tir (Koray M, Topçuoğlu, 1995; Güven S,1995). Göz ardı edilmemelidir ki bu saptamalar yalnızca sistemin/kapitalizmin kendinden menkul saptamaları değildir. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere birçok ülkede sosyalizmin doğuşu ve gelişimi, beraberinde kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfını da etkilemiş ve İkinci Paylaşım Savaşı ile yaşanan büyük yıkımın ardından benzer sosyal haklar talep edilmeye başlanmıştır.
İşçi sınıfının istekleri olan sosyal haklar İkinci Paylaşım Savaşının sonunda tanımlanan Keynezyen uzlaşma (büyüme-yayılma) dönemi (Koray M, Topçuoğlu, 1995; Güven S, 1995) içinde zamanla sınıfsal niteliklerini yitirerek insan haklarına dönüştürülmüştür. Öncelikle 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (madde 22) ve takiben Avrupa Sosyal Şartı (madde 12) ile Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ) sözleşmesinde sosyal güvenliğin temel bir insan hakkı olduğu, devletin de bir kamu hakkı olarak bunun gereklerini yerine getirmekle ödevli olduğu belirtilmiştir.
Toplumun bütün üyelerinin; 1.Hastalık (bakım giderlerinin karşılanması), 2.Malullük (yitirilen kazancın karşılanması), 3.Analık, 4.Sakatlık, 5.Yaşlılık, 6.İş kazası ve meslek hastalıkları, 7.Ölüm (yakın mirasçıların korunması), 8.Aile yardımları (çocuk yetiştirmek) ve 9.İşsizlik'ten doğan; her türlü gelir kayıpları ile gider artışlarının karşılanmasının (Tunçomağ K, 1982) her bir bireyin doğuştan kazandığı bir hak (insan hakları) olduğu, kişiler herhangi bir talep geliştirmeden karşılanmasının devlet için bir zorunluluk olduğu algısının/kabulünün bireysel/toplumsal bilince yerleşmesi hedeflenmiştir. Başka bir deyişle bir ülke halkının bugününü ve yarınını güvence altına almak yani mesleki, fizyolojik ya da sosyoekonomik bir risk nedeniyle geliri sürekli ya da geçici olarak kesilmiş kimselerin geçinme ve yaşama gereksinimlerini karşılamak ve bunu birbiri arasında sıkı bir birlik ve uyum olan bir kurumlar bütünü ile gerçekleştirmekle (Tunçomağ K, 1982) devletin görevli olduğu ve devletin bunu hem yapıyor hem de yapacak olduğu savı üzerinden birey-toplum-devlet ilişkileri tanımlanmaya çalışılmıştır. Böylelikle sosyal güvenliğin fiziki, ekonomik ve sosyolojik unsurların yanı sıra umut, güven duygusu ve eşitlik gibi psikolojik unsurları da kapsaması hedeflenmektedir. Sanki egemen üretim biçimi kapitalizm değil, bu üretim ilişkisinde yaşamın öznesi kar/para yerine insan(mış) gibi.
Yukarıda belirtilen dokuz temel daldan en az üçünde toplumun belirli bölümüne sosyal güvenlik sağlayan ülkelerin UÇÖ'nün 1952 tarihinde yayımlanmış olan 102 sayılı Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesi'ni imzalama hakkı vardır. Yeni Zelanda belirtilen dokuz dala ilaveten doğa risklerini de kapsayan bir sosyal güvenlik sunan tek ülkedir (Tunçomağ K, 1982). Hedeflerinden ve içeriğinden de anlaşılacağı gibi sosyal güvenlik, sosyal politika alanındaki kuramların yaşama aktarılmaya çalışılan tarihsel olarak en önemli uygulamasıdır. Bu uygulama alanı ile sosyal devletin çerçevesi ve bunun hedefi; kapitalizmin emekçiler için "yaşanabilir" olmasını sağlamaya çalışmak; tanımlanmıştır. Gelinen noktada sosyal güvenlik sosyal devletin eti,kemiğidir, olmaz ise olmazıdır. Bu veriler üzerinden sosyal güvenlik uygulamalarının bütünüyle siyasi bir karar oluğunu görmek gerekir. Kapitalizmin daralma dönemlerinde (bunalımlarında) emekçiler örgütlülüklerinden ve üretimden gelen güçlerini ortaya koyamadıkları sürece de çerçevesi her seferinde daralmaktadır, daralacaktır.
Hem yönetsel hem de finansman düzenlemeleri yönüyle ülkeler arasında farklılıklar gösteriyor olmakla birlikte, sosyal güvenlik hukuku, bir yeniden dağıtım hukukudur. Dolayısıyla sosyal güvenlik bir erektir ve finansmanının sağlanmasında üç modelden bahsedilebilir: 1.Sosyal sigorta, 2.Sosyal yardım ve 3.Karma model (Tunçomağ K, 1982; Çelikoğlu İ, 1994).
Sosyal sigorta modelinde finansman kaynağı; çalışanlar, işverenler ve devletten alınan sigorta primleridir. Emekçilerin sürekli bir işi olması üzerinden tanımlanan zorunlu bir sistemdir. Çalışanların ücretlerine orantılı olarak çalışanlardan, işverenden ve devletten prim toplanır (Çelikoğlu İ, 1994). Yaşlılık ve sağlık yardımlarının devletin halka (çalışanlara) sağladığı genel yardımlar alanı yerine, ücret (maaş) alanı içinde tutulması sendikaları zayıflatan, işçilerin şirketlere sadakatini "sağlayacak" bir uygulama olarak tanımlanmaktadır. Bu modelin ağırlıkla uygulanmakta olduğu Avrupa Birliği (AB)'nin iki üye ülkesi olan Fransa ve Yunanistan'da 1994 yılında sistemin gelirinin sırasıyla %21.5 ve %19.1'i genel bütçeden devletler ve %49.0 ve %45.7'si de işverenler ve kalan kısmı da işçiler tarafından karşılanmıştır (Türk-İş 97, 1998). Sosyal yardım modelinde ise, finansman kaynağı çoğunlukla genel bütçe (vergi) gelirleridir. Primsiz model olarak da tanımlanan bu uygulamada üyeler (yararlanıcılar) giderlere doğrudan katılmazlar (Çelikoğlu İ, 1994). Yine bu modelin yoğunlukla uygulanmakta olduğu Danimarka ve İrlanda'da devletler 1994 yılında sosyal güvenlik sistemi gelirlerinin sırasıyla %75.6 ve %61.0'ını genel bütçeden karşılamışlardır (Türk-İş 97, 1998).
Karma modelde ise ilk iki modeldeki kaynaklar bir arada kullanılmaktadır (Çelikoğlu İ, 1994). AT ülkelerinden bu modelin ağırlıklı olarak uygulandığı İtalya ve Portekiz'de 1994 yılında devletler, sosyal güvenlik gelirlerinin %34.9 ve %37.4'ünü genel bütçeden karşılamışlardır (Türk-İş 97, 1998).
Avrupa Topluluğu ülkelerinde her üç modelin de kullanılıyor olmasına karşın sosyal güvenlik harcamalarının GSYİH'deki orantısı 1991 yılında %15.3 ile %32.3, 1994 yılında da %16.0 ile %34.8 arasında değişirken ve genel olarak da artış eğilimi gösteriyorken Türkiye'de bu orantı 1995 yılı itibariyle bile ancak %5.1 düzeyinde gerçekleşebilmiştir (Türk-İş 97, 1998; Peker A, 1997). Avrupa Topluluğu ülkelerinde sosyal güvenlik harcamalarında, nüfusun yaşlanması, işsizliğin yaygınlaşması ve toplumun yoksul (dezavantajlı) kesimlerinin daha da yoksullaşması nedeniyle 1980'lerden sonra artışlar görülmüştür. Ancak sosyal güvenlik harcamalarındaki bu artışlar hemen her zaman çalışanlardan kesilen prim paylarının yükseltilmesi ile karşılanmıştır. Buna karşın aynı ülkelerde, 1994 yılında sosyal güvenlik gelirlerinin %15.8 ile %75.6'sı devletler tarafından genel bütçeden karşılanmıştır. Türkiye'de ise devletin payı %0.0'dır (Peker A, 1997).
Yetmişli yıllara kadar öncelikle Avrupa ülkelerinde ve özelliklede kuzey Avrupa ülkelerinde sosyal güvenliğin bir kamu hizmeti olduğu vurgusu yapılırken, bu tarihlerde kapitalizmin krizi ile birlikte yine aynı ülkelerden başlayarak sosyal güvenliğin tümüyle (tamamının) bir kamu hizmeti olmadığı vurgusu ve uygulamaları hakim kılınmaya çalışılmıştır. Böylece sosyal politikaların sorgulama ve yeniden biçimleme dönemi (Koray M, Topçuoğlu, 1995; Güven S,1995) de başlatılmış olmaktadır. Bu alanda öncelenen ilk uygulama da sosyal güvenliğin sağlanmasında kişisel sorumluluk yönteminin uygulanmasıdır. Bu uygulama ile birlikte çalışanların sisteme katkıları arttırılmış, yaşlılık aylıkları temel yaşam gereksinimlerini karşılayabilecek ölçülerin de altına çekilerek beraberinde özel emeklilik sistemleri kişilerin zorunlu tercihleri arasına sokulmuş, sistemin sağladığı sağlık hizmetlerinin kapsamı daraltılmış, katkı payı uygulaması getirilmiş, sistemin kapsamı dışında kalan sağlık hizmeti gereksinimlerinin kullanıldığında bedellerinin ödenmesi yoluna gidilmiştir. Bu uygulama kişileri sistem dışında tutulan hizmetlere ulaşmada özel sağlık sigortalarına yönlendirmiştir bu da aile bütçelerine o zamana kadar genellikle girmemiş bir harcama kaleminin zorunlu ve üst sıralarda girmesini getirmiştir. Yani bu dönemde sosyal güvenlik sistemlerinin kapsamı; sunulan hizmet(ler) ve yararlananların sayısı yönüyle daraltılmıştır. Oysaki ekonomik kaynakların toplum yararına kullanımının daralışı, reel ücretlerin düşüşü ve işsizlikteki artışla birlikte toplumların sosyal güvenliğe olan gereksinimleri de aynı dönemde artmaktadır. Bu durum kapitalizmin doğasında olan krizin yaşandığı dönemlerde, sisteme tutulan aynada inkar edilemez hal alan, netleşen çelişkinin, kapitalizmin "insansızlığının" görüntüsüdür. Maskenin düştüğü dönemlerdir.
TÜRKİYE’DE SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİ
Türkiye'de bugüne kadar sosyal güvenlik kapsamına yalnızca işveren ya da kendi adına çalışanlar ile bunların bakmakla sorumlu oldukları kişiler dahil olabilmişlerdir. Emekçileri çalıştıkları ortam (koşular) adına işçi-tarım işçisi-memur diye nesnelliği olmayan ayrımlarla tanımlama tercihi, beraberinde bu grupların hak ve sorumluluklarını da farklı yasalarla tanımlamayla güçlendirilmiştir. 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası ile işçilerin, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Yasası ile memurların, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu (Bağ-Kur) ile kendi hesabına çalışanların, 2925 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Yasası ile tarım işçilerinin ve 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Yasası ile de çiftçilerin sosyal güvenlik sistemleri ve katılımcı ve hak sahiplerinin yükümlülükleri ve sistemden yararlanma biçimleri tanımlanmıştır.
Yaşlılık, malullük ve ölüm sigortalarının finansmanı kapitalizasyon yöntemi ile sağlanmaktadır (Çelikoğlu İ, 1994). Yani mükelleflerden toplanan kesintilerin onlar adına günün en fazla gelir getirici yatırım araçları aracılığı ile değerlendirilmesi ve yaşlılık için yükümlülük süresinin bitiminde, diğer sigorta alanları için de mevzuatta belirtilen koşullar gerçekleştiğinde, değerlenen birikimin önceden belirlenmiş oranlar kapsamında hak sahiplerine ödenmesi yöntemi benimsenmiştir. Bu yöntemde primlerin zamanında toplanması ve fonun yönetiminin sistemin koşularına göre gerçekleştirilmesi durumlarında sosyal güvenlik sisteminin bu sigorta alanlarında açık vermesi söz konusu değildir. İş kazaları ile meslek hastalıkları sigorta alanlarının finansmanında kapitalizasyon ile birlikte dağıtım yöntemi yani karma model uygulanmaktadır (Çelikoğlu İ, 1994). Dağıtım yöntemi yıl içinde bu sigorta alanının gelir ve giderlerinin eşitlenmesi anlamını taşır. Yani sigorta kapsamındaki olay(lar) gerçekleştiğinde yapılan kesinti üzerinden sorunun ekonomik yükümlülüğü (tazminat vb.) karşılanır.
Türkiye'de sosyal güvenlik sistemine devlet katılımı yoktur. Sistemin finansmanı tümüyle çalışanlar ve işveren tarafından sağlanmaktadır. Devletin işveren konumu (657 sayılı Yasa kapsamındaki çalışanların doğrudan işvereni durumunda olduğu için) gereği Emekli Sandığı'na yaptığı ödemeler de devletin sosyal güvenliğe katılımı olarak kabul edilemez.
Bununla birlikte sistemin işleyişiyle ilgili olarak; sunulan hizmetleri kullananlar sağlık alanındaki hizmetler başta olmak üzere, yaşlılık aylığı yetersizliği vb. alanlarda içinde bulundukları sistemdeki ciddi aksaklıkları, çözülebilecekken çözümsüz hale getirmek konusunda gösterilen iradeyi günlük yaşamın içinde, sıradan verilerle, özel çözümlemelere gerek duymaksızın, bizzat yaşayarak ve yaşadıklarından hareketle yapmakta, yapabilmektedirler.
Sistemin finansmanı ile ilgili olarak ise, patronlar ve hükümet(ler) 1992 yılından başlayarak, özellikle de nedenlerine hiç değinmeden "kriz" hali tanımlaya gelmektedirler. "Finansman Krizi"nin tanımı olarak; "sistemin açık vermeye başladığı bunun da genel bütçeden yapılan transferlerle karşılandığı, bu nedenle de zaten var olan bütçe açıklarının her geçen yıl daha da büyüyeceği" söylenmektedir. Sosyal güvenlik sistemine bu yönünden taraf olanlar(patronlar ve hükümetler) asla sosyal güvenlik sisteminin neden açık veriyor oldukları sorusu üzerinde durmamaktadırlar. Çünkü bildikleri doğruları kamuoyu ile paylaşırlarsa sorunun "çözümü" için sundukları önerilerin hiçbirisinin bilimsel olmadığı, çalışanlardan prim (ek vergi) toplayıp kendilerine kaynak yaratma, karşılığında da bir şey vermeyelim/en azını verelim yaklaşımını uygulamayı, sosyal güvenlik sistemi ve emekçiler adına gerçek bir çözümsüzlük hedeflediklerinin ortaya çıkacağından "çekinmek"tedirler.
Kapsam olarak Türkiye'nin en büyük sosyal güvenlik kuruluşu olan SSK'nin 1998 yılı kaynakları (faiz, tahvil/bono, kira) %0.0 faiz ile Ziraat Bankası'nda tutulmuştur (Petrol-İş, 1999). Bu şu demektir: Türkiye'de devlet hem sosyal güvenlik sisteminin finansmanına katılmamakta hem de bu fonları kullanarak ucuz-bedelsiz iç finansman kaynağı yaratmaktadır.
Yine benzer uygulamalar nedeniyle SSK, 1995 yılında 16.7milyar $, 1996 yılında 18.3milyar $ ve 1997 yılında da aynı kararlılıkla 19.5milyar $ tutarında zarar ettirilmiştir. Bununla birlikte genel bütçeden SSK'ye yapılmakta olduğu ifade edilen transferler ilk defa 1997 yılında kurumun devletten alacaklarının üzerinde bir miktara ulaşmıştır ki o da sadece 37.0 trilyon TL'dir (Petrol-İş, 1999). Kuruma yatırılması işverenin yükümlülüğü olan işçi ve işveren primlerinin işçilerin yükümlülüğü olan miktarı işçilerin maaşlarından patronlarca toplu olarak kesiliyor olmasına rağmen kuruma ödenmemekte, düşük faizli kredi olarak işverenler tarafından kullanılmaktadır. Öyle ki 1997 yılına ait kurumun prim alacağı yine o yılın rakamları ile 104.2trilyon TL'dir (SSK, 1998).
Yine aynı kurumun 1975 yılından itibaren artan yaşlılık aylığı bağlama işlemleri için başvuranların ortalama yaşı 1995 yılında 49, 1996 yılında 50 ve 1997 yılında 49 iken, yaşlılık aylığı almakta iken ölenlerin yaş ortalamaları aynı yıllar için sırasıyla 65, 65 ve 66'dır. Başka bir veri grubu ile belirtecek olursak; 65 yaş ve üzerinde olup da kurumdan yaşlılık aylığı almakta olanlar toplam yaşlılık aylığı alanların 1995 yılında 20.1'ini, 1996 yılında %20.3'ünü ve 1997 yılında da %21.4'ünü oluşturabilmiştir (SSK, 1998). Bu durum, Türkiye'deki sosyal güvenlik kapsamındaki çalışanlarda bile yirmi-yirmibeş yıllık bir süre içinde beklenen birikimli artışa engel olan bir ölümlülüğün söz konusu olduğunun da bir verisidir. Öyle ki 1990 genel nüfus sayımı sonuçlarına göre, toplam nüfusun ancak %7.1'i 60 yaş, %4.3'ü de 65 yaş ve üzerindedir (DİE, 1999). Çalışma süreleri ile ilgili hesaplamalar yapılırken ülkenin ekonomik ve sosyal durumu, yaşam koşulları, çalışma koşulları, işsizlik oranı, işten atılma riski (iş güvencesizliği)vb. pek çok değişkenin önüne alınıp tartıştırılmaya çalışılan yaşla ilgili gerçekler de hükümet(ler)in söyledikleri ile uyumlu değildir.
Türkiye'de sosyal güvenlik sisteminin içeriği, kapsamı, finansman modeli ve yönetimi ülke emekçilerinin istem ve belirlemeleri dışında saptanmış ve 1940'lı yılların sonundan itibaren hukuksal bir çerçeveye oturtulmuştur. Çizilen bu çerçevede sistemin finansman sorunlarının başlıca nedenleri:
1.    Prim tahsilatının düşüklüğü, tahsilatın              zamanında gerçekleştirilmemesi,
2.    Fonların tümüyle sosyal güvenlik sisteminin          çıkarlarının dışındaki erekler için kullanılmakta oluşu,
3.    Sisteme karşılıksız mükellefiyetlerin              yüklenmesi
4.    Enflasyon,
5.    Ekonomik istikrarsızlık,
6.    İstihdam olanaklarında daralma ve
7.    Kayıt dışı ekonomi olarak sayılabilir.
SOSYAL GÜVENLİK "REFORM"U TASLAĞI VE ARİFESİNDEKİ TÜRKİYE
Öncelikle "reform" tasarısının ortaya çıkartıldığı dönem itibariyle Türkiye'nin bölgedeki "yeni" rollerini sıralamak gerekir. Birincisi; ABD'nin, dünya petrol rezervlerinin 2/3'üne sahip bölgeden kendisine ve sanayileşmiş müttefiklerinin ekonomisine zarar vermeyecek sabit fiyatlarla dünya pazarına kesintisiz olarak petrol akmasını sağlamak için uygulamaya koyduğu Orta Doğu "Barış" sürecinin desteklenmesinde İsrail ve Ürdün ile birlikte koşulsuz müttefiklik, polis rolü. İkinci olarak; emperyalistlerin genişleyen pazarı rolü. Üçüncü ve en yeni olarak da; öncelikle Avrupa'ya yönelik ara mal ve enerji üretim alanı rolü. Bu rolün içeriği olarak Türk Cumhuriyetleri'nden petrol, doğal gaz aktarımı, bunun enerjiye dönüşümü ve nükleer enerji üretimi ile de yaratılacak olan kapasite "fazlası"nın ihracı (Avrupa'nın bacası), GAP bölgesinin başta ABD'li olmak üzere uluslararası şirketlere çok uzun süreler için kiralanması vb. sayılabilir.
Türkiye'nin bu rolleri yerine getirebilmesi için; enerji başta olmak üzere gerçekleştirilecek yabancı yatırımların ve işletme sürecinin güvenceye alınması, beraberinde yine bu sürecin yatırım sahipleri (emperyalistler) adına karlılığı için ucuz emek gücünün de önkoşulsuz sağlanması gerekmektedir. Tüm bunlar yaratılacak-yaşatılacak siyasal "istikrar"la mümkündür. Bunun sağlanması için TSK'nin 12 Eylül faşist darbesi benzeri ulus-devlet adına bir müdahalede bulunabilmesinin koşulları yitirilmiştir. TSK bu rolü itibariyle "erozyona" uğramıştır. Uzun zamandan beri devam etmekte olan "düşük yoğunluklu" savaş koşullarında yaşananlar ve bunun da hızlanmasında ve gerekçelendirilebilmesinde aracı olduğu uluslararası ve ulusal sermaye ile doğrudan ilişkilerin yoğunluğu ve bu ilişkilerin kurumsallaşması iç dinamiklerini zaafa uğratmıştır ki bu durumda açık, doğrudan müdahale (uzun süreli açık müdahale) büyük riskler taşımaktadır. Bunun yerine ulusal ve uluslararası sermayenin ve NATO'nun da katkıları ile; hem zaman hem de "verimlilik" olarak biraz daha zahmetli olmasına karşın; MGK aracılığı ile müdahale tercih edilmek zorunda kalınmıştır. 18 Nisan seçimlerine pek çok yönleriyle benzer, örtüşen programlarla giren "sosyal demokrat"lar ile "milliyetçi"lerin seçim sonuçları rastlantı değildir. CHP ile DYP ve ANAP'ın seçmenlerinin bir kısmı DSP'ye, RP(FP)'nin ve DYP ve ANAP'ın bir kısım seçmeni de MHP' ye yönelmiş, yönlendirilmiştir. Seçim sonuçları sürpriz değildir, topluma ekilenin yine ekenler tarafından hasatıdır. Bu itibarla danışma meclisi hükümeti niteliğinde kurulan 57. Hükümet Türkiye'nin biçilen rolünü oynayabilmesi, uygulayabilmesi için yapılması zorunlu olan düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ile görevlidir. Ancak bu uygulamaların gerçekleştirilebilmesi her ne kadar toplumun çok büyük bir bölümü örgütsüz-hafızasız-apolitik-duyarsız-bencil-korkak kısacası "uygun" hale getirilmiş ise de hem toplumun hala örgütlü kalmayı başaran küçük bile olsa kararlı kesimi hem de yapılacakların halka ihanetindeki boyut, duyarlılığı en alt noktalara indirgenmiş geniş toplum kesimlerini bile uyaracak, uyandıracak şiddettedir. Dolayısıyla ortaya çıkacak muhalefet ve muhalefetteki olası yükseliş ile bunun koalisyonda yaratması olası çatırdamalar nedeniyle uzun ömür biçilemeyen hükümete, düzenlemeleri çok kısa bir süre içinde gerçekleştirmesi talimatı da "verilmiş"tir.
Öyle ki ulusal idari yargının yetkilerini Dünya Bankası Organizasyonu'nda uluslararası şirketlerin oluşturduğu hakemlik kuruluşlarına devreden Uluslararası Tahkim'in yasal düzenlemelerinin gerçekleştirilebilmesi için anayasa değişikliği ve özelleştirmelerin de anayasal güvenceye kavuşturulması ilk aşamada gerçekleştirilmiştir. Yine hemen hemen eş zamanlı olarak gündeme getirilen Sosyal Güvenlik "Reform" tasarısı ile sistemin bugüne kadar hiçbir mevzuatta birlikte tanımlamadığı emekçileri, ilk defa işçi/memur vb. ayrımlar "göz ardı" edilerek bir arada tanımlamanın "riski" göze alınarak, emekçilere tam da karşı cepheden bir saldırı gerçekleştirilmektedir. Bu durum; ihanetin boyutunun "zorunluluk" olarak uyuyan filleri bile uyandıracak büyüklükte olduğundan; kendilerinin "danışma meclisi"nin bile ömrünü oldukça kısa olarak gördüklerinin ifadesidir. Bu tasarının sisteme anlamlı hiçbir ekonomik katkısı olmayacaktır. Bütünüyle emekçilere yönelik sosyal-psikolojik bir saldırıdır. Toplumsal özgüvenin yıkılması toplumsal/sınıfsal bütün algıların hiçleştirilmesini hedeflemektedir.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, bu taslak kamuoyunda çoğunlukla anlatıldığı gibi yalnızca SSK'li çalışanları değil ülkedeki bütün çalışanları, çalışacakları ve emeklileri kapsamaktadır. Bunun içindir ki çalışanlar örgütlerinden önce taslağa karşı duruşun işaretini vermişlerdir. Ardından da örgütlerin yöneticileri, bazılarında muhalefeti örgütlü olarak yükselterek saldırıyı püskürtmek, bazılarında da saldıranların yanında klasikleşen yerlerini almak üzere harekete geçmişlerdir. Anlamlı bir sınıf dayanışması örneği olduğu tanımlanabilecek Emek Platformu onbeş örgütün az önce tanımlanan hedef işlevleri çerçevesinde oluşturulmuş ve bugün bu yapı hala sürdürülmektedir.
Sosyal Güvenlik "Reform"u Tasarısının Türkiye'de yaklaşık bir on yıl sonra, toplumsal muhalefetin bu kadar yükselişine neden olan içeriği nedir? Kısaca değinelim:
1. Öncelikle taslak SSK, Emekli Sandığı (dolayısı ile 657 sayılı Yasa kapsamında çalışanları), Bağ-Kur kapsamındaki bütün çalışanları, emeklileri, köylüyü, çiftçiyi küçük esnafı ve zanaatkarı kapsamaktadır. Ve kapsamı dahilinde bütün çalışanların hizmet ve sigortalılık süresine dayalı olarak emekli olma hakkını kaldırılıp, yerine kadınlar için 58, erkekler için 60 yaşın doldurulması koşulunu getirmiştir. Bir tek istisnası; TSK personeli de Emekli Sandığı Yasası kapsamında emeklilik haklarına sahip olmalarına karşın, bu uygulamadan muaf tutulmuşlardır.
2. Kapsam içindekilerin bedelsiz protez, araç ve gereç takılması, onarılması, yenilenmesi hakkı yerine, yalnızca protez, araç ve gereç takılması bunun da bedelinin çalışmakta olanlarca %20'sinin, emeklilerce de %10'unun ödenmesi uygulaması getirilmiş, ayrıca takılma, onarılma ve yenilenme kapsam dışında tutulmuştur.
3. Yaşlılık (emeklilik), malullük ve ölüm aylıklarının hesaplanmasında katsayı ve gösterge sistemi kaldırılmıştır. Yerine aylık olarak TÜFE endeksine göre belirleme ve artış getirilmiştir.
4. SSK kapsamında çalışanların sağlık hizmetlerinden yaralanabilmeleri için, önceden uygulanmayan staj süresi getirilmiştir. Buna göre işe yeni başlayan SSK'li ancak dört ay (120 gün) sonra sağlık hizmetlerinden yararlanabilme hakkına sahip olacaktır. Bu hakka sahip olduktan sonra işten atılır ve altı aydan sonra yeniden SSK'li olabilirse yine her seferinde iki aylık (altmış gün) ek bir staj süresinden sonra sağlık hizmeti hakkına sahip olabilecektir. Bağ-Kur kapsamındakiler için de önceden sadece bir sefer uygulanan aynı hak için sekiz aylık staj süresi de prim ödemenin her ne sebeple olursa olsun kesintiye uğrayıp ödenmeye başlanmasında yeniden, yeniden uygulanması hedeflenmektedir.
5. SSK kapsamındaki çalışanların yaşlılık (emeklilik) aylığı hakkı elde edebilmeleri için ödemek zorunda oldukları beşbin günlük asgari prim ödeme süresi ve bunu ödemiş olduğunda emekli olabilme hakkı kaldırılmıştır. Yerine yedibin günlük asgari prim ödeme süresi ve bunu ödeseler bile kadınların 58, erkeklerin 60 yaşından önce emekli olamaması getirilmiştir.
6. Çalışanlara malul olduklarında yıllık kazançlarının %70'i, bakıma muhtaç olanlar için ise %80'i oranında malullük aylığı bağlanması yerine, sırasıyla %65 ve %75'lik oranlar getirilmiştir.
7. Emekli Sandığı, SSK ya da Bağ-Kur'a bağlı olarak aylık almama koşulunda yetim aylığı bağlanabilme koşulu getirilmiştir. Oysaki adı geçen sandıklardan herhangi birinden emekli aylığı alan bir kişiye beraberinde yetim aylığı da bağlanmış olsa yine de alacağı maaş asgari geçim sınırına ulaşamamaktadır.
8. Bağ-Kur'lular poliklinik muayeneleri için herhangi bir ücret ödemezken, söz konusu bedelin %20'sini cepten ödeme zorunluluğu getirilmiştir.
9. Bağ-Kur'lular için %12 olan sağlık primi %20'ye, %15 olan malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası primi de %20'ye çıkartılmıştır. Yeniden çalışanlardan sosyal güvenlik destek primi kesintisi yokken, bu yasal düzenleme ile %10 oranında söz konusu prim kesintisi uygulanacaktır. SSK'liler için de aynı prim %24'den %30'a çıkartılmıştır.
10. Ağır ve tehlikeli işlerde çalışanlar "itibari hizmet süresi" adı altında çalışma sürelerine orantılı olarak ilave edilen ve emeklilik ve malullük hakkına yansıyan ek sürelerden çalışmaya başlandığından itibaren yararlanılabiliyorken, bundan böyle çalışmaya başlanıldıktan on yıl sonra yararlanabileceklerdir. On yıldan önce iş kazası, meslek hastalığı vb. nedenlerle zorunlu olarak malullük tanımlananlara bile bu "hak" kullandırılmayacaktır.
11. SSK'li çalışanların beşbin günlük asgari prim ödemenin üzerine her 240 günlük fazla ödeme için yaşlılık aylığına yansıtılan %1'lik artış yerine, ilk 3600 günün her 360 günü için %3.5, sonraki 5400 günün her 360 günü için %2 ve daha sonraki her 360 gün için %1.5'lik artış getirilmiştir. Bu durum eski uygulamadan doğan hakkın büyük oranda gaspı anlamına gelmektedir. Çünkü yapılmak istenen yeni dilimleme daha az hak sahibi olacağı hesabı üzerinden gerçekleştirilmiştir.
12. İşsizlik sigortası için devlet %2, işveren %3 ve işçi %2'lik prim ödeyecekken, bu haktan yalnızca işverenin keyfiyeti nedeniyle işsiz kalanlar yaralanabilecektir. Bu hakkı kullanabilmek için ayrıca en az yirmi aydır bu primi ödüyor olmak koşulu vardır ve en fazla da on aylık bir süre için ödenecektir.
Özetle; Sosyal Güvenlik "Reform"u Tasarısı emekçilerin tümüyle yeni hak kayıplarını gerçekleştirmeyi hedefleyen hukuksal bir metin'dir. Bu metin bütünüyle reddedilmelidir. Yerine bütün emekçileri kapsayan, tümüyle genel bütçeden finanse edilen (KDV ve benzeri dolaylı vergilendirme ile genel bütçe oluşumu önlenerek) primsiz sistem ve iş güvencesi talep edilmelidir. Yanı sıra gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderilmesi, kayıt dışı ekonominin, rantın önlenmesi, faiz vb. gelirlerin vergilendirilmesi, özelleştirmelere son verilmesi ve yapılmış olanların kamulaştırılması, iş olanaklarının arttırılması, enflasyonun önlenmesi talep edilmelidir.

Not: Sosyal Güvenlik "Reformu" Taslağı; İşsizlik Sigortası Kanunu(Kanun No 4447) adı ile 25 Ağustos 1999 tarihinde(17 Ağustos Marmara Depremi'nden bir hafta sonra) TBMM'de kabul edilmiş ve 23810 sayılı Resmi Gazete'de 8 Eylül 1999 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

KAYNAKLAR:
1.    Çelikoğlu İ (1994), "Sosyal Güvenlik Sistemlerinin Finansman Yöntemleri ve Türkiye Uygulaması" DPT Uzmanlık Tezi,Ankara.
2.    Devlet İstatistik Enstitüsü (1999), "Türkiye İstatistik      Yıllığı 1998" Ankara.
3.    Güven S (1995), "Sosyal Politikanın Temelleri" Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa.
4.    Koray M, Topçuoğlu A (1995), "Sosyal Politika"      Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa.
5.    Peker A (1997), "Sosyal Güvenlik Sistemlerinin Yeniden Yapılandırılması Tartışmaları ve Çözüm Önerileri" TC Merkez Bankası Araştırma Genel Müdürlüğü, Ankara.
6.    Petrol-İş (1999), "Sosyal Güvenlik Haklarımız              Taslaklar ve Gerçekler" Yayın No:52, İstanbul.
7.    SSK (1998), "Sosyal Sigortalar Kurumu 1997              Faaliyet Raporu" Ankara.
8.    Türk-İş (1998), "Türk-İş 1997 Yıllığı" Ankara.

İçincekiler